18’İNCİ yüzyıldan
itibaren ilim ve teknikteki inkişaf astronomide yeni ufuklar açıyordu. Tabiat
hâdiselerini anlamadaki merak, Güneş ve Güneş Sistemi’nin doğuşuna yöneldi.
Dört bin yıldır bilinen beş gezegenin sayısı son üçün keşfiyle sekize çıkmıştı.
9’uncu gezegen Platon’un (Plüto) keşfi merakları daha da arttırdı. Güneş ve
gezegenler nasıl meydana gelmişlerdi?
Batı
literatüründe Güneş Sistemi’nin oluşumu hakkında ilk görüşlerin Fransız filozof
ve matematikçi René Descartes’ten (1596-1650) geldiği söylenir. Descartes’e
göre uzay, dönen parçacık girdaplarıyla doludur. Güneş ve gezegenleri,
girdapların sıkıştırdığı parçacıkların birleşmesi ile oluşmuştur.
1734’te
İsveçli Emanuel Swendenborg (1688-1772) “Bulutsu hipotezi”ni ortaya atmış, bu
görüş 1755 yılında Immanuel Kant tarafından geliştirilmiş ve tanıtılmıştır.
1796’da Laplace de benzer teori üzerinde çalışmıştır.
Fransız
ünlü tabiatçı Comte de Buffon (1707-1788), 1749 yılında yazdığı ve 44 ciltten
oluşan “Tabiatın Tarihi” adlı eserinde uzayın yıldızlar arası derinliklerinden
gelen bir kuyruklu yıldızın Güneş’le çarpışması sonucu açığa çıkan parçalardan
gezegenlerin doğduğunu iddia ediyordu (Şekil-1).
Şekil-1: Kuyruklu yıldızın güneşe
çarpmasıyla gezegenlerin oluşması…
Çarpışmanın
etkisiyle uzaya saçılan parçalar, Güneş’in çekim kuvvetinin etkisiyle etrafında
dönmeye başlamışlardı. Bu görüşü kabul etmeyen Laplace, bu yolla oluşan
gezegenlerin tekrar Güneş’le çarpışacağını ispata çalışıyordu.
Meşhur
Alman felsefecisi Immanuel Kant, 1755 yılında yayınladığı “Tabiat Tarihi ve
Gökyüzü Teorisi” (Allgemeine Naturgeschichte Theorie des Himmels) adlı eserinde
şu safhalar sonucu gezegenlerin meydana geldiğini yazıyordu: A) Güneş ilk
safhada büyük bir gaz küresi hâlindeydi. B) Gittikçe hızlanarak dönmeye
başladı. C) Hızlı dönme sonunda soğumaya ve büzüşmeye yol açtı. D) Küresel
şekil disk şekline dönüşüyor, ekvator kısmından parçalar ana gövdeden
kopuyordu. E) Kopan parçalar ana gövde etrafında dönerek sonunda gezegenleri
meydana getirdiler (Şekil-2).
Şekil-2: Güneşin hızlı dönüşüyle
gezegenlerin oluşması…
1796’da
Laplace (1749-1827), “Kantin” hipotezini ele alarak daha tutarlı hâle getirmeye
çalıştı. Şöyle diyordu: “Güneş’in ilk zamanlarında yoğunlaşma ve dönme olurken
merkezkaç kuvvetinin etkisiyle ana gövdeden ayrılan parçalar gezegenleri
oluşturdu.” (George Gamow, The Birth and Death of the Sun, The Viking Press, New York, 1955.) “Kant-Laplace hipotezi”
olarak adlandırılan bu tez, yarım asır sonra İngiliz fizikçi Clerk Maxvell
(1831-1879) tarafından ağır tenkide uğradı. Güneş Sistemi’nin ilk hâlinin
şimdiki alana yayıldığını kabul ettiğimizde maddelerin dağılımı o kadar seyrek
olurdu ki ana gövdenin çekim kuvveti, onları ayrı birer gezegen hâlinde
yoğunlaşmasına hiçbir zaman imkân tanımayacaktı.
Meşhur
İngiliz astronomu Sir James Jeans (1877-1946), “Kant-Laplace” hipotezini tenkit
bombardımanına tâbi tuttu. Bu görüş, “Açısal Momentumun Korunması Kanunu”na zıt
gelmekteydi. (m: cismin kütlesi, V: dönüş hızı, r: dönüş ekseni yarıçapı ise, Açısal Momentum eşittir “mxVxr”.)
Buna
göre Güneş Sistemi’nin ilk zamanlardaki açısal momentum toplamları ile günümüz
açısal momentum toplamları eşit olmalıdır. Bugünkü Güneş Sistemi’nde toplam açısal
momentumunun yüzde 95’ini ikinci gruptaki dört büyük gezegenin açısal momentumlarının
toplamı teşkil etmektedir. Buradan Güneş’in ilk zamanlarının açısal hızı
hesaplanabilmektedir. Dolayısıyla Güneş’in ilk durumunda kendisini parçalayacak
bir hıza erişemeyeceği kolaylıkla anlaşılabilir.
Kant-Laplace
hipotezine göre ilkel Güneş’in yassılaşıp merkezkaç kuvvetinin etkisiyle
gezegenleri oluşturacak parçalar atabilmesi için oldukça hızlı dönmesi
gerekecekti. Hesaplar buna imkân tanımamaktadır.
1880
yılında Profesör Bickerton yeni bir görüş ortaya attı. Güneş’imiz, yakınından
geçen bir yıldızdan etkilenmiş olabilirdi. Cambridge Üniversitesinden
matematikçi W.F. Sedgwick, 1884’te “Gelgit Teorisi”ni öne sürdü. Güneş’in
yakınından geçen bir yıldızın sebep olduğu gelgit dalgalarının etkisiyle Güneş’ten
kopan parçalar gezegenleri meydana getirebilirdi. Chicago Üniversitesi
profesörlerinden Chamberlain ve Forest Moulton, bu teze dört elle sarıldı ve
1904’te modellerini açıkladılar. Onlara göre günümüzde görülen Güneş
fışkırmaları, ilk dönemde daha büyük ve şiddetliydi. Yakından geçen bir
gezegenin sebep olduğu “karşılıklı çekim etkisi” ve “gelgit dalgaları”, her iki
yıldızdan dışarı maddelerin salınmasını sağlayacaktı. Dışarı çıkan maddelerin
bir kısmı çekim etkisiyle geri dönerken bir kısmı da yörüngede kalacaktı. Bu
maddeler soğuyarak bir araya gelip ufak parçaları gezegenimsi kütleleri ve
birkaç büyük gezegeni meydana getirebilecekti (Şekil-3).
Şekil-3: İki yıldızın birbirine
gelgit etkisiyle gezegenlerin oluşması…
“Gelgit”
hipotezini destekleyen astronom Sir James Jeans, dikkatimizi çeken bir açıklama
yapacaktır: “Anlaşıldığına göre bu işte bir değil, iki gök cisminin rolü
bulunmaktadır. O hâlde gezegenlerin doğuşu için bir ana gibi, bir de baba gerekmektedir.”
(Sir James Jeans, Universe Around Us, Çeviren: Salih Murat Uzdilek, İstanbul, 1950,
S. 269.)
Bir
ana ve bir baba ifadesi, Yûsuf Sûresi’nin 4’üncü ayetini çağrıştırmaktadır.
Otuz yıl boyunca kabul gören bu görüş, Jüpiter’in açısal momentumunun
uyumsuzluğu nedeniyle terk edildi. Çünkü Jüpiter’in açısal momentumu tek başına
sistemin yüzde 60’ına tekabül etmektedir.
1937
ve 1940’larda Ray Lyttleton, Güneş’in ikizi olan bir yıldızın başka bir
yıldızla çarpıştığını iddia etti. İki yıldız önce birleşir, sonra
kararsızlıktan dolayı parçalanır ve dağılır. Parçacıkların bir kısmı Güneş
tarafından yakalanarak sistem oluşur.
1945’e
gelindiğinde, Alman fizikçi ve filozof Baron Carl Friedrich von Weizsäcker’in
yeni bir görüş sunduğunu görüyoruz. “İç içe anaforlar hâlindeki oluşum” adını
verdiği hipotezde, Güneş’in ilk şekli, toz biçiminde dağılmış hidrojen ve helyum
bulutu hâlindedir. Gaz-toz durumundaki maddeler sert bir kabuk hâline
dönüşemeyecek, hızı fazla olan maddeler dış kısma doğru fırlayabileceklerdir.
Çok küçük olan ve yoğunlaşan bu partiküller bugünkü gezegenlerin Güneş
çevresinde dolanmaları gibi dolaşmaya başlayacaklardır. Bu döngü esnasında aynı
büyüklükteki parçacıklar çarpışarak daha küçük parçacıklara dönüşebilirler.
Fakat küçük bir partikül kendinden daha büyük bir partikülle çarpışırsa, onun
kütlesine saplanıp kalabilecektir. İrileşen bu partikül, çevresindeki diğer
partiküllerle birleşerek gittikçe daha da irileşerek büyüyebilecektir.
Etrafında gaz ve toz bırakmayıncaya kadar büyüyebilenler, gezegenlerin
oluşmasıyla sonuçlanırlar. Weizsäcker’in bu tezi, daha sonraları
astrofizikçiler Ter-Naar, Chandrasekhar ve Kuiper tarafından benimsendi ve
değişik tarzlarda geliştirildi. İngiliz G.I. Taylor, Amerika’da Theodore von
Karman, Rusya’da Kolmogoroff ve Almanya’da Werner Heisenberg tarafından da
destek gördü.
M.
Woolfson’a göre bu hipotez, açısal momentum sorununa çözüm bulmadığı gibi, ne
Ay’ın oluşumunu, ne de Güneş Sistemi’nin basit özelliklerini açıklayabilmektedir.
1943’te
Sovyet astronom Otto Schmidt, gelişmiş hâliyle Güneş’in, yoğun yıldızlar arası
buluttan geçerek toz ve gaz bulutunda gezegenlerin oluşmasına neden olduğunu
varsayan “Yıldızlararası Bulut” hipotezini açıkladı. Böylelikle açısal momentum
sorunu çözülüyor, gezegenlerin Güneş’le aynı anda oluşmadığı kabul ediliyordu.
Bu hipotez Victor Safronov tarafından Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin oluşumu için
geçen süreyi aştığından şiddetli şekilde tenkit edildi. (M.M. Woolfson “The
Solar System: Its Origin and Evolution”, Journal of the Royal Astronomical
Society, 1993.)
1978’de İngiliz astronom ve matematikçi W.H. McCrea (1904-1999), Güneş ve gezegenlerin aynı buluttaki maddelerden meydana geldiğini kabul eden bir görüş ileri sürdü. “Öncü-gezegen” hipotezi denilen bu görüşte önce oluşan gezegenler daha sonra parçalanarak astroidlere, uydulara ve bugünkü gezegenlere dönüşürler. Gezegenlerin hep aynı yönde döndüğünü kabul eden hipotez, bunda olduğu gibi bazı hususlarda da gerçeğe ters düşmüştür.
Uzayın derinliklerinde yeni
keşfedilen gezegenler üzerinde “Bulutsu” hipotezi test edilmeliydi. Veya bu
sistemlere uygun yeni modellemelerin yapılması gerekmekteydi. Zira 30 Ağustos
2013’e gelindiğinde, 941 adet Güneş ötesi gezegen keşfedilmiş oluyordu (Jean
Schneider, “The Extrasolar Planets Encyclopedia”, Paris University,
25.12.2015).
İsviçreli
astronom Louis Jacot, meslektaşları Weisacker ve Ter Haar gibi bulutsu girdapları
(vorteks) üzerinde durdu. Yalnız bu hipotezde girdaplar hiyerarşisinin hâkim
olduğunu görüyoruz. Uydu vorteksi, Güneş sistemi vorteksi, galaksi vorteksi
gibi… Jacot, gezegen yörüngelerinin dairesel yahut eliptik olduğunu kabul
etmiyor, sarmal olduğunu iddia ediyor. Ona göre uydular gezegenlerden, gezegenler
Güneş’ten uzaklaşarak hareket ederler. Diğer bir ifadeyle, Güneş Sistemi
genişlemekte, hatta galaktik sistem de genişlemektedir. Jacot’a göre
gezegenler, ilk aşama Güneş’in şişmesi ve ekvatoral merkezkaç itkisinin etkisi
üzerinden dışarı atılmasıyla doğmuştur. Onlardan birinin parçalanmasıyla
asteroit kuşağı yer alır. Uydular da gezegenlerden kovulmayla oluşur. Ay da bu
şekilde meydana gelir. Vorteks (girdap) davranışıyla iç ve dış gezegenler, iç
ve dış uydular açıklanmaktadır.
Bu
görüşler bilinen gerçekliklere ters düşse de vorteks davranışının bazı yönleri
haklı bulunmuştur. Yapılan gözlemler sarmal galaksilerde vorteks etkisinin
izlerini taşırlar.
1999’da Amerikalı Thomas Van Flandern’in (1940-2009) değişik bir görüşüne şahit oluyoruz. Flandern’e göre şişen Güneş’in ekvatoral çıkıntılarından 6 çift gezegen peyda olur. Yüz milyon yıl sonra 6 gezegenin patlamasıyla mevcut sisteme dönüşecektir. Flandern’in “Patlamış Gezegen” hipotezi, “patlamalara yetecek kadar kuvvetli enerjinin olmaması ve patlama için yeterli kütle olmaması” ana başlıklarıyla tenkide uğradı. Tüm olumsuzluklara rağmen tez, gezegen ve uyduların ikizliliğini, düzlem yörüngeliğini, açısal momentum dağılımını, asteroid kuşağını, Mars ve Merkür’ün küçüklüklerini, yakın çift yıldızların oluşumunu açıklamaktadır. (Astronomy, John Fix, 2006, McGraw-Hill)
İslâmiyet’e lâyıkıyla vâkıf olmayan din adamları, her zaman ve her yerde Müslümanların başına dert olmuştur.
Bulutsu
hipotezine dönüş
1980’lere
gelindiğinde, astronom A.J.R. Prentice, çalışmalarıyla Laplace Teorisi’ni
ihtiva eden “Bulutsu” modeline dönüş yaptı. İlk zamanlardaki Güneş’in
“protogezegensel” yani gezegen olmadan önceki disklere açısal momentum
aktardığını ileri sürdü. Güneş bulutsusu diski modeli, genel olarak kabul gören
“gezegen oluşum teorisi” hâlini aldı. Rus astronom Victor Safranov’un
(1917-1999) model üzerinde önemli katkıları oldu. “Protogezegensel Bulutun
Evrimi ve Gezegenlerin Oluşumu” adlı eseri, uzun süreli ilim camiasının
dikkatini celbetti (George W. Wetherill “Leonard Medal Citation for Victor
sergeevich Safranov” -1989-, Meteorities, 24/347). Bu kitapta, gezegenlerin
oluşmasındaki izah edilemeyen yahut tutarsız görüşlerin büyük kısmı formüle
ediliyordu. Sonraları George Wetherill’in yapmış olduğu çalışmalar hipotezi
güçlendirdi. Bulutsu hipotezinin yaygınlaşmasında 80’li yıllardaki iki astronomi
keşfi önemli rol oynadı. Beta Pictoris (Ressam takımyıldızının en parlak ikinci
yıldızıdır; 63,4 ışık yılı uzaklıkta, Güneş’ten 1,75 kat daha büyük ve 9 kat
daha parlaktır; Şekil-4) gibi bazı erken dönem yıldızların çevresi çok soğuk
toz diskleriyle kaplıydı. Bulutsu hipotezi de bunu önermekteydi.
Şekil-4: Beta Pictoris Yıldızı…
İkinci
keşif, 1983 yılında fırlatılan kızılötesi donanımlı astronomik uydunun soğuk
toz diskleri içinde kızılötesi ışıma yapan birçok yıldızı tespit etmesiydi.
“Bulutsu”
hipotezi, Güneş Sistemi dikkate alınarak geliştirilmişti. O zamanlar daha diğer
sistemlerdeki gezegenlerin mevcudiyetine dair pek bilgi yoktu. Bu hipotezin
diğer gezegen sistemlerinde geçerliliği ne dereceydi? Astronomlar,
protogezegensel disk ya da yıldızlar etrafında gezegen bulunmasından endişeliydiler
(“Planet Quest, Terrestrial Planet Finder”, NASA- Jet Propulsion
Laboratory-17.11.2011).
Uzayın
derinliklerinde yeni keşfedilen gezegenler üzerinde “Bulutsu” hipotezi test
edilmeliydi. Veya bu sistemlere uygun yeni modellemelerin yapılması gerekmekteydi.
Zira 30 Ağustos 2013’e gelindiğinde, 941 adet Güneş ötesi gezegen keşfedilmiş
oluyordu (Jean Schneider, “The Extrasolar Planets Encyclopedia”, Paris
University, 25.12.2015).
Bazı
öte gezegenlerin keşfi, sorunları da beraberinde getirmekte. Jüpiter kadar,
hatta ondan daha büyük bazı gezegenlerin yörünge periyodunun birkaç saat olduğu
gözlemlenmiştir. Bu, gezegenlerin yıldıza çok yakın olduğunu gösterir. Öyle ki,
atmosferleri yıldız radyasyonuyla azar azar soyulmaktadır (“Lunar and Planetary”,
Unıversity of Arizona, 2015).
Bütün
olumlu gelişmelere rağmen “Bulutsu” hipotezi kendi içinde tutarsızlıklar da
sergiler. Hipoteze göre Güneş Sistemi’nde tüm gezegenlerin tam olarak ekliptik
düzlemde var olacağı kabullenilmişti. Ve de gaz devlerinin kendi dönüşlerinde
ve uydu sistemlerinde eliptik düzleme göre eğim yapmayacağı öngörülmüştü.
Mevcut durumda gaz devi olan gezegenler eksen eğimine sahiptirler. Meselâ
Uranüs 98 derece eğimlidir.
Ay’ın Arz’a göre diğer uydularının gezegenlerine göre eğimli oldukları
bilinmektedir (Frank Crary, “The Origin of the Solar Sistem”, 1998).
Hipotezlerin
değerlendirilmesi
Yukarıda,
fen ilmi adamlarının gezegenlerin oluşumuna dair hipotezlerini sunmaya
çalıştık. Özetle değindiğimiz görüşlerin hepsi bu kadar değil tabiî ki. Yer ve
zaman sınırlamasıyla, tanınmış ve farklılık arz edenler üzerinde durmaya özen
gösterildi. Hipotez bolluğunun ve çeşitliliğinin düşünce dünyamıza yolladığı
birtakım mesajlar var.
1-
Sınıflandırma: Hipotez sayıları çok, geliştirilen modeller çeşitli olunca
bunları bir tasnife tâbi tutmak gerekir. Gezegenlerin oluşumuna dair tezler,
kullanılan veriler göz önüne alındığında iki grupta toplanılabilir.
Oluşum
için lüzumlu materyallerin Güneş’ten sağlandığı modeller, başka bir deyişle,
Güneş’e ait bulutsudan Güneş’le birlikte veya ardışık oluştuğunu iddia eden
modeller: Laplace, Descartes, Kant, Weisacher, Swdenborg gibilerinin başını
çektiği hipotezlerdir.
Materyallerin
Güneş harici kaynaktan elde edildiğini savunan modeller: Yıldızlar arası
boşluktaki bulutlar, Güneş harici yıldızlar, kaynakların başlıcalarıdır. Bu
gruptakiler Jeans, Jeffreys, Woolfson, Docmond, Chamberlin-Moulton,
Schmidt-Lyttleton, Alfvén, Arrhenius, Leclerc…
2-
Güneş Sistemi’nin meydana gelişine dair görüşleri ve 1700’lerden günümüze kadar
geçirdiği safhaları incelediğimizde, basit izahlardan daha teknik ve daha
teferruatlı açıklamalara doğru aşama kaydettiğine şahit oluyoruz. Sonraki
tezler, öncekilerin hatalarını görüyor, daha tutarlı cevaplar vermek durumunda
kalıyorlar. Bu neden böyle? Zamanla birlikte teknik ve ilimde ilerliyorlar da
ondan. Gözlem araçlarının inkişafı, uzay teknolojisinin gelişmesi, kaçınılmaz
olarak astronomi ilminin de ilerlemesine yol açıyor.
“Kelâm
ilmi” cephesinden bakarsak yolumuz yine aynı kapıya çıkar. Alâk Sûresi’nde
bildirildiği üzere “kalem ile öğreten” Allah-u Teâlâ, “İlim” sıfatının ve “El-Alîm”
isminin tezahürü olarak talipli kullarının bilgi haznesini zenginleştiriyor.
Bilgiyi doğru
yerde, faydalı şekilde kullanmak, verilen nimetin şükrüdür. Art niyetlerle kötü
ameller işleniyorsa, bunun sorumluluğu da, suçu da insana aittir, hesabı ve
cezası da.
3-
Değerlendirmeleri doğru yapabilmek için kullandığımız mefhumların (kavramların)
ne anlama geldiğini ya da ne maksatla ifade ettiğimizi açıklamamız lâzım. Tez,
hipotez, teori, varsayım, teorem, yasa, kanun gibi...
Tez:
Bir hâdiseye (olay) karşı açıklayıcı bir fikir (öneri) ileri sürmektir.
Hipotez
(teori, varsayım): Bir hâdiseyi açıklamak ya da sonuca götürmek için, bütünü
içinde ilmî usuller (metotlar) kullanarak anlamlı çözümler (neticeler) elde
etmektir. Teoriler yeterli gözlemlerde ve deneylerde ispatlanmadığı için kesin
değildir. İhtimâl dairesindeki iddialardır.
Kanun
(teorem, yasa, kuram): Bir teori (hipotez) gözlemlerle ve deneylerle hiçbir
şüpheye yer vermeyecek tarzda teyit (ispatlanır) edilirse kanun (teorem) hâlini
alır. Kanunlar, ilim çevrelerince kesinliği kabul edilmiş prensiplerdir.
Güneş
Sistemi’nde gezegenlerin meydana gelmesine dair sunduğumuz hipotezleri (teorileri)
bu bakımdan değerlendirmemiz lâzım. Hiçbirinde kesinlik vasfı (özelliği)
bulunmaz. Bundan dolayıdır ki, ortada birbirine zıt, çeşitli ve bir sürü görüş
vardır.
Günümüzde
kanun olarak süregelmiş prensipler bile tartışılır olmuştur. Newton fiziği
Görecelilik Teorisi ile sarsılmış, Kuantum fiziği ise bambaşka alanlara kapı
aralamıştır. Werner Heisenberg’in kabul görmüş “Belirsizlik Kuramı” sınırlı
ilim dünyamızda kesinlik patentini rafa kaldırmıştır. Artık şunu iyi biliyoruz
ki, beşerin fen ilminde “ilimler ihtimâl ile başlar, ihtimâl ile neticelenir;
katiyet yoktur”.
4-
Dikkat ettiniz mi? Yazımızdaki teoriler arasında bir tane bile İslâm âleminden
isim yok. Hâlbuki yeryüzünün üçte biri İslâm coğrafyasıdır. Soru, kanayan
yaramıza neşter vuruyor. Biz mi fen adamı olamadık, yoksa onlar mı bizi adam
yerine koymuyorlar?
Orta
Çağ’da Batılılar dört işlem yapamazken Müslüman matematikçiler üç bilinmeyenli
denklem çözüyorlardı. Daha 400 sene önce Avrupalılar Arz’ı tepsi gibi düz
zannediyor, Yer’in döndüğünü iddia edenleri yakıyorken, İslâm coğrafyasında
âlimler ekvatorun çevresini ölçüyorlardı. Batı’da felsefeden başka bir eser
yokken Müslümanlar fizik, kimya, cebir, geometri, astronomi, tıp velhasıl fen
ilimlerinde zamanımızdakilere bile parmak ısırtacak kitaplar yazıyorlardı. Ne
oldu bu âleme de ahfadı sırra kadem bastılar? Yoksa “güzel insanlar güzel
atlara bindiler” de terk-i diyar mı ettiler?
Cevabın
bir iğne, bir çuvaldız hikâyesi var.
Çuvaldız:
Emevîler ve Abbasîlerden sonra sancak Türklere geçti. Selçuklular devamında
Osmanlılar üç kıtaya hâkim asrın süper gücü oldular. Osmanlı Devleti içindeki
her dini, her dili kendi tebaası olarak gördü. Adalet, soy, sop, renk ayırt etmeksizin
her kavimde cari oldu. Patrikler bile Osmanlı sarığını kardinal külahına tercih
ettiler. Avrupa’da işkenceden inim inim inleyen Musevîler üç hilâlli sancak
altında huzur buldular. Gayrimüslimler aslî unsurlar kadar rahat yaşıyorlardı.
Devlet kademesinin yüksek mevkilerinde görev aldılar. Vezir bile oldular.
Osmanlı
Devleti’ni yıkmak için Haçlı armasıyla birleşen Batı, bütün saldırılarına
rağmen muvaffak olamadı. Zaferi silah zoruyla elde edemeyeceklerini anladılar.
18’inci yüzyıldan itibaren taktik değişti. Kale içten fethedilmeliydi. Osmanlı
coğrafyasının her yerinde okullar açtılar. 1900’lere gelindiğinde yabancı
okulların sayısı, tüm coğrafyadaki devlet okullarında yüksek tahsil gören
talebe sayısından fazla idi. Öğretmenlerin çoğu provokatör ajan olan kolejlerde
Müslüman çocukları ifsat edildi. Dinî ve millî değerlerden bîhaber birer “mankurt”
olarak yetiştirildiler. Devletin çeşitli kademesine yerleştirilenler, milletini
hakir gören, devletine düşman, yabancıların emirlerine amade, kukla şahsiyet
olarak görev aldılar. Ekalliyetler ise çoktan beşinci kol faaliyetine
başlamışlardı.
Sultan
Abdülhamid Han, eğitimden imara kadar birçok atılım yaptıysa da çöküşü
engelleyemedi. Dışarıda düşmanla, içeride hainlerle boğuştu durdu. Dış ve iç
“karalama bombardımanı” aldı başını gitti. “Diktatör, zalim, faşist, kan emici”
iftiraları devamlı pompalandı. Hainlerin marifetiyle düşürülen Abdülhamid’in
yerine “Hürriyet, adalet, eşitlik” sloganlarıyla iktidara geçen İttihatçılar
devrinde meydanlar idam sehpalarıyla donanır oldu. Hâlbuki 32 senelik iktidarında
Abdülhamid Han yalnız bir kişinin idamını tasdik etmişti. O da ana ve babasını
katleden bir cani idi.
Şimdi
aynı senaryo “Reis-i Cumhurumuz” üzerinde tatbik edilmek isteniyor. Vatanımızın
dört bir yanının kıskaca alındığı bu dönemde, her zamankinden fazla müteyakkız
olmamız lâzım.
İğne:
Müslümanlar ilk beş asır nakil ilimlerinin yanında akil (fen) ilimlerinde de
zirve yaptılar. Büyümenin, gelişmenin ve zenginleşmenin rehavetiyle ipler
gevşedi. Fen ve sosyal ilimlerle uğraşmak “fuzuli iştigal” addedilmeye
başlandı. Astronomi âlimleri “Allah’ın işine karışmak” suçlamasına maruz kaldı.
Rasathaneler yakıldı, yıkıldı. Son devirlerde medreselerden fen müktesebatı
kaldırıldı. Hâlbuki müctehid İmam Gazalî, bir şahsın âlim olabilmesi için üç
hususiyetinin bulunmasını şart koşuyordu: Nakil ilimlerine vâkıf olmak, zamanın
fen ilimlerini bilmek, sağlam bir muhakeme (akıl yürütme) kabiliyetine sahip
olmak.
Yavuz
Sultan Selim, Mısır Seferi’nde Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarını kazanarak
Memlük Devleti’nin iktidarına son verdi. Son Sultan Mütevekkil’e iyi davrandı.
Teselli edici sözler söyledi. Mütevekkil, mağlûbiyetinin mazeretini Osmanlı
ordusundaki toplara bağladı. Yavuz’un zaferinde o zamanki teknolojinin ağır
silahı olan topların bulunmasının rolü büyüktü. “Siz toplarınız sayesinde bizi
yendiniz” dedi Mütevekkil. “Madem öyle, siz de top kullansaydınız” diye
karşılık verdi Yavuz. “Ben topların alınması için çok uğraştım fakat din
âlimlerimiz buna müsaade etmedi” dedi Mütevekkil. ”Neden?” dedi Yavuz. “Ateşli
silah istemediler, ‘Ok ve yay ile harp ediniz’ hadis-i şerifine uyulmasını şart
koştular. Halk da onlar tarafındaydı. Ben de mecburen razı oldum” dedi.
Gülümsedi Yavuz, “Madem o kadar Müslümandınız, ‘Düşmanın silahına ondan
üstünüyle mukabele ediniz’ emrine neden uymadınız” diye sitem etti.
İslâmiyet’e lâyıkıyla
vâkıf olmayan din adamları, her zaman ve her yerde Müslümanların başına dert
olmuştur. Günümüzde şahit olduğumuz anormal sahneler hükmümüzü doğrular
mahiyettedir.
“Yaş-kuru
her hususu açıklayan Kitab-ı Mübîn’de Güneş Sistemi’nin oluşumu hakkında bir
bilgi yok mudur” diye düşünülebilir. Elbette var. Yalnızca Ay’ın, Güneş’in,
gezegenlerin değil, kâinatın meydana gelişi ve şekillenişi hakkında da mevcut
fen ilminin kabulleneceği bildirimler var. Biiznillah, gelecek sayılarda
yazımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz…