İlim ve akıl

Mısır halkı uyandıklarında, İsrailoğullarının gitmiş olduklarını gördü. Aynı zamanda soyulmuş olduklarını da anladılar. Hiddet ve öfke ile Firavun’a koştular. Firavun da beleş olarak çalıştırdıkları İsrail halkını serbest bıraktığı için pişman olmuştu zaten. Süvarilerin ve savaş arabalarının toparlanmasını emretti. Kısa zamanda peşlerine düştüler.

“YA Rab! İçimizdeki birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mı edeceksin?” (A’raf, 155)

Tavuk mu, yarasa mı?

16 Aralık 2020 akşamı Beyaz TV’de şaşılacak bir program izledik. Daha önce de ekranlara çıkmış, “araştırmacı-yazar” olarak takdim edilen şahıs, Kur’ân-ı Kerîm’den de referanslar vererek görüşünü doğrulamaya çalışıyordu. Mevzuyu şöyle anlatıyordu:

Mûsâ Aleyhisselâm zamanında, komutanlarından birinin hanımıyla ilişkiye giren şahıs, gizlice komutanı öldürür. Katilin kim olduğunun bilinmesi için Mûsâ Aleyhisselâm’a başvurulur. Bakara Sûresi 67’nci âyette de geçtiği gibi Peygamber, “Allah size, herhâlde bir inek boğazlamanızı emrediyor” demiştir. Etrafındakiler ise anlatana göre (şimdi sıkı durun) şöyle diyorlar:

-Ya Mûsâ, sen kafayı mı yedin?

-Allah’a söyle, nasıl bir şey bu?

Sakın o akşamki şahsın söylediklerini aktarırken mübalağa yaptığımı sanmayınız, sonraları tekraren dinledim, aynen böyle!

Peki, niye böyle çok şaşırmışlar, biliyor musunuz? Mûsâ Aleyhisselâm onlara, “yarasa” kurban etmelerini emretmiş. Evet, yanlış okumadınız: Gece karanlığında ortalığa çıkan, memeli, uçan hayvan… Zira “bakara” kelimesi inek değil, yarasa olmalıymış. Onun için çok şaşırmışlar. Yarasadan kurban olunur muymuş… Vay be, ne müthiş keşif(!)…

Binlerce İslâm âlimi hep inek üzerinden değerlendirdiler de yanlış oldu, bu zât-ı muhterem (!) doğrusunu buldu. Yüz milyonlarca Arap insanı da ineği hep yanlış belledi. Ne trajikomik bir durum!

Adamın tezi şu: Gündemde Covid-19 salgın durumu var ya, bunun çıkış nedeni, yarasanın bünyesinde bulunan virüslermiş. Yarasada bulunan binlerce çeşitten biri olan bu virüs, insanlara bulaşarak yayılmış. Bunun ilâcı da yine yarasanın bünyesinde bulunuyormuş. Mûsâ Aleyhisselâm, yarasanın kurban edilmesini istediği için çok şaşırmışlar, yoksa niye şaşırsınlar ve kurban kesmekten kaçınsınlar(!)?

Misâller de getiriyor: “Yakup Peygamber ve Yûsuf Peygamber yüzlerce kurban kesmediler mi?”

Yanlışların hangisini düzeltirsiniz:

1-Bir kere bu virüsün Çin Halk Cumhuriyeti’nin pazarlarındaki deniz ürünlerinden yayıldığı iddia ediliyor. Çinli yetkililerin iddiası bu. Bazı ciddî tıp otoriteleri ise bunu kabul etmiyorlar. Birçok devletin laboratuvarlarında virüsle ilgili çalışmalar yapıldığı biliniyor.

Asrımızın savaş malzemelerinden biri de mikroplar. Üretilmesi hem kolay, hem de mâliyeti çok ucuz. Yalnız bunun bir tehlikesi var: Kullandığınız bu silah, gün gelir, sizi de vurabilir! Onun için çok dikkatli muhafaza edilmesi lâzım.

İddia o ki, laboratuvar çalışanları farkında olmadan bu virüsü üzerlerinde taşıyıp etrafa yaydılar. Akla en yatkın, mantıklı cevap bu.

2-Televizyondaki şahsın anlattığı gibi, öldürülen şahıs, hanımına göz koyan kişinin fiiliyle alâkalı değil. Yahudi kaynakları böyle diyor ama âlimlerimizin ifadesi daha başka. İbn Kesir (rahmetullahi aleyh) tefsirinde hâdise teferruatlı anlatılıyor:

“Adem İbn Ebu İyâs tefsirinde der ki, ‘Bize Ebu Ca’fer el-Râzi, Rebi’den, o da Ebu’l-Âliye’den, ‘Allah herhâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor’ âyeti mevzuunda şöyle dediğini nakletti: İsrâiloğullarından zengin, çocuğu olmayan bir adam vardı. Adamın yakınlarından biri ona vâris idi. Mîrasçı, adamın mîrasını elde etmek için onu öldürdü. Sonra Mûsâ Aleyhisselâm’a gelip dedi ki, ‘Akrabam öldürüldü, ben çok kötü bir durumdayım, sen Allah’ın nebisisin Rabbinden bize katilin açıklamasını iste!’.”

“Hasan İbn Muhammed der ki, ‘Bize, Muhammed İbn Sirir Ubeyde el-Selmâni’den nakletti ki, o, şöyle demiş: ‘İsrailoğullarından çocuksuz bir adam vardı. Adam çok zengindi. Kardeşinin oğlu ona vâris olacaktı. Bu sebeple yeğeni adamı öldürdü, sonra geceleyin bir başkasının kapısının önüne koydu. Ertesi sabah adamın aleyhine dâvâ ederek onun katil olduğunu söyledi. Silaha sarıldılar, birbirlerine girdiler. Diğerleri ‘Niçin birbirinizi öldürüyorsunuz? Allah’ın

Peygamberi aranızda değil mi?’ dediler. Bunun üzerine Mûsâ Aleyhisselâm’a geldiler ve durumu ona anlattılar’.”

“Muhammed İbn Cerir der ki, ‘Bana İbn Sa’d, İbn Abbâs’ın inek konusunda şöyle dediğini nakletti: Mûsâ Aleyhisselâm devrinde İsrailoğulları arasında malı çok bir ihtiyar vardı. Adam, yaşlı ve çocuksuzdu. Adamın kardeşinin çocukları ise fakirdiler, malları yoktu. Dediler ki, ‘Keşke amcamız ölse de onun malına vâris olsak’... Uzun bir süre beklediler. Ölmediğini görünce şeytana uyup amcalarını öldürdüler. Komşu kasabanın kapısının önüne cenâzesini attılar. Ertesi sabah, maktulün yeğenleri kasabaya gelip, ‘Amcamız sizin kapınızın önünde öldürüldü, siz doğrusu bize, amcamızın diyetini borçlandınız’ dediler. Kasaba halkı, ‘Allah’a ant içeriz ki biz onu öldürmedik ve katilini de bilmeyiz, kasabanın kapısını sabaha kadar asla açmadık’ dediler. Bunun üzerine onlar Hazreti Mûsâ’nın yanına geldiler’…”

“Süneyd’in Muhammed İbn Kays’tan rivayetine göre, İsrailoğulları arasında bir adamın çok malı vardı ve kardeşinin çocuğundan başka mîrasçısı yoktu. Adam uzun süre yaşayınca, yeğeni mîrasına konmak için adamı öldürdü. Sonra cesedi alıp şehrin kapısının önüne koydu. Sonra o ve arkadaşları bir yere gizlenip saklandılar. Şehrin başkanı kapıya gelip etrafı gözetledi, hiçbir şey görmeyince kapıyı açtı. Ölüyü görünce kapıyı geri kapattı. Bunun üzerine maktulün yeğeni ve arkadaşları, ‘Eyvah! Hem onu öldürdünüz, hem de kapıya atıyorsunuz’ diyerek bağırmaya başladılar. Az kalsın maktulün yeğen ve arkadaşlarıyla, o şehrin halkı arasında çarpışma çıkacaktı. Her iki grup silahlarını kuşandılar. Sonra birbirleriyle dövüşmekten vazgeçerek Mûsâ Aleyhisselâm’a gelip durumlarını anlattılar’...”

Görüldüğü gibi çeşitli rivayetlere göre katlin sebebi kadın veya namus meselesi değil, mîrasla, malla alakalıdır. Katil ise yabancı biri değil, adamın yeğenidir.

3-Televizyondaki şahsa göre, Mûsâ Peygamber’in Allah-u Teâlâ’nın kurban kesilmesini bildirmesiyle halkın şaşırarak, “Ya Mûsâ, sen kafayı mı yedin?” demeleri, kurbanın inek değil de yarasa olmasıymış… Süddi, “Hani Mûsâ, kavmine, ‘Allah herhâlde bir sığır boğazlamanızı emrediyor’ demişti” âyetini açıklarken, “Onlar, biz senden maktul ve katili soruyoruz, sense bize ‘Sığır boğazlayın’ diyorsun, bizimle alay mı ediyorsun?” dediklerini nakletmektedir.

Mûsâ Aleyhisselâm’ın etrafındakiler, katilin bulunmasıyla kurban arasındaki ilişkiyi anlamadıkları için şaşırdıkları ve “Bizimle alay mı ediyorsun?” şeklinde tepki gösterdikleri anlaşılıyor. Yoksa ortada yarasa falan yok. Müfessirlerin eserlerinde geçtiği gibi ineğin kurban edilmesi isteniyor. Herkesin bildiği açık ve basit bir isim olan “bakara” kelimesini “yarasa” olarak cins şeklinde değiştirmek, akla ziyan bir husus! Yarasanın nesini boğazlayacaksınız?

Fi tarihte de ilâhiyatçının biri “Tavuktan kurban olur” demişti de hayli tepki toplamıştı. Tavuk, yarasa derken, daha ne saçmalıklara şâhit olacağız? Televizyonlarda program yapanların, aklî melekelerinin normal olduğunu gösterir bir raporla ortaya çıkmalarının elzem olduğu buradan anlaşılmaktadır.

Eski Mısır’da bâtıl inanışlar

4-Kurbandan kaçınmaları, yarasanın kurban edilmesine mânâ vermeyişlerinden değil, ineği kutsal kabul etmelerindendir. Diyor ki, “Yakup Peygamber, Yûsuf Peygamber çokça kurban keserlerdi. Yahudi kavminin alıştığı bir ibâdet tarzıydı kurban. Bunu niye garipsesinler? Niye istemez davransınlar? Söz konusu yarasa olduğu için”…

Öyle değil! Evet, Yakup Aleyhisselâm ve Yûsuf Aleyhisselâm zamanında alışılmış bir ibâdet şekliydi kurban. Yûsuf Aleyhisselâm Mısır’a gidip vezir olunca, İsrailoğulları yavaş yavaş oraya göç etmeye başladı. Mısır, devrin en büyük devletiydi. Nil havzasının bereketli topraklarında bolca mahsul elde edilirdi. Kur’ân-ı Kerîm’de de bildirildiği gibi yedi yıl süren büyük kuraklık devrinde hayatta kalmak için Filistin’den göç etmek zorunda kaldılar. Yûsuf Aleyhisselâm’ın tebliği ile Firavun (kuvvetli ihtimâlle Akhenaton) imana geldi. Mâhiyeti ile Müslüman oldu. İlk yerleşenlere hoşgörü ile bakıldı, rahat ettiler. Yûsuf Aleyhisselâm ve imanlı Firavun’un vefatından sonra Mısır idarecileri tekrar putperestliğe geri döndüler. Putlarını kabul etmeyen İsrailoğullarını zor günler bekliyordu. Horlandılar. Zamanla tutsak edilip köle olarak kullanılmaya başlandılar. Efendilerine tâbi olan İsrailoğulları, Mısır ahalisinin örf ve âdetlerinin tesiri altında kaldılar. Yûsuf Aleyhisselâm’ın yaymaya çalıştığı “temiz din” ise unutulmaya yüz tuttu.

Eski Mısır’da çok tanrılı dinler hüküm sürmekteydi. Her bölgenin, hattâ her şehrin kendine has tanrı inancı vardı. Mısır tarihi boyunca iki binden fazla tanrı veya tanrıçaya inanıldığı kaydedilmiştir. Timsah ve yılan gibi sürüngenler ile boğa ve inek gibi evcil hayvanlar ilâh olarak kabul edilmişlerdir. Meselâ “Hathor”, inek şeklinde bir tanrıça idi. Nut’un, göğün inek tanrıçası olduğuna inanılırdı. Menfis şehrinin tanrısı olan “Ebis” bir boğa olup, bütün vücûdu hayvan şeklinde kabul edilen ilk puttur. Eski Mısırlılara göre bu hayvanların içinde ilâhî bir güç bulunmaktadır. Bugün bile Hindistan’da büyük bir nüfus, ineği kutsal kabul etmektedir. İneği kurban etmek isteyen Müslümanlara saldırmakta, cinayete varan hâdiseler olmaktadır.

İnsanoğlu, çevresinin etkisindedir. İsrailoğulları da ister istemez efendilerinin âdet ve örflerinin etkisi altında kaldılar. Tâ ki Mûsâ Aleyhisselâm resûl olarak görevlendirilip aralarına gelene dek…

Geliniz, bundan sonraki hâdiseleri (özetle) hatırlayalım!

Mısır’dan göç

Mûsâ Aleyhisselâm, “Allah-u Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını ve O’na iman etmesi gerektiğini” Firavun’a bildirince çok kızdı, küplere bindi. Çünkü kendisinin halkın rabbi olduğunu söylüyordu. Bu ikisi arasındaki münakaşaları Ağustos 2019 tarihli Kültür Ajanda’nın 69’uncu sayısında teferruatlı anlatmıştık.

Firavun; asânın yılan olması, Nil nehrinin kana boyanması, gökten ateş, kurbağa, çekirge yağması gibi mucizeleri gördükten sonra, son olarak Mısır halkının ilk çocuklarının ölecekleri tehdidi ile karşı karşıya kaldı. Mucize gerçekleşti, Kıptîlerin ilk çocuklarıyla birlikte Firavun’un da ilk oğlu can verdi. Hemen hemen her evde feryatlar yükseliyordu. Oğlunun ölümüyle yıkılan Firavun, büyük bir korkuya kapıldı. İsrailoğullarının Mısır’ı terk etmelerini kabul etti.

Allah-u Teâlâ’dan aldığı vahiy ile Mûsâ Aleyhisselâm, sabah erkenden göç edeceklerini, hazırlanırken efendilerinin ziynet eşyalarını da gizlice almalarını emretti. Bu emirdeki ilâhî murâdın iki sebebi bulunmaktadır:

1-İsrailoğulları, hayatları boyunca Kıptî efendilerine hizmet etmişlerdi. Dolayısıyla gizlice de olsa aldıkları altın ziynet eşyaları, onların hakkı idi.

2-İlâhî murâd, Firavun ve avenesinin denizde boğulmasıydı. Alınan servetler buna yol açacaktı.

Mısır halkı uyandıklarında, İsrailoğullarının gitmiş olduklarını gördü. Aynı zamanda soyulmuş olduklarını da anladılar. Hiddet ve öfke ile Firavun’a koştular. Firavun da beleş olarak çalıştırdıkları İsrail halkını serbest bıraktığı için pişman olmuştu zaten. Süvarilerin ve savaş arabalarının toparlanmasını emretti. Kısa zamanda peşlerine düştüler.

Mûsâ Aleyhisselâm halkıyla Kızıldeniz sahiline vardığında, Firavun ve ordusu uzaktan göründü. Denizi önlerinde büyük bir engel gören insanlar heyecanlandılar. İçlerinden bazıları Firavun’un cezalandıracağı zannıyla yola çıktıklarına pişman olmuş hâlde söylenip duruyorlardı. Yeni bir mucize gerçekleşti. Aman Allah’ım! Sular ortadan yarılmış vaziyette birbirlerinden ayrılıyorlardı. Deniz ayrılmış, ortada kara görünmüştü. Ama kimsenin kıpırdadığı yoktu. Mûsâ Aleyhisselâm soruşturunca, insanların deniz dibinin balçıklı olmasından, batağa saplanmaktan korktuklarını anladı.

Be hey akılsızlar! Geçmek için denizi yaran Allah, bataktan korumaz mı? Cahillik işte, başa belâ!

Mûsâ Aleyhisselâm, yardımcısı gence emretti. Atına atladığı gibi denize doğru sürdü. Taş yolda gider gibi nal sesleri duyuluyordu. Zeminin sağlam olduğuna kanaat getiren İsrailoğulları şevkle yola koyuldular. Firavun, ordusuyla sahile vardığında durakladı. Ortada deniz görünmüyordu. Kimi bu bölümde denizin olmadığını, kimi ise büyük sihirbaz olan Mûsâ’nın sihriyle karşılaştıklarını söylediler. Yakalayıp altınlarını almalıydılar. Dünya malı işte, sevgisi insanı kör eder!


Eski Mısır’da çok tanrılı dinler hüküm sürmekteydi. Her bölgenin, hattâ her şehrin kendine has tanrı inancı vardı. Mısır tarihi boyunca iki binden fazla tanrı veya tanrıçaya inanıldığı kaydedilmiştir.

Bir an tereddüt eden Firavun, askerlerine hak vermiş olacak ki ileri komutunu verdi. Karşı sahile geçmiş olan İsrailoğulları, ardı ardına dizilmiş süvari ve harp arabalarının süratle kendilerine yaklaştığını görünce “Eyvah, yakalanacağız” diye haykırıp ağlaşmaya başladılar. Bre tez canlılar, bu ne cahillik! Size denizden yol açarak karaya ulaştıran, hiç çâresiz bırakır mı? İnsan işte, sonu beklemeden telâş eder!

Ordu denizden açılan yolun ortalarına gelmişti ki, büyük su kütlesinin, gürültüsüyle birlikte her iki yönden üzerlerine geldiğini gördüler. Firavun ve avenesinin yuvalarından fırlayacakmış gibi açılmış gözlerini ve ekşimiş yüzlerini bir görseydiniz…

Firavun ve ordusunun helâk edilişinden sonra İsrailoğulları yola koyuldu. Tur dağı istikametine yöneldiler. Yol uzun, hava sıcaktı. Zamanla kumanyaları bitti. Yiyecek elde edilecek emâreler de yoktu. Açlık başa vurunca sızlanmaya başladılar. Bazıları, “Keşke Mısır’da kalsaydık, hiç olmazsa karnımız doyuyordu” demekteydiler. Mûsâ Aleyhisselâm, ellerini açarak Rabbine niyazda bulundu. Gökten kudret helvasıyla bıldırcın kuşu indi. Bol bol toplayıp açlıklarını giderdiler. Tıh çölünde ilerliyorlardı. Suları tükenince, “Su! Su!” diye inlemeye başladılar. Mûsâ Aleyhisselâm, biiznillah, kayaya asâsı ile vurduğunda on iki pınar fışkırdı. İsrailoğulları on iki kabileydi ve her kabile, bir pınarda susuzluklarını giderdi. Kur’ân-ı Kerîm, hâdiseleri şöyle bildirmektedir:

“Biz onları on ikiye (o kadar) torunlara (kabileye), ümmetlere ayırdık. (Tıh’da susayan) kavmi (Mûsâ’dan) su istediği zaman, ‘Asânı taşa vur’ diye (vahyettik de) ondan on iki pınar kaynayıp aktı. İnsanların her kısmı su içecekleri yeri iyice belledi. Onları üstlerindeki bulutla gölgelendirdik, onlara kudret helvasıyla bıldırcın indirdik. ‘Size rızık olarak verdiğimiz en temiz ve güzellerinden yiyin’ (dedik). Onlar bize zulmetmediler. Fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (Arâf, 160)

Sulandılar ve karınlarını tıka basa doldurdular. Keyiflerine diyecek yoktu. Fakat insanoğlu nankördür. Şükretmez, elindekiyle yetinmez. Hep daha fazlasını, daha başkasını ister. Bıldırcın ve helva… Et ve tatlı... Yeterli olmadı. Garnitür nevinden yeşillikler olmaz mıydı? İsteklerini Peygambere ilettiler:

“Hani siz, ‘Ey Mûsâ, bir çeşit yemeğe -mümkün değil- dayanamayız! O hâlde bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden, sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın’ demiştiniz. (Mûsâ da,) ‘O hayırlı olanı, şu daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?’ (demişti)…” (Bakara, 61)”

Yol güzergâhında birtakım kabilelere rastladılar. Onlar putperest idiler. Putlarını çeşitli şekilde süslemişlerdi. İsrailoğullarından bazıları onlara gıpta ile baktı. Mısır’daki efendilerin ilâhlarını hatırladılar. Densizler daha da ileri gitti ve “Biz de böyle ilâh isteriz” diye tutturmazlar mı? Subhan Allah!

 (Peygamberler sabırlı kullardır, Allah-u Teâlâ’nın “Güzel İsimlerinden” biri de “Es-Sabûr”dur. Bütün Sıfat ve İsimleri gibi sabrının da sınırı yoktur yani sonsuzdur.)


Ordu denizden açılan yolun ortalarına gelmişti ki, büyük su kütlesinin, gürültüsüyle birlikte her iki yönden üzerlerine geldiğini gördüler.

Altın buzağı

Tur dağına varınca, Mûsâ Aleyhisselâm, Rabbine ibâdet ve niyazda bulunmak için ayrılacağını ve 30 gün sonra döneceğini bildirdi. Yerine kardeşi Harun Aleyhisselâm’ı vekil bıraktı. İlk bir ay her şey normaldi. Otuz günden sonra karmaşa başladı. “Mûsâ Aleyhisselâm niçin dönmedi?” diye sorgulamaya başladılar. Peygamber on gün daha ibâdetini uzatmıştı.

İsrailoğulları kaynıyordu. Değişik yorumlar ve hikâyeler anlatılıyordu. İçlerinde “Samiri” adında, kuyumculuk sanatını bilen haris biri vardı. Halka önder olmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Peygamberin olmayışı büyük fırsattı ve değerlendirilmeliydi. Mûsâ Aleyhisselâm’ın Rabbini aradığını ve bulamadığını, hâlbuki kendisinin bunu meydana çıkarabileceğini iddia etti. Mısır’dan aldıkları ziynet eşyası altınlarını getirmelerini söyledi. Fitne ateşi çabuk yayılır, azı müstesna, çoğunluk altınları getirip Samiri’ye teslim etti. Büyük bir ateş yakarak altınları eritti. Külçe altından bir buzağı heykeli yaptı. Heykelin içinde, ağzı ile kıçı arasında uzunca bir boşluk bıraktı (Şekil-1). Öyle ki, rüzgâr geriden vurduğunda, ağzından sesler çıkıyordu. Böğürtüyü andıran bir ses…

Altın heykel, güneşin ışıkları vurduğunda göz alıcı bir şekilde parlıyordu. Sapsarı ışıklar renk cümbüşü hâlinde titreşmekteydi. İnsanlar etrafında büyülenmişçesine, ağzı açık hâlde bakmaktalardı. Buzağı heykeli yüksekçe bir tepeye konulmuştu. Samiri, yanında ayakta duruyor ve hayran hayran bakan kalabalığı tebessümle süzüyordu. Büyülenmişçesine duran insanları gördükçe keyiflendi. Ellerini kaldırarak uğultulu sesleri kesti. Mağrur bir edâ ile seslendi:

-İşte Mûsâ Peygamber’in aradığı ilâh!

Derin bir uğultu yükseldi. İnsanlar heykelin önünde kümelenmeye başladılar. Harun Aleyhisselâm ve etrafındaki birkaç mümin, olanları şaşkınlıkla seyrediyordu. Harun Peygamber ileri atılarak onları durdurmaya çalışıyor, bir taraftan da avazı çıktığı kadar haykırıyordu:

-İsrailoğulları! İsrailoğulları! Allah-u Teâlâ, yücelerin Yücesidir. Eşi ve benzeri yoktur. Hiçbir şeye benzemez. Bu ise sadece altından bir heykel. Tövbe edin! Tövbe edin!

Dinleyen kim?

Rüzgâr esmeye başladı. Altın buzağının gerisinden ağzına doğru akan hava akımı, böğürtülü bir sesle etrafa yayılıyordu. Halk daha da coştu. “İlâhımız! İlâhımız!” diye zırvalamaya başladılar. Önlerine çıkan Harun Aleyhisselâm’ı biri iterek yere düşürdü. Ayaklar altında çiğneniyordu. Yardımcıları koşup koltuk altlarından tutarak kenara çektiler. O ise kısık sesle ikaza devam ediyordu: “Tövbe edin, tövbe edin!”

Şimdi… Mısır’dan itibaren birçok mucizeye şâhit olan İsrailoğullarına sesleniyoruz: “Andolsun, Mûsâ size en açık delilleri getirdi. Sonra siz onun ardından o buzağıya tutundunuz. (Onu tanrı edindiniz. Siz -öyle- zalimlersiniz.” (Bakara, 92)

“(Tur dağına giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi ziynet takımlarından bir buzağı (yapıp onu tanrı) edindiler ki onun (inek gibi) bir böğürmesi de vardı. Onun kendileriyle konuşmayacağını, onlara bir yol da gösteremeyeceğini görmediler mi ki ona tutundular, kendilerine yazık ediciler oldular?” (Arâf, 148)


Kur’ân-ı Kerîm’de hâdiseler, mevcût Tevrat ve İncillerde bulunmadığı şekilde bildirilmektedir. Bu da Tevrat ve İncillerin sonradan değiştirildiğini (muharref olduklarını) ispatlamakta ve Kur’ân-ı Kerîm’in, sonsuz ilim sahibi Allah-u Teâlâ’dan inzal olduğunu ve korunduğunu açıkça göstermektedir. 

Tur dağında Rabbinden kavminin sapmış olduğunu öğrenen Mûsâ Aleyhisselâm, süratle yanlarına döndü.

“Mûsâ, kavmine öfkeli, kederli döndüğü zaman dedi ki, ‘Size bıraktığım şu mâkâmımda arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele ettiniz ha?’.” (Arâf, 150)

Mûsâ Aleyhisselâm yaptıklarının şirk olduğunu, Allah-u Teâlâ’nın Es-Subhan (eşsiz ve benzersiz) olduğunu, tövbe ettikleri takdirde bağışlanabilecekleri şeklinde nasihatte bulundu. Azâbı şiddetli olduğu kadar, affedici de olduğunu o kadar yumuşak anlattı ki…

“Vakta ki (buzağıya tapmaktan) çok pişman oldular ve kendilerinin muhakkak saptıklarını gördüler. ‘Eğer Rabbimiz bize acımaz, bizi bağışlamazsa herhâlde en büyük ziyana uğrayanlardan olacağız’ dediler.” (Araf, 150)

Tövbeleri kabul oldu da müminlerin safhına geçtiler. Diğer bir kısmı ise şirklerinde ısrarcı idiler. İki zıt insan kalabalığı kılıçlarını çekerek birbirlerine girdi. Birbirlerini katlettiler. İnananlar ayakta kaldı. Rivayetlere göre, öldürülenlerin sayısı ortalama 70 bin kadardı.

Bu yaşananlardan çok sonra, yazımızın başındaki hâdise vuku buldu. Yeğeni, amcasını serveti için öldürdü ve cesedini başkasının mekânına bıraktı. Sonra da “Amcamı öldürdüler” diye vaveyla ile başkalarına iftira attı. Netîce, meseleyi hâlletmesi için Mûsâ Aleyhisselâm’ın yanına vardılar.

Âyet-i kerîmelerle şöyle bildiriliyor:

“Bir zaman da Mûsâ, kavmine, ‘Allah size herhâlde bir inek boğazlamasını emrediyor’ demişti. Onlar, ‘Bizi eğlence mi ediniyorsun?’ demişlerdi. Mûsâ da, ‘Ben cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ demişti.” (Bakara, 67)

Onların şaşırmaları, “Bizimle eğleniyor musun?” demeleri, “‘Biz bu maktulün katili kim, Rabbine duâ et, bize bildir’ diyoruz, sen ise kurban kesmemizi söylüyorsun” şeklindeki söylemleri, istek ile çâre arasında bir alâka kuramamaları ve bir de kurban kesmek istememelerindendir. Bunu nereden anlıyoruz? Çünkü devamlı ineğin tarifini soruyorlar.

-Kaç yaşında?

-Rengi nedir?

-Boyu nedir?

-Vasfı nasıl?

İlk kurban emri verildiğinde vazifeyi ifa etselerdi şekli ve şemaili ile vasıfları gittikçe artan ve bulunması zorlaşan hâle gelmeyecekti. Devamlı soru sorarak fiili geciktirmeye, belki de yapmamaya çalışıyorlardı. Çünkü zihinlerinde hâlâ ineğin kutsal olduğu fikri ve kalplerinde bu kutsala duyulan bir sevgi var. İlâhî murâdsa bu pisliği temizleme cihetindedir. Onun için inek ve hem de altın renginde sapsarı bir inek olması isteniyor. Altın buzağıya atıf var burada!

Bu tespitimizin delili, “(…) küfürleri yüzünden özlerine buzağı (bir su gibi) içirilmiş (iyice işlemiş)ti” (Bakara, 93) âyet-i kerîmesidir. Zamanla inekleri kurban ede ede bu pisliği temizleme talimi yaptılar.


Şekil: Altın Buzağı’nın temsilen gösterimi (şematik)…

Kıssadan hisse

1-O gün altın buzağıya tapanların ahvadının, bugün dünya ekonomisine söz sahibi olduklarını görüyoruz.

Ey Mûsâ Aleyhisselâm’ın doğru yolundan ayrılarak beşerin istikbâline aç canavarlar gibi çöken, altına (dünya hayatına) tapanlar zümresi! Mûsâ Aleyhisselâm’ın gittiği yolun sonundan gelenler, emperyalist (sömürücü) iktidarınızı yıkacak, altın ilâhınızı yakacaktır.

2-Mazlum insanların (milletlerin) hayatını katlederek suçu başkalarına (faktörlere) atanların, Allah-u Teâlâ gün gelecek ki, beklemedikleri vâsıtalarla gerçek cani yüzlerini ifşa edecektir. Mazlumun ahı örtülü kalamaz!

3-Kur’ân-ı Kerîm’in Tevrat ve İncil’den derlenerek teşekkül ettirildiğini iddia edenler, yanılıyorlar. Tevrat’ta altın buzağının böğürdüğünden bahsedilmemektedir. Muharref (tahrip edilmiş) Tevrat’ta Harun Aleyhisselâm’ın altın buzağıyı yaptığı geçmektedir ki bu, açık bir iftiradır! Bunu oraya ilâve edenler şöyle düşünmüşler:

Mûsâ Peygamber kardeşi Harun’u (as) vekil bırakarak dağa çekildi. Dediği gün dönmeyince halk telâşlandı. “Sen vekilsin, şimdi bize Rabbimizden kim haber verecek? Rabbimiz nerede?” diye sıkıştırınca, Harun’da (hâşâ) “Getirin altınlarınızı” deyip onlardan altın buzağı yapmış ve “İşte rabbiniz” demiş. Bırakın peygamberi, normal bir müminin bile put yapıp insanları buna teşvik etmesi düşünülemez. Kur’ân-ı Kerîm bildirmektedir:

“Andolsun, Harun onlara (Mûsâ aleyhisselâm Tur’dan dönmeden) evvel, ‘Ey kavmim! Siz bu (buzağı) ile ancak imtihana çekildiniz. Sizin hakikî Rabbiniz, Çok Esirgeyen (Allah’)tır. Haydi, bana tâbi olun! Benim emrime itaat edin’ demişti. Onlar ise ‘Biz’ demişlerdi, ‘Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar ona (buzağıya) (tapmakta) devam etmekten kesinlikle ayrılmayacağız’.  

Mûsâ (döndüğünde) dedi ki, ‘Ey Harun! Bunların saptıklarını gördüğün zaman bana tâbi olmandan seni alıkoyan ne idi? Sen benim emrime isyan mı ettin?’. (Harun) dedi: ‘Ey anamın oğlu, sakalımı, başımı tutma! Hakikat, ben senin İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözüme bakmadın’ diyeceğinden korktum.’” (Tâ-Hâ, 90-94)

Görüldüğü gibi Harun Aleyhisselâm kavmini uyarmış, Allah-u Teâlâ’nın affedici olduğunu hatırlatarak tövbe etmelerini ve kendisini dinleyerek tâbi olmalarını istemiş, çaba sarf etmiştir. Fakat kavmi kendisini dinlememiştir. Mûsâ Aleyhisselâm, döndüğünde manzara karşısında şiddetle öfkelenerek Harun Aleyhisselâm’ın üzerine yürümüş, “Niçin bunlara engel olmadın?” diye sakalını ve başını tutarak sarsmıştır.

Böyle söylediğini nereden anlıyoruz? Harun Aleyhisselâm’ın “‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın’ demenden korktum” sözünden anlıyoruz. Yani Mûsâ Aleyhisselâm kardeşine, olanlara engel olmadığı için kızmıştır. Engel de olamazdı. Çünkü karşısındakiler çoğunluktaydı, hiddetli ve kararlı idiler.

Günümüz İncillerinde Îsâ Aleyhisselâm’ın çarmıha gerilerek öldürüldüğü yazmaktadır. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm “öldüremediğini, canlı olarak göğe kaldırıldığını” bildirmektedir.

Hâdise şöyle gelişti: Münafık Yahuda, Romalı komutana Îsâ Aleyhisselâm’ın kaldığı yeri göstereceğini söyleyip karşılığında (az bir miktar) para vermelerini istedi. Kabul eden komutan, askerlerine Yahuda ile birlikte gidip onu getirmelerini emretti. Îsâ’nın evde olduğunu söyleyen Yahuda içeri girdi. Vahiyle durumdan haberdar edilen Îsâ Aleyhisselâm ise göğe kaldırıldı. Peşinden eve giren Romalı askerler, Yahuda’dan başka kimseyi görmediler. Hain Yahuda, ceza olarak Îsâ Aleyhisselâm’a benzetilmişti. Askerler onu yakaladılar. O, inatla kendisinin Îsâ Peygamber olmadığını söylüyordu. Fakat içeride başka kimse yoktu ve askerler birini komutana getirmek zorundaydılar. İtiraf ettirmek için çok işkence yaptılar. Ağır işkencelere dayanamayan Yahuda, Îsâ olduğunu söylemek zorunda kaldı. Bu sefer de uğraştırdığı için dövdüler. Yolda dayakla götürülürken, Yahuda, askerleri korkutmak ve işkenceden vazgeçirmek için, “Ben tanrının oğluyum, yaptıklarınızdan dolayı Tanrı sizi cezalandıracaktır” şeklinde saçmalamış da olabilir. Her şeyin doğrusunu bilen, Allah-u Teâlâ’dır.

Kur’ân-ı Kerîm’de hâdiseler, mevcût Tevrat ve İncillerde bulunmadığı şekilde bildirilmektedir. Bu da Tevrat ve İncillerin sonradan değiştirildiğini (muharref olduklarını) ispatlamakta ve Kur’ân-ı Kerîm’in, sonsuz ilim sahibi Allah-u Teâlâ’dan inzal olduğunu ve korunduğunu açıkça göstermektedir.

4-Kıssada, beşer münasebetlerine dair bir hisse de var. Ağabeyi, Harun Aleyhisselâm’ın başına ve sakalına yapışınca, onun, “Ey anamın oğlu” hitabı dikkat çekicidir. Annesini hatırlatması, yumuşamasını istemesindendir. Çünkü anneler, şefkatli ve merhametlidirler. Biz de tartışırken, karşımızdaki sinirlendiğinde ona merhameti hatırlatacak “özneler” bulmalıyız. “Anneniz sizi şefkatle büyütmedi mi?” veya “Anneniz sizi bu hâlde görse çok üzülürdü” gibi…

5-İlmine hayran olduğumuz İmam-ı Gazalî (Milâdî 1058-1111), kişinin âlim olabilmesi için üç vasfının bulunmasını yazmaktadır: (a) Naklî ilimleri bilmek (tefsir, hâdis-i şerif, usûl-i tefsir gibi), (b) aklî ilimleri bilmek ve zamanın fen ilimlerini kifayet edecek tarzda bilmek (cebir, geometri, kimya, fizik gibi) ve de (c) aklî muhakemenin meselelerden hüküm çıkaracak ve alâkayı tespit edecek şekilde kuvvetli olması… Yani aklî ve naklî ilimlerde söz sahibi olmasını yeterli görmüyor, aklının da üstün meziyette çalışmasını istiyor. İlim ve akıl, birlikte hareket etmeli!

İlim ve akıl, iki kanat gibidir. Tebliğ mekânında uçmak isteyenler bu iki vasfa sahip olmalılar. Bunlardan biri noksan olarak uçmaya yeltenirse akıbet, yere çakılmaktır!

Davarları ve sığırları şaşırtacak ve kıskandıracak tarzda tavuk ve yarasadan kurban adayları çıkaranlar, Nûh’un (as) gemisini uzay aracı yapanlar gibiler, kanatsız kuşlara benzerler. Yere çakılan tezleriyle enkaz yığınını arttırmaktan başka netîce hâsıl etmezler.

“Ya Rab! İçimizdeki birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin? Sen bizim Velîmizsin, o hâlde bizi bağışla, bizi esirge. Sen, bağışlayanların en hayırlısısın.” (Arâf, 155)