İlim nedir, ne değildir? (7): Yeni güneş sistemine doğru

Kevkeb, atlı insan yani süvari anlamına gelir. Bu işaret bize gezegenlerin zamanla fethedileceğini gösterir. At, insan için bir vasıtadır. Yolculukta kullanılır. Uzay yolculuğunda gezegenler istasyon olarak kullanılacak, birinden diğerine geçiş yapılabilecektir…

GÜNEŞ Sistemi, kendisini, gezegenleri ve uydularını ihtiva eden bir topluluktur. Güneş bir yıldızdır; ısı ve ışık yayar. Bünyesinde bulunan hidrojen gazı yanmaktadır. Gezegenler ise yıldız etrafında tur atan kürelerdir. Yüzeyleri soğumuştur ve katı hâldedir. Uydular, gezegene bağlı yani gezegen etrafında dönen gök cisimleridir. Genelde tâbi oldukları gezegenin ekseni etrafında dönmesini sağlarlar.

Halk arasında yıldız ile gezegen tanımları çokça birbirleriyle karıştırılır. Gökyüzünde parıldayan, asılı duran her nesneye yıldız gözüyle bakılır. Gecenin sonunda doğu ufkuna yakın konumda beliren gökcismi “Çobanyıldızı” ya da “Seher yıldızı” adıyla bilinir. Karanlığın dağılması aşamasında diğerlerine kıyasla parlak ışığıyla tanınır. Gün doğumunun yakın olduğunun haberini verir. “Seher yıldızı” adı da buradan gelir. Aslında bu bir yıldız değildir. Güneş Sistemi’nin ikinci gezegeni Zühre (Venüs), bize en yakın olanıdır.

Diğer gezegenler zayıf ışıklarıyla daha zor seçilirler. Utarit, Zühre, Merih, Müjteri, Zuhal gezegenleri geçmişte hep yıldız olarak adlandırılmıştır. Roma ve Yunan medeniyetlerinde pagan dinlerin ilâhları olarak sınıflandırılırlar. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn adları verilir. Günümüz astronomisinde de değerlendirmeler bu isimlerle yapılır. Orta Çağ Hıristiyan dünyası İncil’i yanlış yorumlayarak yer merkezli bir sistem kurgulamıştı. Onlara göre yer sabit ve tepsi gibi dümdüzdü. Ay, Güneş ile diğer beş yıldız etrafında dönmekteydi. Bu öğretilerin aksini iddia etmek, İncil’e karşı çıkmak demekti. Bu çıkış din dışı olarak addedilir, kişi aforoz edilerek cezalandırılırdı. Kendilerinden olan Bruno’yu bu yüzden kâfir ilân ettiler. Akıbeti korkunç oldu. Yakarak idam ettiler. İtalyan fizik ve astronomi âlimi Galileo (1564-1642), “Yer yuvarlaktır ve dönmektedir” dediği için şöhretine ve yaşlı hâline bakılmaksızın hapsolundu. Mahkemenin vereceği karar Bruno’nunkinden farklı olmayacaktı. Yakınlarının ve sevenlerinin yalvarması üzerine hâkimler heyetine “yerin düz ve hareketsiz” olduğunu söylemek ve önceki iddialarından rücû ederek “tövbe etmek” zorunda kaldı.

Avrupa’da bunlar yaşanırken, 6 yüzyıl önce Asya’da, İslâm beldelerinde âlimler yer küresinin alanını hesaplamışlardı. Milâdî 832 yılında Halife Me’mûn zamanında teşkil edilen ilmî bir heyet, iki meridyen arasındaki mesafeyi ölçmüştü. Buradan ekvatorun çevresinin hesabına geçildiğinde 39759,60 kilometre çıkmaktaydı. Günümüzün hassas ölçüm değerinden yalnızca 0,24 kilometre eksik. Matematik ve astronomi âlimi Bettâni (858-929), küresel alanların hesabında kullanılan kosinüs teoremi denklemlerini icat ediyor, günümüzde bile istifade edilen trigonometrik cetvelleri hazırlıyordu. Yabancı fen âlimlerinin övgülerini hak etmişti.

Tarihçi G. Sorton, “Bettâni, çağının en büyük astronomi âlimidir” demektedir. Ünlü Fransız astronomu La Land, Bettâni’yi gelmiş geçmiş en büyük yirmi matematikçi âliminden biri olarak göstermektedir. İlim tarihçisi Erich Bel, “Trigonometriyi cebir ilmine tatbik eden ilk ilim adamı Bettâni, cebirsel trigonometrinin kurucusudur. Tarihte görülen en büyük astronomi âlimidir” der.

Galileo ve Kopernik’ten çok önce İslâm âlimleri, yer küresinin yuvarlaklığını ve kendi ekseni etrafında döndüğünü biliyorlardı. Kadı Beydâvi (ölümü: 1286), “Sen dağları görür, onları yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi geçer giderler. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır” (Neml, 88) ayetini tefsir ederken, dağların aslında sabit olmayıp bulutlar gibi hareket ettiğini yazmıştı. Yer ekseni etrafında dönüyorlardı ve dolayısıyla yüzeyindeki her cisim onlarla birlikte dönmekteydi. Bu ayet-i kerime, yer küresinin döndüğünü bildirmekle beraber -bulutların hareketinden- dönüş yönünün batıdan doğuya doğru olduğunu göstermektedir.

Meşhur âlimlerimizden İmam Gazâlî (Milâdî 1053-1111), Tehâfütü’l-Felâsife adlı eserinde arzın küre şeklinde olduğunu bahisle, Ay ve Güneş tutulmalarını günümüz ilmine mutabık tarzda izah etmektedir.

“Necm” mi, “kevkeb” mi?

Optik ilminin gelişmesiyle “Arz”ımızın yakınındaki gök cisimlerinin Güneş merkezli yörünge çizdikleri yani Güneş ailesi mensupları oldukları anlaşıldı. 1930 yılına kadar Güneş’in sekiz gezegeni olduğu sanılıyordu. 1916 yılında matematikçi Lowell, son iki gezegen olan Neptün ve Uranüs’ün yörünge sapmalarının dıştaki bir başka gezegenin etkisiyle olduğu iddiasıyla çıkarak astronomların dikkatini çekmekteydi. Gökyüzü taranıyor, çekilen fotoğraflar inceleniyordu.

1930 yılına gelindiğinde astronom Tombaugh, yapmış olduğu analizlerde yeni gezegenin yerini tespit etti. Ailenin en son ferdine “Plüton” adı verildi. Sonraki yıllar 9’uncu gezegen olan Plüton’un özelliklerinin araştırılmasıyla geçti.

Yapılan çalışmalar bu yeni gökcisminin Yer’den 7 buçuk milyar kilometre uzakta olduğunu söylüyor. Dolayısıyla yörünge uzunluğu diğerlerine nazaran çok fazla. Güneş etrafındaki turunu ancak 248,09 senede tamamlayabilmektedir Plüton. Yani Yer, Plüton bir turu tamamladığında 248 tur atmış olacaktır. Plüton’un çapı 2 bin 274 kilometre, Arz’ın ise çapı 12 bin 756 kilometredir. Plüton’un kütlesi Yer’in yüzde 0,2’sine tekabül etmektedir.

Ebatların küçük olması nedeniyle otoriteler 2006 yılında Plüton’un gezegen olmadığına karar verdiler. Bugün “cüce gezegen” sınıflandırılmasına tâbidir. Plüton’un bulunduğu bölgelerde birkaç cüce gezegenin daha olduğu bilinmektedir.

Yıldız, gezegen, uydu münakaşaları yapıladursun, acaba Kur’ân-ı Kerîm’de bu mevzuda bilgiler var mı?

Elbette var!

Ay’ı, Güneş’i, göğü, yıldızları misal olarak sunan Rabbimizin, içinde bulunduğumuz sisteme değinmemiş olması düşünülebilir mi? Elbette hayır! Gözümüzü ve aklımızı Yûsuf Sûresi’nin 4’üncü ayet-i kerimesine çeviriyoruz: “Bir vakit Yûsuf babasına, ‘Babacığım’ demişti, ‘Ben rüyada on bir gezegenle Güneş’i ve Ay’ı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir’.”

Meali yazarken “gezegen” tabirini kullandık. Bütün meallerde bu “on bir yıldız” olarak geçmektedir. Bu neden böyle? Çünkü meal yazarlarının astronomi bilgileri yetersiz de ondan. İlk devir İslâm âlimlerine bakıyoruz. Hadis, tefsir, fıkıh yani nakil ilimlerinin yanında, tıp, fizik, kimya, matematik, astronomi yani fen ilimlerinde de söz sahibi her biri. İmam-ı Gazâlî ise âlim vasfına sahip olabilmek için üçüncü bir özelliğin de bulunmasını şart koşuyor: Meseleler arasındaki irtibatı yerinde değerlendirerek doğru hüküm çıkarabilecek “muhakeme kabiliyeti” yani “üstün akıl”.

“Necm” kelimesi, Türkçe “yıldız” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde “necm” ismi var. Özel olarak Necm Sûresi var: “Battığı dem yıldıza and olsun.” (Necm, 1)

“Andolsun o göğe ve târıka. Târık’ın ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O) delen yıldızdır.” (Târık, 1-3) Yıldız mânâsı “Necm” kelimesiyle geçmektedir. Beyzavî ve Celâleyn tefsirlerinde “delen” kelimesinin “ışığıyla karanlığı delen” açıklaması vardır. Bu ifadeler “Târık”ın ışığı bile bünyesine hapsedecek tarzda güçlü çekime (kütleye) sahip “karadeliğe” çağrışım yapmaktadır. Mevzumuzun dışında olduğundan, ileride ele almak düşüncesiyle bununla iktifa edelim.

“Hayır! (Hakikatler kâfirlerin dedikleri gibi değildir.) İşte yıldızların düştüğü yerlere ant ediyorum” (Vâkıa, 75) ayetinde “necm” kelimesi vardır. “Görmedin mi, göklerde olan herkes ve yerde bulunan herkes, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakikaten Allah’a secde ediyor. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi (bedbahtlıkla) hor kılarsa onu saadete kavuşturacak (hiçbir kuvvet) yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse (onu) yapar” (Hac, 18) ayetindeki yıldız, “necm” kelimesi ile geçer. “Yıldızlar söndürüldüğü zaman” (Mürselat, 8) ayetindeki yıldızda “necm” kelimesi ile ifade edilmiştir.

“Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar düştüğü zaman” (Tekvir, 1-2) ayetlerinde “necm” kelimesi geçiyor. “Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra dahi tesbih et” (Tûr, 49) ayetinde de “necm” kullanılır. Medârik tefsirine göre, “gecenin bir kısmı” ifadesi akşam ve yatsı namazlarını, “yıldızların batışından sonraki tesbihi” de sabah namazını bildirmektedir.

“Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı siz(in hizmetiniz)e O verdi. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Bunların her birinde aklını kullanacak kimseler için elbette ayetler vardır.” (Nahl, 12) Göğün içinde bulunanların insanlığın hizmetine verilmesi dikkate şayan bir husustur. Yıldızlar bu ayette de “necm” kelimesiyle anlatılmıştır.

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emr’i) arş üzerinde hükümran olan Allah’tır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızları -hepsi de emrine ram olarak- (yaratan O)… Haberin olsun ki, yaratmak da, emretmek de O’na mahsus. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir!” (A’râf, 54) Ayette yer alan “altı gün”, bildiğimiz gün zamanı değildir. Muazzam kâinatın yaratılış süresini -daha meydanda olmayan- arz günü ile kıyaslamak yanlış olur. Bunu altı tur yani altı periyot (vakit) olarak değerlendirmek münasiptir. Gündüz ve gecenin birbirini kovalaması, Arz’ın küre biçiminde olduğunu göstermektedir. Uzaya çıkan astronotlar, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen gece-gündüz kovalamasına yakînen şahit olmuşlardır. Ayet-i kerîmede geçen yıldız

“O, karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarını doğrultmanız için sizin faydanıza yıldızları yaratandır. Biz ayetlerimizi bilen kimseler için şüphesiz açıkça bildirdik.” (En’âm, 97) Yıldızların faydalarından biri de yön tayinidir. Karada ve denizde yol alan kervanlar gökyüzüne bakarak istikametlerini kolayca tayin edebilirler. Zamanımız sonrası yapılacak olan uzay yolculuklarında da yıldızların konumuna göre rota çizerek istifade edilir. Burada da “yıldız” lafzı “necm” kelimesiyle bildirilmiştir.

“(Yeryüzünde) daha nice alâmetler (var etti). Yıldız(lar)la da onlar (insanlar) yollarını doğrulttular.” (Nahl, 16) Bir mânâsı da Peygamberlerin, evliya-i kirâmın, âlimlerin yıldıza benzetilmesidir. Onların tebliğleri ve mücadeleleri insanların doğru yolu bulmalarına vesile olur. Ayet-i kerîmede “necm” kelimesi geçmektedir.

Bütün bu misallerde yıldız olarak “necm” kelimesini görüyoruz. Hâlbuki Yûsuf Sûresi’nin 4’üncü ayetinde “kevkeb” kelimesi vardır. Bu gök cismi, necm ile ifade edilen gök cismi ile aynı vasıfta (özellikte) olamaz. İki kelime arasında farklılık var. Necm kelimesi ile yıldıza, kevkeb ile gezegene (seyyareye) işaret edilmektedir. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’in mucizelerinden biridir. İlim ve tekniğin inkişafı ile ancak son devirlerde anlaşılan bu husus, ayet-i kerîmede açıkça bildirilmiştir. Rabbimizin kelimeleri başıboş değildir. Anlamak için akıl, bilmek için ilim, hissetmek için kalp, görmek için göz lâzımdır.

“Kevkeb” kelimesinin lügat mânâlarına bakalım. Mustafa Nihat Öz’ün sözlüğünde üç karşılığı var: “Gökteki yıldız, atlı insan kalabalığı, gösteriş.”

Bu üç karşılığa üç açıklama yapabiliriz: Kevkeb, yıldızlar gibi bir gök cismidir. Muhteva yönünden yıldızlardan ayrılır. İnsanlar göğe bakarlar da “Bu Seher yıldızıdır” derler. Hâlbuki Seher yıldızı (Çobanyıldızı) Güneş Sistemi’nin ikinci gezegeni Zühre’dir (Venüs). Güneş bir yıldız, Zühre (Venüs) ise onun gezegenidir. Güneş “apeks” istikametine doğru yol alırken, Zühre ve diğer gezegenler Güneş etrafında tur atar yani dönerler. Güneş’in bünyesindeki gaz yanarak uzaya ısı ve ışık verir. Gezegenler katı cisimlerdir. Güneş’ten almış oldukları ışığı yansıtırlar. Onun için parlak görünürler.

Kevkeb, atlı insan yani süvari anlamına gelir. Bu işaret bize gezegenlerin zamanla fethedileceğini gösterir. At, insan için bir vasıtadır. Yolculukta kullanılır. Uzay yolculuğunda gezegenler istasyon olarak kullanılacak, birinden diğerine geçiş yapılabilecektir. Gezegenlerin kullanılışı birkaç kişi tarafından değil, birçok insan tarafından yapılacaktır. Yeryüzündeki diğer kıtalara yapılan seyahatler gibi…

Gezegenlere giden insanlar oralarda iskân edecekler. Oraların şartlarına uygun barınaklar (binalar) yapacaklar. Bazıları diğerlerine nazaran daha gösterişli binalar kurarlar da bununla övünürler.

Biri çıkar da şu ayet-i kerimeyi misal getirir: “Biz İbrahim’e kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk. İşte o, üstüne gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş, ‘Bu mu benim Rabbim?’ demiş, o sönüp gidince ise şöyle demişti: ‘Ben böyle sönüp batanları (Tanrı diye) sevmem.” (En’âm, 75-76)

76’ncı ayet-i kerîmede yıldız olarak “kevkeb” kelimesi geçiyor. İşte biri çıkıp bu detayı söylerse deriz ki, “O görünen gök cismi, gerçek anlamda yıldız olmayıp, gezegendir. Gezegenler yıldızlara nazaran Arz’a çok yakın olduğundan daha parlak görünürler. Allah-u Teâlâ her şeyin doğrusunu bilir, İbrahim’in (aleyhisselâm) işaret ettiği gök cismi de gezegen olsa gerektir”.

Sonraya ilişkin bir detay notu

Yeri gelmişken, aydınlatılması zarurî bir husus daha var.

Birçok kitapta İbrahim’in (aleyhisselâm) macerası anlatılırken birçok yanlışlık yapılıyor. İbrahim’in (aleyhisselâm) önce güneşi, ayı, yıldızı tanrı kabul ettiği, bunlar batınca vazgeçtiği anlatılıyor. Hâşâ! Hiçbir peygamber, peygamber olmadan önce de putlara veya başka şeylere tapmaz, ilâh olarak kabul etmez. İbrahim (aleyhisselâm) zamanında bir kısım kavimler güneşe veya aya veyahut yıldızlara tapıyordu. İbrahim (aleyhisselâm) onlara doğru yolu göstermek, hidayete ermelerine vesile olmak için güzel bir usul (metot) tatbik etmiştir. Onların bu bâtıl inançlarına başta karşı çıkmamış, zamanlı bir mukabele (diyalog) yoluyla hakikati anlatmak istemiştir. Önce bu kavimlerin konakladığı yere varıyor İbrahim (aleyhisselâm) ve onlar gibi düşündüğü intibaını uyandırıyor. Onlar da “Bizim dinimizden biri geldi” diye seviniyorlar ve aralarına alıyorlar. Sohbetten sonra güneş, ay yahut yıldız batınca, “Batan, kaybolan hiç ilâh olur mu? Böyle saçma inancı kabul etmem!” deyince apışıp kalıyorlar. Biraz aklı olan hidayete eriyor. (Devam edecek…)