GÜNEŞ Sistemi,
kendisini, gezegenleri ve uydularını ihtiva eden bir topluluktur. Güneş bir
yıldızdır; ısı ve ışık yayar. Bünyesinde bulunan hidrojen gazı yanmaktadır.
Gezegenler ise yıldız etrafında tur atan kürelerdir. Yüzeyleri soğumuştur ve
katı hâldedir. Uydular, gezegene bağlı yani gezegen etrafında dönen gök
cisimleridir. Genelde tâbi oldukları gezegenin ekseni etrafında dönmesini
sağlarlar.
Halk
arasında yıldız ile gezegen tanımları çokça birbirleriyle karıştırılır.
Gökyüzünde parıldayan, asılı duran her nesneye yıldız gözüyle bakılır. Gecenin
sonunda doğu ufkuna yakın konumda beliren gökcismi “Çobanyıldızı” ya da “Seher yıldızı”
adıyla bilinir. Karanlığın dağılması aşamasında diğerlerine kıyasla parlak
ışığıyla tanınır. Gün doğumunun yakın olduğunun haberini verir. “Seher yıldızı”
adı da buradan gelir. Aslında bu bir yıldız değildir. Güneş Sistemi’nin ikinci
gezegeni Zühre (Venüs), bize en yakın olanıdır.
Diğer
gezegenler zayıf ışıklarıyla daha zor seçilirler. Utarit, Zühre, Merih,
Müjteri, Zuhal gezegenleri geçmişte hep yıldız olarak adlandırılmıştır. Roma ve
Yunan medeniyetlerinde pagan dinlerin ilâhları olarak sınıflandırılırlar.
Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn adları verilir. Günümüz astronomisinde de
değerlendirmeler bu isimlerle yapılır. Orta Çağ Hıristiyan dünyası İncil’i
yanlış yorumlayarak yer merkezli bir sistem kurgulamıştı. Onlara göre yer sabit
ve tepsi gibi dümdüzdü. Ay, Güneş ile diğer beş yıldız etrafında dönmekteydi.
Bu öğretilerin aksini iddia etmek, İncil’e karşı çıkmak demekti. Bu çıkış din
dışı olarak addedilir, kişi aforoz edilerek cezalandırılırdı. Kendilerinden
olan Bruno’yu bu yüzden kâfir ilân ettiler. Akıbeti korkunç oldu. Yakarak idam
ettiler. İtalyan fizik ve astronomi âlimi Galileo (1564-1642), “Yer yuvarlaktır
ve dönmektedir” dediği için şöhretine ve yaşlı hâline bakılmaksızın hapsolundu.
Mahkemenin vereceği karar Bruno’nunkinden farklı olmayacaktı. Yakınlarının ve
sevenlerinin yalvarması üzerine hâkimler heyetine “yerin düz ve hareketsiz”
olduğunu söylemek ve önceki iddialarından rücû ederek “tövbe etmek” zorunda
kaldı.
Avrupa’da
bunlar yaşanırken, 6 yüzyıl önce Asya’da, İslâm beldelerinde âlimler yer
küresinin alanını hesaplamışlardı. Milâdî 832 yılında Halife Me’mûn zamanında
teşkil edilen ilmî bir heyet, iki meridyen arasındaki mesafeyi ölçmüştü.
Buradan ekvatorun çevresinin hesabına geçildiğinde 39759,60 kilometre
çıkmaktaydı. Günümüzün hassas ölçüm değerinden yalnızca 0,24 kilometre eksik. Matematik
ve astronomi âlimi Bettâni (858-929), küresel alanların hesabında kullanılan
kosinüs teoremi denklemlerini icat ediyor, günümüzde bile istifade edilen
trigonometrik cetvelleri hazırlıyordu. Yabancı fen âlimlerinin övgülerini hak
etmişti.
Tarihçi
G. Sorton, “Bettâni, çağının en büyük astronomi âlimidir” demektedir. Ünlü
Fransız astronomu La Land, Bettâni’yi gelmiş geçmiş en büyük yirmi matematikçi
âliminden biri olarak göstermektedir. İlim tarihçisi Erich Bel, “Trigonometriyi
cebir ilmine tatbik eden ilk ilim adamı Bettâni, cebirsel trigonometrinin
kurucusudur. Tarihte görülen en büyük astronomi âlimidir” der.
Galileo
ve Kopernik’ten çok önce İslâm âlimleri, yer küresinin yuvarlaklığını ve kendi
ekseni etrafında döndüğünü biliyorlardı. Kadı Beydâvi (ölümü: 1286), “Sen
dağları görür, onları yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi
geçer giderler. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki
O, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır” (Neml, 88) ayetini tefsir ederken,
dağların aslında sabit olmayıp bulutlar gibi hareket ettiğini yazmıştı. Yer ekseni
etrafında dönüyorlardı ve dolayısıyla yüzeyindeki her cisim onlarla birlikte
dönmekteydi. Bu ayet-i kerime, yer küresinin döndüğünü bildirmekle beraber -bulutların
hareketinden- dönüş yönünün batıdan doğuya doğru olduğunu göstermektedir.
Meşhur
âlimlerimizden İmam Gazâlî (Milâdî 1053-1111), Tehâfütü’l-Felâsife adlı
eserinde arzın küre şeklinde olduğunu bahisle, Ay ve Güneş tutulmalarını
günümüz ilmine mutabık tarzda izah etmektedir.
“Necm”
mi, “kevkeb” mi?
Optik
ilminin gelişmesiyle “Arz”ımızın yakınındaki gök cisimlerinin Güneş merkezli yörünge
çizdikleri yani Güneş ailesi mensupları oldukları anlaşıldı. 1930 yılına kadar
Güneş’in sekiz gezegeni olduğu sanılıyordu. 1916 yılında matematikçi Lowell,
son iki gezegen olan Neptün ve Uranüs’ün yörünge sapmalarının dıştaki bir başka
gezegenin etkisiyle olduğu iddiasıyla çıkarak astronomların dikkatini
çekmekteydi. Gökyüzü taranıyor, çekilen fotoğraflar inceleniyordu.
1930
yılına gelindiğinde astronom Tombaugh, yapmış olduğu analizlerde yeni gezegenin
yerini tespit etti. Ailenin en son ferdine “Plüton” adı verildi. Sonraki yıllar
9’uncu gezegen olan Plüton’un özelliklerinin araştırılmasıyla geçti.
Yapılan
çalışmalar bu yeni gökcisminin Yer’den 7 buçuk milyar kilometre uzakta olduğunu
söylüyor. Dolayısıyla yörünge uzunluğu diğerlerine nazaran çok fazla. Güneş
etrafındaki turunu ancak 248,09 senede tamamlayabilmektedir Plüton. Yani Yer,
Plüton bir turu tamamladığında 248 tur atmış olacaktır. Plüton’un çapı 2 bin 274
kilometre, Arz’ın ise çapı 12 bin 756 kilometredir. Plüton’un kütlesi Yer’in
yüzde 0,2’sine tekabül etmektedir.
Ebatların
küçük olması nedeniyle otoriteler 2006 yılında Plüton’un gezegen olmadığına
karar verdiler. Bugün “cüce gezegen” sınıflandırılmasına tâbidir. Plüton’un
bulunduğu bölgelerde birkaç cüce gezegenin daha olduğu bilinmektedir.
Yıldız,
gezegen, uydu münakaşaları yapıladursun, acaba Kur’ân-ı Kerîm’de bu mevzuda
bilgiler var mı?
Elbette
var!
Ay’ı,
Güneş’i, göğü, yıldızları misal olarak sunan Rabbimizin, içinde bulunduğumuz
sisteme değinmemiş olması düşünülebilir mi? Elbette hayır! Gözümüzü ve aklımızı
Yûsuf Sûresi’nin 4’üncü ayet-i kerimesine çeviriyoruz: “Bir vakit Yûsuf
babasına, ‘Babacığım’ demişti, ‘Ben rüyada on bir gezegenle Güneş’i ve Ay’ı
gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicilerdir’.”
Meali
yazarken “gezegen” tabirini kullandık. Bütün meallerde bu “on bir yıldız”
olarak geçmektedir. Bu neden böyle? Çünkü meal yazarlarının astronomi bilgileri
yetersiz de ondan. İlk devir İslâm âlimlerine bakıyoruz. Hadis, tefsir, fıkıh
yani nakil ilimlerinin yanında, tıp, fizik, kimya, matematik, astronomi yani fen
ilimlerinde de söz sahibi her biri. İmam-ı Gazâlî ise âlim vasfına sahip
olabilmek için üçüncü bir özelliğin de bulunmasını şart koşuyor: Meseleler
arasındaki irtibatı yerinde değerlendirerek doğru hüküm çıkarabilecek “muhakeme
kabiliyeti” yani “üstün akıl”.
“Necm”
kelimesi, Türkçe “yıldız” demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinde “necm”
ismi var. Özel olarak Necm Sûresi var: “Battığı dem yıldıza and olsun.” (Necm, 1)
“Andolsun
o göğe ve târıka. Târık’ın ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O) delen
yıldızdır.” (Târık, 1-3) Yıldız mânâsı “Necm” kelimesiyle geçmektedir. Beyzavî
ve Celâleyn tefsirlerinde “delen” kelimesinin “ışığıyla karanlığı delen”
açıklaması vardır. Bu ifadeler “Târık”ın ışığı bile bünyesine hapsedecek tarzda
güçlü çekime (kütleye) sahip “karadeliğe” çağrışım yapmaktadır. Mevzumuzun
dışında olduğundan, ileride ele almak düşüncesiyle bununla iktifa edelim.
“Hayır!
(Hakikatler kâfirlerin dedikleri gibi değildir.) İşte yıldızların düştüğü
yerlere ant ediyorum” (Vâkıa, 75) ayetinde “necm” kelimesi vardır. “Görmedin
mi, göklerde olan herkes ve yerde bulunan herkes, güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakikaten Allah’a secde ediyor.
Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi (bedbahtlıkla) hor kılarsa
onu saadete kavuşturacak (hiçbir kuvvet) yoktur. Şüphesiz ki Allah ne dilerse
(onu) yapar” (Hac, 18) ayetindeki yıldız, “necm” kelimesi ile geçer. “Yıldızlar
söndürüldüğü zaman” (Mürselat, 8) ayetindeki yıldızda “necm” kelimesi ile ifade
edilmiştir.
“Güneş
dürüldüğü zaman, yıldızlar düştüğü zaman” (Tekvir, 1-2) ayetlerinde “necm”
kelimesi geçiyor. “Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra dahi
tesbih et” (Tûr, 49) ayetinde de “necm” kullanılır. Medârik tefsirine göre,
“gecenin bir kısmı” ifadesi akşam ve yatsı namazlarını, “yıldızların batışından
sonraki tesbihi” de sabah namazını bildirmektedir.
“Geceyi,
gündüzü, güneşi, ayı siz(in hizmetiniz)e O verdi. Yıldızlar da O’nun emrine
boyun eğmişlerdir. Bunların her birinde aklını kullanacak kimseler için elbette
ayetler vardır.” (Nahl, 12) Göğün içinde bulunanların insanlığın hizmetine
verilmesi dikkate şayan bir husustur. Yıldızlar bu ayette de “necm” kelimesiyle
anlatılmıştır.
“Şüphesiz
ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emr’i) arş üzerinde
hükümran olan Allah’tır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp
örter. Güneşi, ayı, yıldızları -hepsi de emrine ram olarak- (yaratan O)…
Haberin olsun ki, yaratmak da, emretmek de O’na mahsus. Âlemlerin Rabbi olan
Allah’ın şanı ne kadar yücedir!” (A’râf, 54) Ayette yer alan “altı gün”,
bildiğimiz gün zamanı değildir. Muazzam kâinatın yaratılış süresini -daha
meydanda olmayan- arz günü ile kıyaslamak yanlış olur. Bunu altı tur yani altı
periyot (vakit) olarak değerlendirmek münasiptir. Gündüz ve gecenin birbirini
kovalaması, Arz’ın küre biçiminde olduğunu göstermektedir. Uzaya çıkan
astronotlar, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen gece-gündüz kovalamasına yakînen
şahit olmuşlardır. Ayet-i kerîmede geçen yıldız
“O,
karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarını doğrultmanız için
sizin faydanıza yıldızları yaratandır. Biz ayetlerimizi bilen kimseler için şüphesiz
açıkça bildirdik.” (En’âm, 97) Yıldızların faydalarından biri de yön tayinidir.
Karada ve denizde yol alan kervanlar gökyüzüne bakarak istikametlerini kolayca
tayin edebilirler. Zamanımız sonrası yapılacak olan uzay yolculuklarında da
yıldızların konumuna göre rota çizerek istifade edilir. Burada da “yıldız”
lafzı “necm” kelimesiyle bildirilmiştir.
“(Yeryüzünde)
daha nice alâmetler (var etti). Yıldız(lar)la da onlar (insanlar) yollarını
doğrulttular.” (Nahl, 16) Bir mânâsı da Peygamberlerin, evliya-i kirâmın, âlimlerin
yıldıza benzetilmesidir. Onların tebliğleri ve mücadeleleri insanların doğru
yolu bulmalarına vesile olur. Ayet-i kerîmede “necm” kelimesi geçmektedir.
Bütün
bu misallerde yıldız olarak “necm” kelimesini görüyoruz. Hâlbuki Yûsuf Sûresi’nin
4’üncü ayetinde “kevkeb” kelimesi vardır. Bu gök cismi, necm ile ifade edilen
gök cismi ile aynı vasıfta (özellikte) olamaz. İki kelime arasında farklılık
var. Necm kelimesi ile yıldıza, kevkeb ile gezegene (seyyareye) işaret edilmektedir.
Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’in mucizelerinden biridir. İlim ve tekniğin inkişafı
ile ancak son devirlerde anlaşılan bu husus, ayet-i kerîmede açıkça bildirilmiştir.
Rabbimizin kelimeleri başıboş değildir. Anlamak için akıl, bilmek için ilim,
hissetmek için kalp, görmek için göz lâzımdır.
“Kevkeb”
kelimesinin lügat mânâlarına bakalım. Mustafa Nihat Öz’ün sözlüğünde üç
karşılığı var: “Gökteki yıldız, atlı insan kalabalığı, gösteriş.”
Bu
üç karşılığa üç açıklama yapabiliriz: Kevkeb, yıldızlar gibi bir gök cismidir.
Muhteva yönünden yıldızlardan ayrılır. İnsanlar göğe bakarlar da “Bu Seher
yıldızıdır” derler. Hâlbuki Seher yıldızı (Çobanyıldızı) Güneş Sistemi’nin
ikinci gezegeni Zühre’dir (Venüs). Güneş bir yıldız, Zühre (Venüs) ise onun
gezegenidir. Güneş “apeks” istikametine doğru yol alırken, Zühre ve diğer
gezegenler Güneş etrafında tur atar yani dönerler. Güneş’in bünyesindeki gaz
yanarak uzaya ısı ve ışık verir. Gezegenler katı cisimlerdir. Güneş’ten almış
oldukları ışığı yansıtırlar. Onun için parlak görünürler.
Kevkeb,
atlı insan yani süvari anlamına gelir. Bu işaret bize gezegenlerin zamanla fethedileceğini
gösterir. At, insan için bir vasıtadır. Yolculukta kullanılır. Uzay
yolculuğunda gezegenler istasyon olarak kullanılacak, birinden diğerine geçiş
yapılabilecektir. Gezegenlerin kullanılışı birkaç kişi tarafından değil, birçok
insan tarafından yapılacaktır. Yeryüzündeki diğer kıtalara yapılan seyahatler
gibi…
Gezegenlere
giden insanlar oralarda iskân edecekler. Oraların şartlarına uygun barınaklar
(binalar) yapacaklar. Bazıları diğerlerine nazaran daha gösterişli binalar
kurarlar da bununla övünürler.
Biri
çıkar da şu ayet-i kerimeyi misal getirir: “Biz İbrahim’e kesin ilme erenlerden
olması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk. İşte o,
üstüne gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş, ‘Bu mu benim Rabbim?’ demiş, o
sönüp gidince ise şöyle demişti: ‘Ben böyle sönüp batanları (Tanrı diye)
sevmem.” (En’âm, 75-76)
76’ncı
ayet-i kerîmede yıldız olarak “kevkeb” kelimesi geçiyor. İşte biri çıkıp bu
detayı söylerse deriz ki, “O görünen gök cismi, gerçek anlamda yıldız olmayıp,
gezegendir. Gezegenler yıldızlara nazaran Arz’a çok yakın olduğundan daha
parlak görünürler. Allah-u Teâlâ her şeyin doğrusunu bilir, İbrahim’in (aleyhisselâm)
işaret ettiği gök cismi de gezegen olsa gerektir”.
Sonraya
ilişkin bir detay notu
Yeri
gelmişken, aydınlatılması zarurî bir husus daha var.
Birçok kitapta İbrahim’in (aleyhisselâm) macerası anlatılırken birçok yanlışlık yapılıyor. İbrahim’in (aleyhisselâm) önce güneşi, ayı, yıldızı tanrı kabul ettiği, bunlar batınca vazgeçtiği anlatılıyor. Hâşâ! Hiçbir peygamber, peygamber olmadan önce de putlara veya başka şeylere tapmaz, ilâh olarak kabul etmez. İbrahim (aleyhisselâm) zamanında bir kısım kavimler güneşe veya aya veyahut yıldızlara tapıyordu. İbrahim (aleyhisselâm) onlara doğru yolu göstermek, hidayete ermelerine vesile olmak için güzel bir usul (metot) tatbik etmiştir. Onların bu bâtıl inançlarına başta karşı çıkmamış, zamanlı bir mukabele (diyalog) yoluyla hakikati anlatmak istemiştir. Önce bu kavimlerin konakladığı yere varıyor İbrahim (aleyhisselâm) ve onlar gibi düşündüğü intibaını uyandırıyor. Onlar da “Bizim dinimizden biri geldi” diye seviniyorlar ve aralarına alıyorlar. Sohbetten sonra güneş, ay yahut yıldız batınca, “Batan, kaybolan hiç ilâh olur mu? Böyle saçma inancı kabul etmem!” deyince apışıp kalıyorlar. Biraz aklı olan hidayete eriyor. (Devam edecek…)