“OKU! Yaratan Rabbinin
adıyla... O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin (sonsuz) kerem
sahibidir. O ki, kalemle (yazmayı) öğretendir. O, insana bilmediği (şeyleri) öğretti.”
(Alâk, 1-5)
İlim,
lügat mânâsıyla “bilmek” demektir. Birçok tarifi var ise de bize göre ilim, var
olanların hususiyetlerinin ve birbirleriyle olan münasebetlerinin tetkiki, tahkiki,
tespitidir.
Tetkik,
inceleme ve araştırmadır. Bütünü kısımlara ayırıp incelemektir. Yani
“analiz”dir. Tahkik ise, analiz edilenin gerçeğini ispatlamadır. Araştırıp
incelediğimiz, deneye tâbi tutarak tecrübe edindiğimiz hakkında bir kanun (kural)
olarak hüküm koyabiliriz. Bu da tespittir.
Var
olanlar ise iki kısımdır: (1) Mutlak var; varlığı hiçbir şeye bağlı olmayan,
başlangıcı olmayan yani ezelî olan Allah-u Teâlâ celle celaluhu… (2) İzafî var;
varlığı sınırlı ve kayıtlı olan yani yaratılmış olan, mahlûk… Bunlar izafî
vardırlar. Çünkü Yaratıcı yaratmasa ve varlıklarını kudretiyle tutmasaydı asla
mevcudiyetleri söz konusu olmazdı. Yaratıcı haricindeki bütün (canlı, cansız) mevcudat
(yani masiva), Yaratıcısı olan Allah-u Teâlâ’ya muhtaçtır. O ise hiçbir şeye
muhtaç değildir. İhtiyaç sahibi olan zaten ilâh olamaz.
İlmin elde edilişi, membai (kaynağı) üçtür: (1) Vahiy, (2) nakil ve (3) akil…
Aklî
ilimler (ulûm-i akliyye)
Akıl
işletilerek, tetkik-tahkik yapılarak tespit edilen ilimlerdir. Kesin netice
elde etmek deney ve tecrübeye dayanır. Fen ve sosyal olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır. Fen ilimleri matematik, fizik, kimya, biyoloji vesaire… Sosyal
ilimler tarih, coğrafya, edebiyat, mantık vesaire…
Fen
ilminde herhangi bir hüküm (kanun) koyarken belli vasıtalara ihtiyaç vardır. Deney
mekânı, çevre yahut laboratuvar ve malzemeler… Meselâ suyun hangi elementlerden
teşekkül ettiğini bulmak istiyoruz, bunun için laboratuvarda analize tâbi
tuttuk:
2H2O
→ 2H2 + O2
Hidrojen
ve oksijen gazından meydana geldiğini bulduk. Sıvı olan sudan, analizle farklı
iki gaz elde ediliyor. Acaba bu netice doğru mu? Aynı iki elementi kimyasal
terkibe (sentez) tâbi tuttuğumuzda su oluşuyor:
2H2
+ O2 → 2H2O
Yalnız
burada miktar farklılığı var. Su analizinde bir molekül oksijene karşılık iki
molekül hidrojen açığa çıkmaktadır. Yine aynı oranda sentez yaptığımızda su
elde ediyoruz. Bunun tesadüfî olup olmadığını anlamak için deneyleri birçok
defa tekrarladığımızda (tecrübe ettiğimizde) hep aynı netice hâsıl oluyor. Aklımızı
kullanarak şöyle bir tespitte bulunuyoruz: Su, iki birim hidrojenle bir birim
oksijenden meydana gelmiştir. Bu kesin bir kanundur, değişmez. Hüküm koyarken
sade aklımızı değil, mekân ve malzemeleri de kullanıyoruz.
Hidrojen
yanıcı, oksijen yakıcı birer gazdır. Yanıcı ve yakıcı iki zıt maddeyi
birleştirerek hayat membaı olan su mucizesini yaratan Allah-u Teâlâ’nın şânı ne
yücedir! Her su içişinizde bunu unutmayın, lütfen…
İmâm-ı
Gazâli (1058-1111)
İslâm
âlimleri deneye, tecrübeye önem vermişlerdir. İmâm-ı Gazâli “El-Münkızü Mine’d-Dalâl”
adlı eserinde, “Bir fen adamına, deney ile tecrübe ettiği bir hususta ‘Din bunu
reddeder’ derseniz, o fen adamı tecrübe ile bulduğu neticeden şüphe duymaz da
sizin dininizden şüphe eder” diyor. Çok güzel ve yerinde bir tespit. Bugün
Müslümanlar, ilim ve teknikte geri kalmışsa ya da İslâmiyet’in ilme karşı
çıktığı zannediliyorsa, Gazâli’nin bu tespitini anlamamalarının payı vardır.
İmâm-ı
Gazâli, müctehit bir İslâm alimidir. 53 senelik ömrünü yazdığı eserlere
böldüğünüzde bir güne 18 sahife düşmektedir. İlk tahsilini İran’ın Tüs şehrinde
yaptı. Cürcan’a, Nişabur’a, Bağdat’a, Şam’a, Kudüs’e, Medîne-i Münevvere’ye,
Mekke-i Mükerreme’ye seyahat ve ziyaretler yaptı. Bazı müelliflere göre Mısır’a,
İskenderiye’ye de uğradığı söylenmiştir. Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ün daveti
üzerine Nizamiye Medresesinde (Üniversitesi) hocalık yaptı. 300 küsur talebe yetiştirdi
ki içlerinden meşhur âlimler çıktı. Hayatının bir döneminde tüm işlerini terk
ederek inzivaya çekildi. Yediği, içtiği, istirahati, uyuması da göz önüne
alınırsa, bir güne 18 sahife, ne muazzam bir gayret, ne bereketli bir çalışma!
İnsanın havsalası almıyor.
Naklî
ilimlerdeki eserleri bir yana, fen ilimlerinde de günümüzde kabul gören
bilgiler verdi. Karaciğerde kanın zararlı maddelerden temizlendiğini, safra ve
lenfin, böbrek ve safra kesesinin vazifelerinin önemini, kandaki madde
miktarının değişmesinin sıhhate olan etkilerini bildirdi. Astronomiye de önem
veren İmâm, Güneş ve Ay tutulmalarının izahını günümüz bilgilerine eş değer bir
biçimde ifade etti. Kendisinden 500 sene sonra İtalyan fen âlimi Galileo
(1564-1642) arzın döndüğünü yazdığında Papa tarafından aforoza uğradı.
Mahkemede (yakınlarının da ricasıyla) iddiasından vazgeçmeseydi yakılacaktı.
Çünkü meslektaşı Bruno, bu ceza ile infaz edilmişti.
Mantık
hariç tutulursa, felsefe bir ilim değildir. Felsefecinin sermayesi yalnızca
aklıdır. Evet, akıl, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği, doğruyu yanlıştan ayıran bir
melekedir. Fakat nefs karışmamışsa… Eski Yunan ve Roma’da birçok meşhur filozof
peyda oldu. Her biri kendi düşünce tarzını hakikat olarak çevresine sunuyordu. Yetiştirdikleri
talebeleri bile kendilerine kabul etmeyerek başka yol tuttular. Eflatun, hocası
Sokrat’tan başka şeyler söyledi. Eflatun’un talebesi Aristo, hocasını
beğenmedi. Hepsi kendi aklının üstün, kendi düşüncesinin doğru olduğunu
zannediyor. Neden? Çünkü nefs, başkasından aşağı olmasını kabul etmez. “İllâki
doğru benim” der. Bunlar nefslerini yıldız gibi parlatmışlardır. Nefis, aklın
üstüne çıkıp da dizginleri eline aldı mı, tutana aşk olsun!
Sadece
aklına güvenen bir filozofun elle tutunacağı bir aleti yok ki düşüncesini test
etsin. Daha yeryüzünü tanımayan, yer kabuğunu teşkil eden elementlerden
habersiz olan, bırakın yeri, Güneş Sistemi’nden bîhaber olan, milyarlarcadan
ziyade galaksileri bile bilmesi söz konusu olmayan bir fâninin, kâinatın
kendiliğinden varolmuş ezelî olduğunu söylemesi ne kadar mantıksız, ne kadar abes!
Normal
bir akıl ilk başta böyle bir hüküm vermesini reddeder. Filozoflar, o kadar akıllarını,
daha doğrusu nefslerini beğenmişlerdir ki deneye tâbi tutulabilecekleri mevzularda
bile ahkâm kesmişlerdir. Meselâ Aristo, kadınların erkeklerden daha az sayıda
diş sayısına sahip olduğunu iddia eder. Eşinin ağzını aç da dişlerini saysana
be adam! Ne gezer! Kibri buna manidir. O aklıyla her şeyi bilebilir(!),
uğraşmaya değmez.
İmâm-ı Gazâli, “El-Münkızü Mine’d-Dâlal” kitabında filozofları “dehriyyün, tabiiyyün, ilâhiyyün” olmak üzere üç sınıfa ayırır. “Dehriyyün (“Böyle gelmiş, böyle gider” diyenler) sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabiiyyün (tabiatçılar) da ahiretin mevcudiyetini kabul etmezler. Cennet’i, Cehennem’i, kıyâmeti inkâr ettiler, bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan ilâhiyyün, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı reddetmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır. Bir Yaratıcının olduğunu söylemekle beraber peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır.
Hıristiyanlığı korumak bahanesiyle işlenen hunharca cinayetler, aksi tesir ederek Avrupa’da deizmin ve ateizmin doğmasına ve gelişmesine yol açtı. Halkın diğer kesimleri gibi fen adamları da Kilise’nin baskısından nasibini aldı.
Ateizm
ve deizm
Yukarıdaki
filozofları günümüz felsefesinde tasnife tâbi tutarsak “ateist” ve “deist”
olarak adlandırıldığını görürüz. Ateizmde Tanrı inancı yoktur. Kâinatın ezelî
olduğu yani yaratılmadığı, kendi kendine var olduğu söylenir. Ezelî olan bir
yaratıcıyı akıllarına sığdıramayanların onun yerine maddeyi koyup ezelî kabul
etmeleri, kendi düşünüş tarzına (metoduna) ters olmakla beraber, varılan netice
ise ahmaklığın daniskasıdır.
Deizmde
ise Tanrı inancı var fakat din yoktur. “Yaratıcı, peygamberler ve vahiyler
göndermemiştir. Tanrı insana akıl ve vicdan vererek doğruyu ve yanlışı
bulmalarını sağlamıştır” derler. Onlara göre Tanrı kâinatı yaratmış ve kendi
gidişatına bırakmıştır. Dolayısıyla kıyâmet, hesap, Cennet, Cehennem yani
ahiret hayatı olmamış oluyor. Bu düşünce tarzı ateizme göre daha da aptalca. Günümüz
fen ilmi mikrokozmos (atom ve atom altı) âlemlerden makrokozmos (galaktik
sistemler) âlemlere kadar her yaratılışın belli bir nizam ve intizam içinde
yaratıldığını ve deveran ettiğini ispatlamaktadır. Böyle harikulâde bir sistem
içinde yapılan kötülüklerin, adaletsizliklerin, zulüm ve işkencelerin yapanın
yanına kâr olarak kalabileceği nasıl düşünülebilir? Her şeyi inceden inceye plânlamış
ve yaratmış olan bir Tanrı, bunları nasıl görmez veya umursamaz? Bu, normal
aklın kabul edebileceği bir durum değil.
Sonra bir kısım insanlar (peygamberler) her şeyi yaratanın kendilerini vazifelendirdiğini, beşerin bilemeyeceği bilgileri (vahiy) tebliğ ediyor ve insanüstü delillerle (mucizelerle) ispat ediyor ise, nasıl olur da buna sırt dönülebilir? Bu, normal bir aklın kabul edebileceği bir davranış tarzı olamaz.
Agnotisizm
Yakın
tarihte ateizm ve deizmden sonra yeni bir felsefî akım türedi: Agnotisizm…
Yunanca “an” ve “gnostik” kelimelerinin birleşiminden meydana gelen
“agnotisizm”, “bilgisi bulunmayan, bilinemeyen” mânâsına gelmektedir. Bunlara
göre müşahedemizin dışında kalan (duyu organlarımızla gözlenemeyen), tetkike ve
tecrübeye (deneye) tâbi olmayan ruh, melek, ahiret gibi değerleri (kavramları)
kabul etmek veya etmemek doğru değildir. Tanrı’nın var olduğu veya var olmadığı
söylenemez.
Fen
ilminin inkişafıyla âlemlerdeki mükemmeliyeti gören bu kabil filozoflar, Tanrı’yı
baştan reddetmenin akıllıca olmadığını gördüler. Ezelî ve ebedî, bütün sıfatlarıyla
sınırsız (sonsuz) bir Yaratıcıyı da kabul etmek akıllarına (basmıyor) sığmıyor.
“Vardır” da diyemiyorlar. Bu muhakeme, diğer iki sınıfa nazaran daha da
mantıksız. Tanrı yok kabul edildiğinde, inanana ve inanmayana bir zarar gelmez.
Fakat ya varsa? Bu takdirde insan için bir mükellefiyet, istikbâli için büyük
bir tehlike var. Hayatının, ömrü içinde yaptıklarının ahirette hesabı var. Son
menzil, Cennet ve Cehennem var. İşin aslına inmeyi terk ederek “neme lâzım”
davranışını şiar edinmek büyük bir risk değil mi? Hem de geri dönüşü olmayan
bir yol…
Bir
konfeksiyon mağazasına girip de alacağı giysiyi birçok denemeden sonra karar
veren insanoğlunun, “Vur patlasın çal oynasın, sonu ne olursa olsun” hayat
tarzıyla akıllı bir seçim yaptığını kim söyleyebilir?
Hakikate
yaklaşan filozoflar da yok değil. Meselâ Alman filozof ve matematikçi Gottfried
Leibniz (1646-1716), kâinattaki nizam, tesanüd (dayanışma) ve ahenge (uyum) dikkat
çekerek bunların tesadüfen meydana gelemeyeceğini, her şeyin bütün iradelerin
üstünde olan Yaratıcı tarafından yaratıldığını ifade etmiştir.
Kullandıkları
tek kaynak akılları olan filozoflar, neden çoğu zaman birbirleriyle tezat
teşkil eden görüşler sergiliyorlar? Onların iddia ettikleri gibi akıl, mutlak
doğruya götüren tek yol ise, görüşlerinin de aynı olması gerekirdi. Ama
pratikte öyle olmuyor. Bu neden böyle? İnsan beynini bir bilgisayara benzetebiliriz.
Eğer bilgisayara yanlış datalar (ön kabuller) verirseniz, elde edeceğiniz sonuç
da yanlış olur. Filozofların içine düşmüş oldukları (açmaz) durum da bu işte!
Kişinin,
çocukluk çağından ergenliğe doğru geçirmiş olduğu etkileşimlerin, başta
ebeveynleri olmak üzere büyüklerinin ve öğrenim gördüğü hocalarının etkilerinin
şekillendirdiği kabuller (datalar) önemlidir.
“Russel”
diye biri…
Bertrand
Arthur William Russel (1872-1970), Britanyalı aristokrat bir aileye mensup
matematikçi, tarihçi ve filozoftur. 1950 Nobel Edebiyat Ödülünü aldı. Kendisini
liberal, sosyalist ve pasifist olarak tanımlamakta fakat hiçbirine de derinden
bağlı olmadığını ilâve etmektedir.
Russel
1947’de, “Ben Ateist miyim yahut Agnostik miyim?” (Am I an Ateist or Agnostic)
adlı yazısında bunu cevaplamasının zor olduğunu, ateist mi, yoksa agnostik mi
olduğunu (nasıl oluyorsa) tam olarak bilmediğini söylemektedir. Savunması
şudur: Felsefeci izleyiciler karşısında agnostik… Çünkü Tanrı’nın olmadığına
dair elinde bir delil bulunmamaktadır. Sokakta sıradan bir insan karşısında ise
ateist oluyor. “İlâhî dinlerdeki tanrının ispatı yanında, Homerik (çoğulcu)
tanrıların da var olduğunun ispatı yoktur” diyor. “Homerik tanrıların gerçek
olma ihtimâlini düşünmeyiz bile ama size Zeus, Hera, Poseidon ve diğerlerinin
olmadığını ispatlamanız gibi bir görev verilse zorluk çekersiniz; çünkü böyle
bir ispat yoktur” diyor.
Russel’in
ateist yahut agnostik olup olmadığına karar vermemesinin bizim için pek önemi
yok. Fakat Nobel Ödülünü almış bir dâhinin (!) yukarıdaki ifadelerindeki büyük
yanlışlık hayli dikkat çekici. Eski Grek yazarı Homer’in destanlarında geçen
ilâh sülâlesinin olmadığını düşündüğümüz hâlde ispatını yapamazmışız. Kim
demiş?
“İlâh”
kelimesinin mânâsını ele alalım. İlâh yani tanrı demek, “her şeye gücü yeten, iradesini
her zaman gerçekleştirebilen” demektir. Aciz ve zavallı olan, zaten ilâh
olamaz. Mitolojide geçen Zeus, karısı Hera başta olmak üzere, evlâtları (Mars, Afrodit
gibi) üzerinde baş tanrıdır. Diğerlerini azarlamakta, kimi isteklerini kabul
etmemekte, yanlış iş yaptıklarını söyleyebilmektedir. Karısı Hera ise
kocasından habersiz fırıldaklar çevirmektedir. Evlâtlarından kimi ise
ebeveynlerine küsüp Olimpius’tan terk-i diyar edip insanlardan yardım
dilenmektedir. Amerikan televizyon dizilerindeki maceralara duçar olan acınası
şahsiyetlerin, insan hayâlinin ürettiği karakterler olduğuna kimin şüphesi
olur. Hangi normal akıl, bu tür karakterlerin ilâh olmayacağını anlamaz. İki
artı ikinin dört ettiği “postulattan” ispat aramak, değil usta matematikçinin,
ilimden bîhaber olanların işidir. Ya da Âdemoğlundan intikam almak isteyen
“şeytansı” zekânın mahsulüdür.
Bertrand
Russell, 18 Mayıs 1872 tarihinde, Galler’de nüfuzlu bir Britanyalı aristokrat
ailenin ferdi olarak doğdu. Dedesi Bedford Dükü Earl Russell, Kraliçe Victoria
zamanında iki kere başbakanlığa getirildi. Babası Amberley Vikontu John
Russell, ateistti. Karısı ile çocuklarının özel öğretmeninin ilişkisine
aldırmazdı. Russell’in bir ağabeyi, bir ablası vardı. İki yaşında, ablasını ve
annesini kaybetti. Dört yaşındayken babası bronşitten vefat etti. Babası,
babaannesine evlâtlarının agnostik öğretmenler tarafından okutulmasını vasiyet
etmişti. Kontes olan babaanne, çocukların bakımını ve eğitimini üstlendi.
Kontes, Darvinizm gibi aşırı görüşleri desteklemekle tanınmıştı.
Russell dört kere evlendi. Evliyken de birçok kadınla ilişkisi oldu. 1940’lı yıllarda, on yıl evvel yazmış olduğu “Evlilik ve Ahlâk” kitabındaki gayr-ı ahlâkî görüşleri nedeniyle üniversitede ders vermesi mahkeme kararıyla engellendi. Bütün bu hayat tarzının “kişiliğin çocukluktan itibaren, ailenin ve çevrenin etkilenmesi ile oluştuğu” tezimizi doğruladığı görülmektedir. Binaenaleyh, Russell’in ateizm ile agnotisizm arasındaki gelgitlerine ve cinsel hayatının yelpazelenmesine şaşmamak gerek.
Avrupa’da gelişen Hıristiyanlık, Katolik, Ortodoks ve Protestanlık mezheplerine ayrıldı. Her bir Hıristiyan mezhebi, karşısındakini düşman ve kâfir olarak niteliyordu.
İlim
mi, din mi?
Yerli
ve yabancı düşünürler, ilim ile inanışları kıyaslarken “ilim ve din” yahut
“İslâm ve ilim” gibi başlıklar kullanırlar. Politeizm (birden fazla tanrıya
inanmak) ve muharref (bozulmuş) dinler için bu geçerlidir fakat İslâm için bunu
asla söyleyemeyiz. İslâm’ın bizâtihi
kendisi ilimdir. İslâm’ın tamamı ilimdir ve ondaki bilgi seviyesi, yazı
girişimizde görüldüğü üzere derecelendirilmektedir.
İlmin
dinden ayrı olarak tetkikine neden ihtiyaç duyuluyor? Bu (zorunluluk) zaruret,
Orta Çağ’da Kilise’nin fen adamlarına yapmış olduğu baskıdan doğmaktadır.
Îsâ’nın (aleyhisselâm) “semâya” irtihalinden sonra havariler, Allah-u Teâlâ’dan
gelen vahyi yaymak için yeryüzüne dağılarak çetin bir mücadeleye giriştiler.
Zamanın hâkim devleti Roma, yeni dinin ilk mensuplarına çok şiddetli davrandı. Romalılar
politeisttiler yani çok tanrıya inanıyorlardı. Tek tanrıya inanan bu hareketi
kendilerine karşı bir isyan olarak değerlendirdiler. Arenada aslanlara atarak, kılıçtan
geçirerek veya ağır işkencelerle can verdirerek önlemeye çalıştılar yeni din
mensuplarını. Issız yerlerde, mağaralarda imanlarını muhafaza etmeye çalışan
İsevîler, zamanla halka nüfuz ederek çoğalmaya başladılar.
Beri
yandan Kudüs’te içlerinden çıkan peygamberi kabul etmeyerek Romalıların yanında
yeni dini önlemeye çalışan Yahudiler de çeşitli iftiralarla fitne
çıkarıyorlardı. Îsâ’nın (aleyhisselâm) tek tanrılı temiz dinine yanlış
akidelerde yer yer nüfuz etmeye başlamıştı bu hamle. Baba tanrı Zeus ve tanrı
evlâtlarından oluşan ilâhlar ailesine inanan Doğu Roma İmparatoru Konstantin, halkının
yeni din mensuplarıyla olan çatışmalarından huzursuzlanmaktaydı. Filozof
Eflatun’un felsefesini iyi bilen Yahudi Pavlos durumdan istifade etti. Çünkü
Eflatun, Romalılar tarafından da kabul gören bir felsefeciydi. Bu felsefeye
göre hakikat üçtü: Görünmez yaratıcı (ekkinom), bilgi (logos) ve kâinat
(kosmos).
Çok
tanrılı sülâlenin adedinin üçe indirilmesi, Konstantin tarafından da makul
karşılandı. Her iki taraf da taviz vererek ortada buluşmuşlardı. Yani üç adet
tanrıda ittifak ettiler. Konstantin, Milâdî 325 senesinde İznik’te tertiplediği
toplantıya bütün din adamlarını davet etti. Rahip Arius (270-336), üçlü tanrı
inancını (teslis) kabul etmeyerek Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah-u Teâlâ’nın kulu
ve peygamberi olduğunu söyledi. Toplantıda Arius aforoz edildi. Durumun
ciddiyetini gören Arius, Mısır’a kaçmak zorunda kaldı. Daha önce de (312)
Antakya Piskoposu Lucian teslise inanmadığı için öldürülmüştü.
Avrupa’da gelişen Hıristiyanlık, Katolik, Ortodoks ve Protestanlık mezheplerine ayrıldı. Her bir mezhep de kendi içlerinde kollara ayrılıyordu. Bu mezhepler Hanefi, Şâfi, Maliki, Hambeli gibi İslâm mezheplerine (şema açısından) benzetilmemeli. Her bir Hıristiyan mezhebi, karşısındakini düşman ve kâfir olarak niteliyordu. Aralarında yıllarca harp ettiler. Meselâ 1572 yılında, Paris’te ve civarında, Saint Bartelemy Yortu Günü’nde Kral Dokuzuncu Şarl’ın emri ile 60 bin Protestan öldürüldü.
Papa
doğurunca
İtalya
Roma’da saltanat kuran Papalık, Avrupa’yı nüfuzu altına almıştı. Aforoz (lânetleme)
ve günahları af etme yetkisi en önemli iki silahıydı. Parası çok olan, kiliseye
yapacağı bağışla anadan yeni doğmuş gibi pîr ü pâk oluverirdi. Kilise gün
geçtikçe daha da zenginleşti ve o nispetle de güçlendi. Avrupa’daki krallar
Papa’nın elinden taç giymek sûretiyle göreve başlayabiliyorlardı. Karşı çıkan
krallar aforoz ve “interdit” (dışlama) ile tehdit edilirdi. Bu ceza aynı
zamanda tebaalarının krala tâbi olmamalarını meşru yapmaktaydı. Hükümdarlar Papa’ya
ters düşmemeye dikkat eder, çekinirlerdi.
Papa
Üçüncü Innocentus (1198-1216), kendisini yeryüzü Hıristiyanlarının, hatta
krallarının da üzerinde bir hükümdar olarak ilân etti. Alman İmparatoru Dördüncü
Heinrich, Papa ile ihtilafa düştü, aforoz edildi. Af dilemek için Papa’nın
sarayına giden İmparator, kapıda günlerce bekletildi. İtalya şehirlerindeki hâkimiyetinden
vazgeçmesine mukabil affedildi.
Papalık
tarihinde mala mülke düşkün, ahlâken bozuk, hatta gayr-i meşru çocukları
bulunan şahsiyetler görülmüştür. Komik hâdiseler de vardır.
Papa
Dördüncü Leon’un 857 yılında vefat etmesiyle, yerine din dersleri veren ve “âlimlerin
hocası” olarak tanınan İngiliz Joan geçti. “Sekizinci Ioannes” lakabını aldı, İmparator
İkinci Louise’ye taç giydirdi. Yalnızlığı tercih eder, halk içinde fazla
dolaşmazdı. Papalığının üçüncü yılında Vatikan’dan Lateran’a görev icabı gitmek
zorunda kaldı. Yolda fenalaşınca en yakın kiliseye kaldırıldı. Olanlar ondan
sonra oldu. Papa hamileydi!
Kilisede
doğum yapan Papa’nın kadın oluşu, kamuoyunda şok yaratmakla beraber büyük
fırtınalar kopardı. Rahipler meclisi, aynı skandala düşmemek için yeni bir usul
keşfetti. Kardinaller meclisinin seçtiği papa, önce ortası delik olan bir
sandalyeye oturtuluyordu. En yaşlı kardinal, sandalye altından eli ile muayene
eder, merakla bekleyenlere müjdeyi patlatırdı: “Erkekliği vardır ve
sarkmaktadır.” Bu mühim keşfi (!) aynı kelimelerle ilân etmek, daha sonra kural
hâline geldi.
Engizisyon
Avrupa’da
12’nci yüzyılın ortalarından itibaren Katolik Hıristiyan inancını korumak
maksadıyla işkenceci mahkeme anlamını taşıyan “Engizisyon” hareketi başladı. Daha
önce, 1200’li yıllarda Kilise görüşlerine karşı çıkan Orta Avrupa ve Balkanlarda
etkili olan, kendilerine “Kathar” adı verilen kalabalıklar oluşmuştu. Kilise’nin
harekete geçirdiği görevliler 1209’da Toulous civarında 20. bin Kathar
katletmişlerdir. Birkaç sene sonra da Engizisyon Mahkemesi, odun yığınları
içinde 200 kadar Katharı yakarak cezalandırdı. 5 Nisan 1592’de Lima’da, aralarında
İngilizlerin de bulunduğu 41 mahkûm yakıldı.
Engizisyon
Mahkemeleri önce ihbarla yakalanan (ki çoğunluğu iftiraya uğramaktaydı)
insanları işkence ile suçunu itiraf ettirmeye uğraşırdı. İtiraf eder (ki bir
kısmı dayanamayarak kabullenme durumundaydı) ve tövbe ederse zindana atılır, etmeyenler
yakılarak infaz edilirdi. Cezalandırılanların mallarına el konulur, evleri
yakılır, yakınları devlette görev alamazlardı.
Dinden
ayrılanlara yakma cezası uygulamasına daha sonra Yahudiler de dâhil edilmiş, ilk
defa 1288 yılında Fransa’da, Yahudiler kitleler hâlinde kızağa bağlanıp
yakılmıştır. İspanya’da Müslüman ve Yahudilerin katliamları ise daha vahşet
sahneleriyle doludur. İşkencelere dayanamayarak vaftiz olmayı kabul eden
Müslümanlar “Moriskolar”, Yahudiler ise “Morranesler” olarak adlandırılacak ve
sıkı bir kontrole tâbi tutulacaklardı. İspanya’daki Engizisyona papa tarafından
müşahit olarak görevlendirilen Lorento, 1481-1517 yılları arasında 13 binden
fazla kişinin diri diri yakıldığını, yaklaşık 200 bin kişinin ise muhtelif
cezalara çarptırıldığını bildirmiştir. Portekiz Engizisyonunda ise bin 175 kişi
yakılmış, 29 bin 590’ı ise çeşitli cezalara çarptırılmıştır.
Bernand
Russel’in “din ve ilim” tespitiyle, rakamlar tam belli olmamakla birlikte Engizisyon
sonucu 50 bini yakılmak suretiyle, en az yarım milyon insanın öldürüldüğü, 5
milyon kişinin ise bulundukları yerlerden göç etmek zorunda kaldığı ifade edilmektedir.
Îsâ (aleyhisselâm) insanlara, “Birbirinizi seviniz” dedi, bu canavarlar, onun
adına insanları ve insanlığı yaktılar.
Avrupa’nın
Orta Çağ karanlığında uzun müddet devam eden Engizisyon faciaları, Fransa’da
1772 yılında, İspanya’da 1834 yılında, İtalya’da 1859 yılında ancak
kaldırabilmiştir. Hıristiyanlığı korumak bahanesiyle işlenen hunharca
cinayetler, aksi tesir ederek Avrupa’da deizmin ve ateizmin doğmasına ve
gelişmesine yol açtı. Halkın diğer kesimleri gibi fen adamları da Kilise’nin
baskısından nasibini aldı. Fen mevzusunda da Kilise bilgisinden aykırı
konuşanlar suçlu sayıldı. Bunlardan biri de İtalyan filozof ve astronom
Bruno’dur.
Giordano
Bruno (1548-1600), gençliğinde rahip olarak hizmete başladı. Astronomi ilmine
meraklıydı. Kopernik’in Güneş Sistemi teziyle karşılaştığında, o güne kadar
öğrendiklerinin yanlış olduğunu anladı. Kilise, Batlamyus (85-167)
savunucusuydu. Bu sistemde yer, göğün merkezinde ve sabitti. Tepsi gibi düz
yeryüzünün etrafında Ay, Güneş ve gezegenler dönmekteydi. Aksini iddia etmek,
İncil’in öğretisine karşı gelmek demekti. Böyle dinden çıkanlar Engizisyonda
yola getiriliyordu.
Firar
etti Bruno, Avrupa’nın muhtelif semtlerinde dolaştı durdu. Memleketine
döndüğünde yakalandı ve mahkemeye çıkarıldı. Yanlış anlaşıldığını söyleyebilir,
tövbe edebilir, boyun eğebilir, kurtulabilirdi. Hiçbirini yapmadı Bruno. Doğru
bildiklerini söyledi. Ruhban heyetini kastederek, “Kötü insanlar kendi
iradelerini hâkim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar” dedi. Meydan okuyuş Kilise’yi
öfkelendirdi ve dinden çıkmış “kâfire” ölüm cezası verdi. Roma’daki Campo de
Fiori Meydanı’nda diri diri yakılarak infaz edildi.
Kilise’nin baskısına rağmen fen âlimleri çalışmalarına devam ettiler. Modern fiziğin kurucularından kabul edilen Galileo (1564-1642), hareket eden cisimlerin matematik formülleri üzerinde araştırmalar yaptı. Pisa Kulesi’nden ağırlıklar atarak serbest düşüş deneyleri yaptı. Aristo’nun fizik ile alâkalı görüşlerinin yanlışlığını ispatladı. Aristo’ya körü körüne hayran ruhban sınıfının düşmanlığını arttırıyordu. 1609’da Hollanda’da icat olunan teleskoba yeni ilâveler yaparak kendi adı ile anılan gök dürbünü ile gözlem çalışmaları yaptı. Venüs ve Satürn gezegenleri hakkında yeni bilgiler elde ederek Jüpiter’in bilinmeyen dört uydusunu haber verdi. Araştırmalarıyla Batlamyus sisteminin yanlışlığını açığa çıkarmakta, Polonyalı astronom Kopernik’in (1473-1543) Güneş merkezli sistemini savunmaktaydı. Yerin küre olduğunu ve döndüğünü söylemesi ise Kilise’nin hiç hoşuna gitmedi. Hıristiyan inancına aykırılık suçlamasıyla yaşlı âlimi mahkemeye çıkardılar, tövbe ederek görüşlerinden vazgeçmesini istediler. Galileo’nun doğru bildiğinden vazgeçmesinin niyeti yoktu ama sevenleri o kadar yalvardı ki sonunda razı oldu. Haklıydılar, çünkü Bruno’nun yakılışı, hafızalardaki tazeliğini koruyordu. Tövbe etti ve yerin dönmediğini söyledi. Mahkeme kapısından çıkarken etrafına duyurduğu “Her şeye rağmen yine de yer dönüyor” sözü tarihe darb-ı mesel olarak kalacaktı…
Bruno’nun yerin döndüğüne inandığı için yakıldığı zamandan tam 768 sene önce Abbasî Halîfesi Me’mûn zamanında Müslümanlar, sahrada ölçüm yaparak yerin çevresini hesaplamaya çalışıyorlardı.
Bettâni
(858-929)
Avrupa’da
Kilise ile fen adamlarının didişmelerinden 6 asır önce İslâm âlimleri, bırakınız
yerin küre olduğunu ve döndüğünü bilmelerini, yer çapını hesaplıyor, Güneş ve gezegenlerin
yörünge hareketlerini, mesafelerini tetkik ve tespit ediyordu.
Bettâni
(858-929), ilk defa astronomik cetvelleri düzenliyor, Avrupalılar daha
matematikten bîhaber iken trigonometri hesapları yapıyordu. Küresel
trigonometri ilminin mucidi odur. Yer küresinin Güneş’ten en uzak konumunu
(günöte) o bulmuştur. Yerin Güneş etrafındaki bir turu için geçen zamanı yani bir
yılı 365 gün 5 saat 46 dakika 32 saniye olarak ilk defa o hesaplamıştır. Günümüzde
modern teknik aletlerle yapılan hesaplardan sadece 2 dakika noksanlık farkı
vardır. Bettâni, yerin eğik olarak döndüğünü keşfetmiş (düşey eksen ile eğik
eksen arasındaki) ve açıyı 23 derece olarak hesaplamıştır. Günümüzde bu değer 23.5
derecedir.
(Belki
de Bettâni’nin kendi zamanında yapmış olduğu hesaplar tamamıyla doğruydu. Çünkü
eksen eğikliğinin zamanla artabileceğine dair bugün teoriler vardır. Yine yerin
her yıl az da olsa Güneş’ten uzaklaştığı modern astronomide biliniyor. Uzaklaşması
demek, yer yörünge uzunluğunun artması demektir. Dolayısıyla bir turunu daha
fazla sürede tamamlayacaktır. O takdirde 2 dakikalık fark da ortadan kalkar. Bu
mevzu ile alâkalı çalışmalarımızı Kültür Ajanda dergimizin Mayıs 2019 tarihli
66’ncı sayısında “Nuh’un (aleyhisselâm) Ömrü” başlıklı yazımızda ele almıştık. Tafsilat
için lütfen bakınız.)
Batlamyus’un
eserlerini tetkik eden Bettâni, dört ciltlik çalışmasıyla yanlışları ortaya
dökerek doğrusunu belirtmiştir. Ay, yer, Güneş hareketlerine dair, Ay ve Güneş
tutulmaları hakkında mükemmel malûmatlar verdi. Trigonometrik değerler olan
sinüs, cosinüs, tanjant oranlarını kullandı. Küresel üçgenlerdeki kosinüs
kuralını bildirdi. Kotanjant tablosunu ilk defa Bettâni bulmuştur. Bir kısım
cebir denklemlerini de ilk kullanan odur.
Meselâ
“tanjant x = sinx/cosx = a” ise “sinx = a/√1+a” denklemi ona aittir. Yine küresel
üçgenlerde kullanılmak üzere “cosa = cosb.cosc + sinb.sinc.cos” formülü
onundur. Bugün mekteplerde “Kosinüs Teoremi” adıyla okutulmaktadır (Tablo-1).
“Küresel Trigonometri” adlı kitabı 1143 yılında İspanyalı Robertus tarafından tercüme edilmiştir. 12’nci yüzyılda Tiburtinus, çeviri yaparak Avrupa’ya tanıtmıştır. 1537 yılında Nürnberg’de, 1645 yılında Bologna’da yayınlandı. Küresel üçgenlere ait çözmüş olduğu problemlerden Regiomantanus (1436-1476) istifade etmiştir. Bettâni’ye hayran olan iki ünlü Oryantalist Gibbs ve Kremers, “Bettâni’de şaşılacak bir zekâ vardı. O, Müslümanların her çeşit kültürünü ihtiva eden bir ansiklopedisi gibiydi” demektedir. Tarihçi G. Sorton, “Bettâni, çağının en büyük astronomi âlimidir” der. Ünlü Fransız astronomu Laland, Bettâni’yi gelmiş geçmiş en büyük yirmi matematikçi âlimi arasında gösterir. İlim tarihçisi Erich Bel, “Trigonometriyi cebir ilmine tatbik eden ilk ilim adamıdır. Bettâni, cebirsel trigonometrinin kurucusudur. Tarihte görülen en büyük astronomi âlimidir” der.
Batruci
(?-1217)
İspanya’da,
Kurtuba’nın kuzeyinde doğmuştur. Sevilla’da yaşamıştır. Endülüs’te “El-İşbili”
lakabıyla tanınmışsa da Avrupalılar “Alpetrazius” olarak adlandırmışlardır.
“Kitab El-Hayat”ta astronominin kurallarını açıklamaktadır. Batlamyus’un yer
merkezli Güneş Sistemi yerine, Güneş merkezli gezegen sisteminden
bahsetmektedir. Battâni, Zerkâli gibi İslâm âlimlerinin kitaplarını tetkik
ederek daha gelişmiş şekilde açıklamalarda bulunmuştur. 1185 yılında bitirdiği
eseri, tercüme edilerek Avrupa kıtasında kaynak olarak kullanıldı.
Nicolaus
Copernicus (1473-1543)
Polonyalı
astronomi âlimidir. Mekteplerimizdeki ders kitaplarında geçen “Kopernik Sistemi’nin
mucidi” olarak tanıtılır. Kopernik’ten 400-500 sene önce İslâm âlimleri,
Kopernik’in bilgisinden çok daha ileri bilgilere sahiptiler ve aralarında
tartışıyorlardı. Orta Çağ’ın karanlıklarında Avrupa’da Batılılar felsefeden
başka ilmî esere sahip değillerken, Endülüs’te Müslümanlar medreselerde
(üniversitelerde) tıp, cebir, geometri, fizik, kimya, astronomi gibi fen
ilimlerini öğretiyorlardı. Zamanla Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden talebeler
gelerek tahsil yaptılar. Bunların Arapçadan çevirdiği eserler, Avrupa’nın
muhtelif şehirlerinde okunmaya başlandı. Kopernik de bunların ilklerindendi. Müslüman
âlimlerden öğrendiği bilgileri (Engizisyona nazaran) cesaretle savunduğu için
ün yaptı.
Son
söz
Bruno’nun
yerin döndüğüne inandığı için yakıldığı zamandan tam 768 sene önce Abbasî Halîfesi
Me’mûn zamanında Müslümanlar, sahrada ölçüm yaparak yerin çevresini hesaplamaya
çalışıyorlardı. Me’mûn’un emriyle Sincar sahrasında, 832 tarihinde vazifeye
başlayan heyet, daha sonra “Ashab-ı Mümtehin” olarak adlandırılacaktı. İki kol
hâlinde çalışan heyet, bir derecelik iki meridyen arasındaki mesafeyi ölçtü. 360
sayısı ile çarpıldığında ekvatorun çevresini buldular. Bu değer 39 milyon 759
bin 600 metredir. Günümüz değerinden yalnızca 240 metre eksiktir.
Bugün yeryüzünün
bütün üniversitelerinde okutulan fen ilimlerinin
temeli, Müslüman
âlimlerin çalışmalarıyla atılmıştır. Batı, ilimdeki inkişafı Müslümanlara
borçludur. Reklâm yapmasını beceremememiz ve içimizdeki Batı hayranı münafıklar
nedeniyle boynumuza cehalet yaftası geçirilmiştir. Bunu sahibine iade etmek,
oluşturulmaya çalışılan İslâmofobi dalgasını dağıtmak, hâlletmemiz gereken iki
önemli vazife olarak karşımızda durmaktadır! (Devam edecek…)