İlim nedir, ne değildir?

Kullandıkları tek kaynak akılları olan filozoflar, neden çoğu zaman birbirleriyle tezat teşkil eden görüşler sergiliyorlar? Onların iddia ettikleri gibi akıl, mutlak doğruya götüren tek yol ise, görüşlerinin de aynı olması gerekirdi. Ama pratikte öyle olmuyor. Bu neden böyle? İnsan beynini bir bilgisayara benzetebiliriz. Eğer bilgisayara yanlış datalar verirseniz, elde edeceğiniz sonuç da yanlış olur. Filozofların içine düşmüş oldukları (açmaz) durum da bu işte!

“OKU! Yaratan Rabbinin adıyla... O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin (sonsuz) kerem sahibidir. O ki, kalemle (yazmayı) öğretendir. O, insana bilmediği (şeyleri) öğretti.” (Alâk, 1-5)

İlim, lügat mânâsıyla “bilmek” demektir. Birçok tarifi var ise de bize göre ilim, var olanların hususiyetlerinin ve birbirleriyle olan münasebetlerinin tetkiki, tahkiki, tespitidir.

Tetkik, inceleme ve araştırmadır. Bütünü kısımlara ayırıp incelemektir. Yani “analiz”dir. Tahkik ise, analiz edilenin gerçeğini ispatlamadır. Araştırıp incelediğimiz, deneye tâbi tutarak tecrübe edindiğimiz hakkında bir kanun (kural) olarak hüküm koyabiliriz. Bu da tespittir.

Var olanlar ise iki kısımdır: (1) Mutlak var; varlığı hiçbir şeye bağlı olmayan, başlangıcı olmayan yani ezelî olan Allah-u Teâlâ celle celaluhu… (2) İzafî var; varlığı sınırlı ve kayıtlı olan yani yaratılmış olan, mahlûk… Bunlar izafî vardırlar. Çünkü Yaratıcı yaratmasa ve varlıklarını kudretiyle tutmasaydı asla mevcudiyetleri söz konusu olmazdı. Yaratıcı haricindeki bütün (canlı, cansız) mevcudat (yani masiva), Yaratıcısı olan Allah-u Teâlâ’ya muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. İhtiyaç sahibi olan zaten ilâh olamaz.

İlmin elde edilişi, membai (kaynağı) üçtür: (1) Vahiy, (2) nakil ve (3) akil…


Aklî ilimler (ulûm-i akliyye)

Akıl işletilerek, tetkik-tahkik yapılarak tespit edilen ilimlerdir. Kesin netice elde etmek deney ve tecrübeye dayanır. Fen ve sosyal olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Fen ilimleri matematik, fizik, kimya, biyoloji vesaire… Sosyal ilimler tarih, coğrafya, edebiyat, mantık vesaire…

Fen ilminde herhangi bir hüküm (kanun) koyarken belli vasıtalara ihtiyaç vardır. Deney mekânı, çevre yahut laboratuvar ve malzemeler… Meselâ suyun hangi elementlerden teşekkül ettiğini bulmak istiyoruz, bunun için laboratuvarda analize tâbi tuttuk:

2H2O → 2H2 + O2

Hidrojen ve oksijen gazından meydana geldiğini bulduk. Sıvı olan sudan, analizle farklı iki gaz elde ediliyor. Acaba bu netice doğru mu? Aynı iki elementi kimyasal terkibe (sentez) tâbi tuttuğumuzda su oluşuyor:

2H2 + O2 → 2H2O

Yalnız burada miktar farklılığı var. Su analizinde bir molekül oksijene karşılık iki molekül hidrojen açığa çıkmaktadır. Yine aynı oranda sentez yaptığımızda su elde ediyoruz. Bunun tesadüfî olup olmadığını anlamak için deneyleri birçok defa tekrarladığımızda (tecrübe ettiğimizde) hep aynı netice hâsıl oluyor. Aklımızı kullanarak şöyle bir tespitte bulunuyoruz: Su, iki birim hidrojenle bir birim oksijenden meydana gelmiştir. Bu kesin bir kanundur, değişmez. Hüküm koyarken sade aklımızı değil, mekân ve malzemeleri de kullanıyoruz.

Hidrojen yanıcı, oksijen yakıcı birer gazdır. Yanıcı ve yakıcı iki zıt maddeyi birleştirerek hayat membaı olan su mucizesini yaratan Allah-u Teâlâ’nın şânı ne yücedir! Her su içişinizde bunu unutmayın, lütfen…

İmâm-ı Gazâli (1058-1111)

İslâm âlimleri deneye, tecrübeye önem vermişlerdir. İmâm-ı Gazâli “El-Münkızü Mine’d-Dalâl” adlı eserinde, “Bir fen adamına, deney ile tecrübe ettiği bir hususta ‘Din bunu reddeder’ derseniz, o fen adamı tecrübe ile bulduğu neticeden şüphe duymaz da sizin dininizden şüphe eder” diyor. Çok güzel ve yerinde bir tespit. Bugün Müslümanlar, ilim ve teknikte geri kalmışsa ya da İslâmiyet’in ilme karşı çıktığı zannediliyorsa, Gazâli’nin bu tespitini anlamamalarının payı vardır.

İmâm-ı Gazâli, müctehit bir İslâm alimidir. 53 senelik ömrünü yazdığı eserlere böldüğünüzde bir güne 18 sahife düşmektedir. İlk tahsilini İran’ın Tüs şehrinde yaptı. Cürcan’a, Nişabur’a, Bağdat’a, Şam’a, Kudüs’e, Medîne-i Münevvere’ye, Mekke-i Mükerreme’ye seyahat ve ziyaretler yaptı. Bazı müelliflere göre Mısır’a, İskenderiye’ye de uğradığı söylenmiştir. Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün daveti üzerine Nizamiye Medresesinde (Üniversitesi) hocalık yaptı. 300 küsur talebe yetiştirdi ki içlerinden meşhur âlimler çıktı. Hayatının bir döneminde tüm işlerini terk ederek inzivaya çekildi. Yediği, içtiği, istirahati, uyuması da göz önüne alınırsa, bir güne 18 sahife, ne muazzam bir gayret, ne bereketli bir çalışma! İnsanın havsalası almıyor.

Naklî ilimlerdeki eserleri bir yana, fen ilimlerinde de günümüzde kabul gören bilgiler verdi. Karaciğerde kanın zararlı maddelerden temizlendiğini, safra ve lenfin, böbrek ve safra kesesinin vazifelerinin önemini, kandaki madde miktarının değişmesinin sıhhate olan etkilerini bildirdi. Astronomiye de önem veren İmâm, Güneş ve Ay tutulmalarının izahını günümüz bilgilerine eş değer bir biçimde ifade etti. Kendisinden 500 sene sonra İtalyan fen âlimi Galileo (1564-1642) arzın döndüğünü yazdığında Papa tarafından aforoza uğradı. Mahkemede (yakınlarının da ricasıyla) iddiasından vazgeçmeseydi yakılacaktı. Çünkü meslektaşı Bruno, bu ceza ile infaz edilmişti.

Mantık hariç tutulursa, felsefe bir ilim değildir. Felsefecinin sermayesi yalnızca aklıdır. Evet, akıl, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği, doğruyu yanlıştan ayıran bir melekedir. Fakat nefs karışmamışsa… Eski Yunan ve Roma’da birçok meşhur filozof peyda oldu. Her biri kendi düşünce tarzını hakikat olarak çevresine sunuyordu. Yetiştirdikleri talebeleri bile kendilerine kabul etmeyerek başka yol tuttular. Eflatun, hocası Sokrat’tan başka şeyler söyledi. Eflatun’un talebesi Aristo, hocasını beğenmedi. Hepsi kendi aklının üstün, kendi düşüncesinin doğru olduğunu zannediyor. Neden? Çünkü nefs, başkasından aşağı olmasını kabul etmez. “İllâki doğru benim” der. Bunlar nefslerini yıldız gibi parlatmışlardır. Nefis, aklın üstüne çıkıp da dizginleri eline aldı mı, tutana aşk olsun!

Sadece aklına güvenen bir filozofun elle tutunacağı bir aleti yok ki düşüncesini test etsin. Daha yeryüzünü tanımayan, yer kabuğunu teşkil eden elementlerden habersiz olan, bırakın yeri, Güneş Sistemi’nden bîhaber olan, milyarlarcadan ziyade galaksileri bile bilmesi söz konusu olmayan bir fâninin, kâinatın kendiliğinden varolmuş ezelî olduğunu söylemesi ne kadar mantıksız, ne kadar abes!

Normal bir akıl ilk başta böyle bir hüküm vermesini reddeder. Filozoflar, o kadar akıllarını, daha doğrusu nefslerini beğenmişlerdir ki deneye tâbi tutulabilecekleri mevzularda bile ahkâm kesmişlerdir. Meselâ Aristo, kadınların erkeklerden daha az sayıda diş sayısına sahip olduğunu iddia eder. Eşinin ağzını aç da dişlerini saysana be adam! Ne gezer! Kibri buna manidir. O aklıyla her şeyi bilebilir(!), uğraşmaya değmez.

İmâm-ı Gazâli, “El-Münkızü Mine’d-Dâlal” kitabında filozofları “dehriyyün, tabiiyyün, ilâhiyyün” olmak üzere üç sınıfa ayırır. “Dehriyyün (“Böyle gelmiş, böyle gider” diyenler) sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabiiyyün (tabiatçılar) da ahiretin mevcudiyetini kabul etmezler. Cennet’i, Cehennem’i, kıyâmeti inkâr ettiler, bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan ilâhiyyün, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı reddetmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır. Bir Yaratıcının olduğunu söylemekle beraber peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır.

Hıristiyanlığı korumak bahanesiyle işlenen hunharca cinayetler, aksi tesir ederek Avrupa’da deizmin ve ateizmin doğmasına ve gelişmesine yol açtı. Halkın diğer kesimleri gibi fen adamları da Kilise’nin baskısından nasibini aldı. 

Ateizm ve deizm

Yukarıdaki filozofları günümüz felsefesinde tasnife tâbi tutarsak “ateist” ve “deist” olarak adlandırıldığını görürüz. Ateizmde Tanrı inancı yoktur. Kâinatın ezelî olduğu yani yaratılmadığı, kendi kendine var olduğu söylenir. Ezelî olan bir yaratıcıyı akıllarına sığdıramayanların onun yerine maddeyi koyup ezelî kabul etmeleri, kendi düşünüş tarzına (metoduna) ters olmakla beraber, varılan netice ise ahmaklığın daniskasıdır.

Deizmde ise Tanrı inancı var fakat din yoktur. “Yaratıcı, peygamberler ve vahiyler göndermemiştir. Tanrı insana akıl ve vicdan vererek doğruyu ve yanlışı bulmalarını sağlamıştır” derler. Onlara göre Tanrı kâinatı yaratmış ve kendi gidişatına bırakmıştır. Dolayısıyla kıyâmet, hesap, Cennet, Cehennem yani ahiret hayatı olmamış oluyor. Bu düşünce tarzı ateizme göre daha da aptalca. Günümüz fen ilmi mikrokozmos (atom ve atom altı) âlemlerden makrokozmos (galaktik sistemler) âlemlere kadar her yaratılışın belli bir nizam ve intizam içinde yaratıldığını ve deveran ettiğini ispatlamaktadır. Böyle harikulâde bir sistem içinde yapılan kötülüklerin, adaletsizliklerin, zulüm ve işkencelerin yapanın yanına kâr olarak kalabileceği nasıl düşünülebilir? Her şeyi inceden inceye plânlamış ve yaratmış olan bir Tanrı, bunları nasıl görmez veya umursamaz? Bu, normal aklın kabul edebileceği bir durum değil.

Sonra bir kısım insanlar (peygamberler) her şeyi yaratanın kendilerini vazifelendirdiğini, beşerin bilemeyeceği bilgileri (vahiy) tebliğ ediyor ve insanüstü delillerle (mucizelerle) ispat ediyor ise, nasıl olur da buna sırt dönülebilir? Bu, normal bir aklın kabul edebileceği bir davranış tarzı olamaz.


Agnotisizm

Yakın tarihte ateizm ve deizmden sonra yeni bir felsefî akım türedi: Agnotisizm… Yunanca “an” ve “gnostik” kelimelerinin birleşiminden meydana gelen “agnotisizm”, “bilgisi bulunmayan, bilinemeyen” mânâsına gelmektedir. Bunlara göre müşahedemizin dışında kalan (duyu organlarımızla gözlenemeyen), tetkike ve tecrübeye (deneye) tâbi olmayan ruh, melek, ahiret gibi değerleri (kavramları) kabul etmek veya etmemek doğru değildir. Tanrı’nın var olduğu veya var olmadığı söylenemez.

Fen ilminin inkişafıyla âlemlerdeki mükemmeliyeti gören bu kabil filozoflar, Tanrı’yı baştan reddetmenin akıllıca olmadığını gördüler. Ezelî ve ebedî, bütün sıfatlarıyla sınırsız (sonsuz) bir Yaratıcıyı da kabul etmek akıllarına (basmıyor) sığmıyor. “Vardır” da diyemiyorlar. Bu muhakeme, diğer iki sınıfa nazaran daha da mantıksız. Tanrı yok kabul edildiğinde, inanana ve inanmayana bir zarar gelmez. Fakat ya varsa? Bu takdirde insan için bir mükellefiyet, istikbâli için büyük bir tehlike var. Hayatının, ömrü içinde yaptıklarının ahirette hesabı var. Son menzil, Cennet ve Cehennem var. İşin aslına inmeyi terk ederek “neme lâzım” davranışını şiar edinmek büyük bir risk değil mi? Hem de geri dönüşü olmayan bir yol…

Bir konfeksiyon mağazasına girip de alacağı giysiyi birçok denemeden sonra karar veren insanoğlunun, “Vur patlasın çal oynasın, sonu ne olursa olsun” hayat tarzıyla akıllı bir seçim yaptığını kim söyleyebilir?

Hakikate yaklaşan filozoflar da yok değil. Meselâ Alman filozof ve matematikçi Gottfried Leibniz (1646-1716), kâinattaki nizam, tesanüd (dayanışma) ve ahenge (uyum) dikkat çekerek bunların tesadüfen meydana gelemeyeceğini, her şeyin bütün iradelerin üstünde olan Yaratıcı tarafından yaratıldığını ifade etmiştir.

Kullandıkları tek kaynak akılları olan filozoflar, neden çoğu zaman birbirleriyle tezat teşkil eden görüşler sergiliyorlar? Onların iddia ettikleri gibi akıl, mutlak doğruya götüren tek yol ise, görüşlerinin de aynı olması gerekirdi. Ama pratikte öyle olmuyor. Bu neden böyle? İnsan beynini bir bilgisayara benzetebiliriz. Eğer bilgisayara yanlış datalar (ön kabuller) verirseniz, elde edeceğiniz sonuç da yanlış olur. Filozofların içine düşmüş oldukları (açmaz) durum da bu işte!

Kişinin, çocukluk çağından ergenliğe doğru geçirmiş olduğu etkileşimlerin, başta ebeveynleri olmak üzere büyüklerinin ve öğrenim gördüğü hocalarının etkilerinin şekillendirdiği kabuller (datalar) önemlidir.

“Russel” diye biri…

Bertrand Arthur William Russel (1872-1970), Britanyalı aristokrat bir aileye mensup matematikçi, tarihçi ve filozoftur. 1950 Nobel Edebiyat Ödülünü aldı. Kendisini liberal, sosyalist ve pasifist olarak tanımlamakta fakat hiçbirine de derinden bağlı olmadığını ilâve etmektedir.

Russel 1947’de, “Ben Ateist miyim yahut Agnostik miyim?” (Am I an Ateist or Agnostic) adlı yazısında bunu cevaplamasının zor olduğunu, ateist mi, yoksa agnostik mi olduğunu (nasıl oluyorsa) tam olarak bilmediğini söylemektedir. Savunması şudur: Felsefeci izleyiciler karşısında agnostik… Çünkü Tanrı’nın olmadığına dair elinde bir delil bulunmamaktadır. Sokakta sıradan bir insan karşısında ise ateist oluyor. “İlâhî dinlerdeki tanrının ispatı yanında, Homerik (çoğulcu) tanrıların da var olduğunun ispatı yoktur” diyor. “Homerik tanrıların gerçek olma ihtimâlini düşünmeyiz bile ama size Zeus, Hera, Poseidon ve diğerlerinin olmadığını ispatlamanız gibi bir görev verilse zorluk çekersiniz; çünkü böyle bir ispat yoktur” diyor.

Russel’in ateist yahut agnostik olup olmadığına karar vermemesinin bizim için pek önemi yok. Fakat Nobel Ödülünü almış bir dâhinin (!) yukarıdaki ifadelerindeki büyük yanlışlık hayli dikkat çekici. Eski Grek yazarı Homer’in destanlarında geçen ilâh sülâlesinin olmadığını düşündüğümüz hâlde ispatını yapamazmışız. Kim demiş?

“İlâh” kelimesinin mânâsını ele alalım. İlâh yani tanrı demek, “her şeye gücü yeten, iradesini her zaman gerçekleştirebilen” demektir. Aciz ve zavallı olan, zaten ilâh olamaz. Mitolojide geçen Zeus, karısı Hera başta olmak üzere, evlâtları (Mars, Afrodit gibi) üzerinde baş tanrıdır. Diğerlerini azarlamakta, kimi isteklerini kabul etmemekte, yanlış iş yaptıklarını söyleyebilmektedir. Karısı Hera ise kocasından habersiz fırıldaklar çevirmektedir. Evlâtlarından kimi ise ebeveynlerine küsüp Olimpius’tan terk-i diyar edip insanlardan yardım dilenmektedir. Amerikan televizyon dizilerindeki maceralara duçar olan acınası şahsiyetlerin, insan hayâlinin ürettiği karakterler olduğuna kimin şüphesi olur. Hangi normal akıl, bu tür karakterlerin ilâh olmayacağını anlamaz. İki artı ikinin dört ettiği “postulattan” ispat aramak, değil usta matematikçinin, ilimden bîhaber olanların işidir. Ya da Âdemoğlundan intikam almak isteyen “şeytansı” zekânın mahsulüdür.

Bertrand Russell, 18 Mayıs 1872 tarihinde, Galler’de nüfuzlu bir Britanyalı aristokrat ailenin ferdi olarak doğdu. Dedesi Bedford Dükü Earl Russell, Kraliçe Victoria zamanında iki kere başbakanlığa getirildi. Babası Amberley Vikontu John Russell, ateistti. Karısı ile çocuklarının özel öğretmeninin ilişkisine aldırmazdı. Russell’in bir ağabeyi, bir ablası vardı. İki yaşında, ablasını ve annesini kaybetti. Dört yaşındayken babası bronşitten vefat etti. Babası, babaannesine evlâtlarının agnostik öğretmenler tarafından okutulmasını vasiyet etmişti. Kontes olan babaanne, çocukların bakımını ve eğitimini üstlendi. Kontes, Darvinizm gibi aşırı görüşleri desteklemekle tanınmıştı.

Russell dört kere evlendi. Evliyken de birçok kadınla ilişkisi oldu. 1940’lı yıllarda, on yıl evvel yazmış olduğu “Evlilik ve Ahlâk” kitabındaki gayr-ı ahlâkî görüşleri nedeniyle üniversitede ders vermesi mahkeme kararıyla engellendi. Bütün bu hayat tarzının “kişiliğin çocukluktan itibaren, ailenin ve çevrenin etkilenmesi ile oluştuğu” tezimizi doğruladığı görülmektedir. Binaenaleyh, Russell’in ateizm ile agnotisizm arasındaki gelgitlerine ve cinsel hayatının yelpazelenmesine şaşmamak gerek.

Avrupa’da gelişen Hıristiyanlık, Katolik, Ortodoks ve Protestanlık mezheplerine ayrıldı. Her bir Hıristiyan mezhebi, karşısındakini düşman ve kâfir olarak niteliyordu. 

İlim mi, din mi?

Yerli ve yabancı düşünürler, ilim ile inanışları kıyaslarken “ilim ve din” yahut “İslâm ve ilim” gibi başlıklar kullanırlar. Politeizm (birden fazla tanrıya inanmak) ve muharref (bozulmuş) dinler için bu geçerlidir fakat İslâm için bunu asla söyleyemeyiz. İslâm’ın bizâtihi kendisi ilimdir. İslâm’ın tamamı ilimdir ve ondaki bilgi seviyesi, yazı girişimizde görüldüğü üzere derecelendirilmektedir.

İlmin dinden ayrı olarak tetkikine neden ihtiyaç duyuluyor? Bu (zorunluluk) zaruret, Orta Çağ’da Kilise’nin fen adamlarına yapmış olduğu baskıdan doğmaktadır. Îsâ’nın (aleyhisselâm) “semâya” irtihalinden sonra havariler, Allah-u Teâlâ’dan gelen vahyi yaymak için yeryüzüne dağılarak çetin bir mücadeleye giriştiler. Zamanın hâkim devleti Roma, yeni dinin ilk mensuplarına çok şiddetli davrandı. Romalılar politeisttiler yani çok tanrıya inanıyorlardı. Tek tanrıya inanan bu hareketi kendilerine karşı bir isyan olarak değerlendirdiler. Arenada aslanlara atarak, kılıçtan geçirerek veya ağır işkencelerle can verdirerek önlemeye çalıştılar yeni din mensuplarını. Issız yerlerde, mağaralarda imanlarını muhafaza etmeye çalışan İsevîler, zamanla halka nüfuz ederek çoğalmaya başladılar.

Beri yandan Kudüs’te içlerinden çıkan peygamberi kabul etmeyerek Romalıların yanında yeni dini önlemeye çalışan Yahudiler de çeşitli iftiralarla fitne çıkarıyorlardı. Îsâ’nın (aleyhisselâm) tek tanrılı temiz dinine yanlış akidelerde yer yer nüfuz etmeye başlamıştı bu hamle. Baba tanrı Zeus ve tanrı evlâtlarından oluşan ilâhlar ailesine inanan Doğu Roma İmparatoru Konstantin, halkının yeni din mensuplarıyla olan çatışmalarından huzursuzlanmaktaydı. Filozof Eflatun’un felsefesini iyi bilen Yahudi Pavlos durumdan istifade etti. Çünkü Eflatun, Romalılar tarafından da kabul gören bir felsefeciydi. Bu felsefeye göre hakikat üçtü: Görünmez yaratıcı (ekkinom), bilgi (logos) ve kâinat (kosmos).

Çok tanrılı sülâlenin adedinin üçe indirilmesi, Konstantin tarafından da makul karşılandı. Her iki taraf da taviz vererek ortada buluşmuşlardı. Yani üç adet tanrıda ittifak ettiler. Konstantin, Milâdî 325 senesinde İznik’te tertiplediği toplantıya bütün din adamlarını davet etti. Rahip Arius (270-336), üçlü tanrı inancını (teslis) kabul etmeyerek Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah-u Teâlâ’nın kulu ve peygamberi olduğunu söyledi. Toplantıda Arius aforoz edildi. Durumun ciddiyetini gören Arius, Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. Daha önce de (312) Antakya Piskoposu Lucian teslise inanmadığı için öldürülmüştü.

Avrupa’da gelişen Hıristiyanlık, Katolik, Ortodoks ve Protestanlık mezheplerine ayrıldı. Her bir mezhep de kendi içlerinde kollara ayrılıyordu. Bu mezhepler Hanefi, Şâfi, Maliki, Hambeli gibi İslâm mezheplerine (şema açısından) benzetilmemeli. Her bir Hıristiyan mezhebi, karşısındakini düşman ve kâfir olarak niteliyordu. Aralarında yıllarca harp ettiler. Meselâ 1572 yılında, Paris’te ve civarında, Saint Bartelemy Yortu Günü’nde Kral Dokuzuncu Şarl’ın emri ile 60 bin Protestan öldürüldü.


Papa doğurunca

İtalya Roma’da saltanat kuran Papalık, Avrupa’yı nüfuzu altına almıştı. Aforoz (lânetleme) ve günahları af etme yetkisi en önemli iki silahıydı. Parası çok olan, kiliseye yapacağı bağışla anadan yeni doğmuş gibi pîr ü pâk oluverirdi. Kilise gün geçtikçe daha da zenginleşti ve o nispetle de güçlendi. Avrupa’daki krallar Papa’nın elinden taç giymek sûretiyle göreve başlayabiliyorlardı. Karşı çıkan krallar aforoz ve “interdit” (dışlama) ile tehdit edilirdi. Bu ceza aynı zamanda tebaalarının krala tâbi olmamalarını meşru yapmaktaydı. Hükümdarlar Papa’ya ters düşmemeye dikkat eder, çekinirlerdi.

Papa Üçüncü Innocentus (1198-1216), kendisini yeryüzü Hıristiyanlarının, hatta krallarının da üzerinde bir hükümdar olarak ilân etti. Alman İmparatoru Dördüncü Heinrich, Papa ile ihtilafa düştü, aforoz edildi. Af dilemek için Papa’nın sarayına giden İmparator, kapıda günlerce bekletildi. İtalya şehirlerindeki hâkimiyetinden vazgeçmesine mukabil affedildi.

Papalık tarihinde mala mülke düşkün, ahlâken bozuk, hatta gayr-i meşru çocukları bulunan şahsiyetler görülmüştür. Komik hâdiseler de vardır.

Papa Dördüncü Leon’un 857 yılında vefat etmesiyle, yerine din dersleri veren ve “âlimlerin hocası” olarak tanınan İngiliz Joan geçti. “Sekizinci Ioannes” lakabını aldı, İmparator İkinci Louise’ye taç giydirdi. Yalnızlığı tercih eder, halk içinde fazla dolaşmazdı. Papalığının üçüncü yılında Vatikan’dan Lateran’a görev icabı gitmek zorunda kaldı. Yolda fenalaşınca en yakın kiliseye kaldırıldı. Olanlar ondan sonra oldu. Papa hamileydi!

Kilisede doğum yapan Papa’nın kadın oluşu, kamuoyunda şok yaratmakla beraber büyük fırtınalar kopardı. Rahipler meclisi, aynı skandala düşmemek için yeni bir usul keşfetti. Kardinaller meclisinin seçtiği papa, önce ortası delik olan bir sandalyeye oturtuluyordu. En yaşlı kardinal, sandalye altından eli ile muayene eder, merakla bekleyenlere müjdeyi patlatırdı: “Erkekliği vardır ve sarkmaktadır.” Bu mühim keşfi (!) aynı kelimelerle ilân etmek, daha sonra kural hâline geldi.

Engizisyon

Avrupa’da 12’nci yüzyılın ortalarından itibaren Katolik Hıristiyan inancını korumak maksadıyla işkenceci mahkeme anlamını taşıyan “Engizisyon” hareketi başladı. Daha önce, 1200’li yıllarda Kilise görüşlerine karşı çıkan Orta Avrupa ve Balkanlarda etkili olan, kendilerine “Kathar” adı verilen kalabalıklar oluşmuştu. Kilise’nin harekete geçirdiği görevliler 1209’da Toulous civarında 20. bin Kathar katletmişlerdir. Birkaç sene sonra da Engizisyon Mahkemesi, odun yığınları içinde 200 kadar Katharı yakarak cezalandırdı. 5 Nisan 1592’de Lima’da, aralarında İngilizlerin de bulunduğu 41 mahkûm yakıldı.

Engizisyon Mahkemeleri önce ihbarla yakalanan (ki çoğunluğu iftiraya uğramaktaydı) insanları işkence ile suçunu itiraf ettirmeye uğraşırdı. İtiraf eder (ki bir kısmı dayanamayarak kabullenme durumundaydı) ve tövbe ederse zindana atılır, etmeyenler yakılarak infaz edilirdi. Cezalandırılanların mallarına el konulur, evleri yakılır, yakınları devlette görev alamazlardı.

Dinden ayrılanlara yakma cezası uygulamasına daha sonra Yahudiler de dâhil edilmiş, ilk defa 1288 yılında Fransa’da, Yahudiler kitleler hâlinde kızağa bağlanıp yakılmıştır. İspanya’da Müslüman ve Yahudilerin katliamları ise daha vahşet sahneleriyle doludur. İşkencelere dayanamayarak vaftiz olmayı kabul eden Müslümanlar “Moriskolar”, Yahudiler ise “Morranesler” olarak adlandırılacak ve sıkı bir kontrole tâbi tutulacaklardı. İspanya’daki Engizisyona papa tarafından müşahit olarak görevlendirilen Lorento, 1481-1517 yılları arasında 13 binden fazla kişinin diri diri yakıldığını, yaklaşık 200 bin kişinin ise muhtelif cezalara çarptırıldığını bildirmiştir. Portekiz Engizisyonunda ise bin 175 kişi yakılmış, 29 bin 590’ı ise çeşitli cezalara çarptırılmıştır.

Bernand Russel’in “din ve ilim” tespitiyle, rakamlar tam belli olmamakla birlikte Engizisyon sonucu 50 bini yakılmak suretiyle, en az yarım milyon insanın öldürüldüğü, 5 milyon kişinin ise bulundukları yerlerden göç etmek zorunda kaldığı ifade edilmektedir. Îsâ (aleyhisselâm) insanlara, “Birbirinizi seviniz” dedi, bu canavarlar, onun adına insanları ve insanlığı yaktılar.

Avrupa’nın Orta Çağ karanlığında uzun müddet devam eden Engizisyon faciaları, Fransa’da 1772 yılında, İspanya’da 1834 yılında, İtalya’da 1859 yılında ancak kaldırabilmiştir. Hıristiyanlığı korumak bahanesiyle işlenen hunharca cinayetler, aksi tesir ederek Avrupa’da deizmin ve ateizmin doğmasına ve gelişmesine yol açtı. Halkın diğer kesimleri gibi fen adamları da Kilise’nin baskısından nasibini aldı. Fen mevzusunda da Kilise bilgisinden aykırı konuşanlar suçlu sayıldı. Bunlardan biri de İtalyan filozof ve astronom Bruno’dur.

Giordano Bruno (1548-1600), gençliğinde rahip olarak hizmete başladı. Astronomi ilmine meraklıydı. Kopernik’in Güneş Sistemi teziyle karşılaştığında, o güne kadar öğrendiklerinin yanlış olduğunu anladı. Kilise, Batlamyus (85-167) savunucusuydu. Bu sistemde yer, göğün merkezinde ve sabitti. Tepsi gibi düz yeryüzünün etrafında Ay, Güneş ve gezegenler dönmekteydi. Aksini iddia etmek, İncil’in öğretisine karşı gelmek demekti. Böyle dinden çıkanlar Engizisyonda yola getiriliyordu.

Firar etti Bruno, Avrupa’nın muhtelif semtlerinde dolaştı durdu. Memleketine döndüğünde yakalandı ve mahkemeye çıkarıldı. Yanlış anlaşıldığını söyleyebilir, tövbe edebilir, boyun eğebilir, kurtulabilirdi. Hiçbirini yapmadı Bruno. Doğru bildiklerini söyledi. Ruhban heyetini kastederek, “Kötü insanlar kendi iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar” dedi. Meydan okuyuş Kilise’yi öfkelendirdi ve dinden çıkmış “kâfire” ölüm cezası verdi. Roma’daki Campo de Fiori Meydanı’nda diri diri yakılarak infaz edildi.

Kilise’nin baskısına rağmen fen âlimleri çalışmalarına devam ettiler. Modern fiziğin kurucularından kabul edilen Galileo (1564-1642), hareket eden cisimlerin matematik formülleri üzerinde araştırmalar yaptı. Pisa Kulesi’nden ağırlıklar atarak serbest düşüş deneyleri yaptı. Aristo’nun fizik ile alâkalı görüşlerinin yanlışlığını ispatladı. Aristo’ya körü körüne hayran ruhban sınıfının düşmanlığını arttırıyordu. 1609’da Hollanda’da icat olunan teleskoba yeni ilâveler yaparak kendi adı ile anılan gök dürbünü ile gözlem çalışmaları yaptı. Venüs ve Satürn gezegenleri hakkında yeni bilgiler elde ederek Jüpiter’in bilinmeyen dört uydusunu haber verdi. Araştırmalarıyla Batlamyus sisteminin yanlışlığını açığa çıkarmakta, Polonyalı astronom Kopernik’in (1473-1543) Güneş merkezli sistemini savunmaktaydı. Yerin küre olduğunu ve döndüğünü söylemesi ise Kilise’nin hiç hoşuna gitmedi. Hıristiyan inancına aykırılık suçlamasıyla yaşlı âlimi mahkemeye çıkardılar, tövbe ederek görüşlerinden vazgeçmesini istediler. Galileo’nun doğru bildiğinden vazgeçmesinin niyeti yoktu ama sevenleri o kadar yalvardı ki sonunda razı oldu. Haklıydılar, çünkü Bruno’nun yakılışı, hafızalardaki tazeliğini koruyordu. Tövbe etti ve yerin dönmediğini söyledi. Mahkeme kapısından çıkarken etrafına duyurduğu “Her şeye rağmen yine de yer dönüyor” sözü tarihe darb-ı mesel olarak kalacaktı…

Bruno’nun yerin döndüğüne inandığı için yakıldığı zamandan tam 768 sene önce Abbasî Halîfesi Me’mûn zamanında Müslümanlar, sahrada ölçüm yaparak yerin çevresini hesaplamaya çalışıyorlardı. 

Bettâni (858-929)

Avrupa’da Kilise ile fen adamlarının didişmelerinden 6 asır önce İslâm âlimleri, bırakınız yerin küre olduğunu ve döndüğünü bilmelerini, yer çapını hesaplıyor, Güneş ve gezegenlerin yörünge hareketlerini, mesafelerini tetkik ve tespit ediyordu.

Bettâni (858-929), ilk defa astronomik cetvelleri düzenliyor, Avrupalılar daha matematikten bîhaber iken trigonometri hesapları yapıyordu. Küresel trigonometri ilminin mucidi odur. Yer küresinin Güneş’ten en uzak konumunu (günöte) o bulmuştur. Yerin Güneş etrafındaki bir turu için geçen zamanı yani bir yılı 365 gün 5 saat 46 dakika 32 saniye olarak ilk defa o hesaplamıştır. Günümüzde modern teknik aletlerle yapılan hesaplardan sadece 2 dakika noksanlık farkı vardır. Bettâni, yerin eğik olarak döndüğünü keşfetmiş (düşey eksen ile eğik eksen arasındaki) ve açıyı 23 derece olarak hesaplamıştır. Günümüzde bu değer 23.5 derecedir.

(Belki de Bettâni’nin kendi zamanında yapmış olduğu hesaplar tamamıyla doğruydu. Çünkü eksen eğikliğinin zamanla artabileceğine dair bugün teoriler vardır. Yine yerin her yıl az da olsa Güneş’ten uzaklaştığı modern astronomide biliniyor. Uzaklaşması demek, yer yörünge uzunluğunun artması demektir. Dolayısıyla bir turunu daha fazla sürede tamamlayacaktır. O takdirde 2 dakikalık fark da ortadan kalkar. Bu mevzu ile alâkalı çalışmalarımızı Kültür Ajanda dergimizin Mayıs 2019 tarihli 66’ncı sayısında “Nuh’un (aleyhisselâm) Ömrü” başlıklı yazımızda ele almıştık. Tafsilat için lütfen bakınız.)

Batlamyus’un eserlerini tetkik eden Bettâni, dört ciltlik çalışmasıyla yanlışları ortaya dökerek doğrusunu belirtmiştir. Ay, yer, Güneş hareketlerine dair, Ay ve Güneş tutulmaları hakkında mükemmel malûmatlar verdi. Trigonometrik değerler olan sinüs, cosinüs, tanjant oranlarını kullandı. Küresel üçgenlerdeki kosinüs kuralını bildirdi. Kotanjant tablosunu ilk defa Bettâni bulmuştur. Bir kısım cebir denklemlerini de ilk kullanan odur.

Meselâ “tanjant x = sinx/cosx = a” ise “sinx = a/√1+a” denklemi ona aittir. Yine küresel üçgenlerde kullanılmak üzere “cosa = cosb.cosc + sinb.sinc.cos” formülü onundur. Bugün mekteplerde “Kosinüs Teoremi” adıyla okutulmaktadır (Tablo-1).

“Küresel Trigonometri” adlı kitabı 1143 yılında İspanyalı Robertus tarafından tercüme edilmiştir. 12’nci yüzyılda Tiburtinus, çeviri yaparak Avrupa’ya tanıtmıştır. 1537 yılında Nürnberg’de, 1645 yılında Bologna’da yayınlandı. Küresel üçgenlere ait çözmüş olduğu problemlerden Regiomantanus (1436-1476) istifade etmiştir. Bettâni’ye hayran olan iki ünlü Oryantalist Gibbs ve Kremers, “Bettâni’de şaşılacak bir zekâ vardı. O, Müslümanların her çeşit kültürünü ihtiva eden bir ansiklopedisi gibiydi” demektedir. Tarihçi G. Sorton, “Bettâni, çağının en büyük astronomi âlimidir” der. Ünlü Fransız astronomu Laland, Bettâni’yi gelmiş geçmiş en büyük yirmi matematikçi âlimi arasında gösterir. İlim tarihçisi Erich Bel, “Trigonometriyi cebir ilmine tatbik eden ilk ilim adamıdır. Bettâni, cebirsel trigonometrinin kurucusudur. Tarihte görülen en büyük astronomi âlimidir” der.


Batruci (?-1217)

İspanya’da, Kurtuba’nın kuzeyinde doğmuştur. Sevilla’da yaşamıştır. Endülüs’te “El-İşbili” lakabıyla tanınmışsa da Avrupalılar “Alpetrazius” olarak adlandırmışlardır. “Kitab El-Hayat”ta astronominin kurallarını açıklamaktadır. Batlamyus’un yer merkezli Güneş Sistemi yerine, Güneş merkezli gezegen sisteminden bahsetmektedir. Battâni, Zerkâli gibi İslâm âlimlerinin kitaplarını tetkik ederek daha gelişmiş şekilde açıklamalarda bulunmuştur. 1185 yılında bitirdiği eseri, tercüme edilerek Avrupa kıtasında kaynak olarak kullanıldı.

Nicolaus Copernicus (1473-1543)

Polonyalı astronomi âlimidir. Mekteplerimizdeki ders kitaplarında geçen “Kopernik Sistemi’nin mucidi” olarak tanıtılır. Kopernik’ten 400-500 sene önce İslâm âlimleri, Kopernik’in bilgisinden çok daha ileri bilgilere sahiptiler ve aralarında tartışıyorlardı. Orta Çağ’ın karanlıklarında Avrupa’da Batılılar felsefeden başka ilmî esere sahip değillerken, Endülüs’te Müslümanlar medreselerde (üniversitelerde) tıp, cebir, geometri, fizik, kimya, astronomi gibi fen ilimlerini öğretiyorlardı. Zamanla Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden talebeler gelerek tahsil yaptılar. Bunların Arapçadan çevirdiği eserler, Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde okunmaya başlandı. Kopernik de bunların ilklerindendi. Müslüman âlimlerden öğrendiği bilgileri (Engizisyona nazaran) cesaretle savunduğu için ün yaptı.

Son söz

Bruno’nun yerin döndüğüne inandığı için yakıldığı zamandan tam 768 sene önce Abbasî Halîfesi Me’mûn zamanında Müslümanlar, sahrada ölçüm yaparak yerin çevresini hesaplamaya çalışıyorlardı. Me’mûn’un emriyle Sincar sahrasında, 832 tarihinde vazifeye başlayan heyet, daha sonra “Ashab-ı Mümtehin” olarak adlandırılacaktı. İki kol hâlinde çalışan heyet, bir derecelik iki meridyen arasındaki mesafeyi ölçtü. 360 sayısı ile çarpıldığında ekvatorun çevresini buldular. Bu değer 39 milyon 759 bin 600 metredir. Günümüz değerinden yalnızca 240 metre eksiktir.

Bugün yeryüzünün bütün üniversitelerinde okutulan fen ilimlerinin

temeli, Müslüman âlimlerin çalışmalarıyla atılmıştır. Batı, ilimdeki inkişafı Müslümanlara borçludur. Reklâm yapmasını beceremememiz ve içimizdeki Batı hayranı münafıklar nedeniyle boynumuza cehalet yaftası geçirilmiştir. Bunu sahibine iade etmek, oluşturulmaya çalışılan İslâmofobi dalgasını dağıtmak, hâlletmemiz gereken iki önemli vazife olarak karşımızda durmaktadır! (Devam edecek…)