
GEÇEN sayıda Yeni Güneş
Sistemi mevzuuna Yûsuf Sûresi 4’üncü ayet-i kerime ile giriş yapmıştık. “Necm”
kelimesi ile “kevkeb” kelimesinin farkının iyi anlaşılmadığı görülüyor. Özetle,
tekrarında yarar var.
Kur’ân-ı Kerim’de geçen ve yıldızlardan
bahis olunan birçok ayetten misaller vermiştik. Hepsinde “yıldız” kelimesinin Arapça
karşılığı olan “necm” kelimesi geçiyordu. Yûsuf Sûresinde ise “kevkeb” ismi
vardı. Bu farklılıkla her iki gökcisminin ayrı özellikte olduğunun
vurgulandığını, bunun Kur’ân-ı Kerim’in mucizelerinden olduğunu söylemiştik.
“Necm”
kelimesi yıldızı, “kevkeb” ise gezegenleri (seyyareleri) gösteriyordu. Bugün
biz, yıldızların çoğunlukla hidrojen ve helyum gazı barındırdığını, öncelikle
hidrojenin yanarak uzaya ısı, ışık ve radyasyon şeklinde salındığını biliyoruz.
Gezegenler ise dış yüzeyleri soğuyarak katılaşmış, yıldızın (çekimine)
cazibesine tâbi, onun etrafında turlayan (dönen) gökcisimleridir. Gökte parlak
olarak görülmeleri, yıldızdan almış oldukları ışığın yansımasından ibarettir.
Yûsuf
Sûresi’nin başlangıcında dikkatimizi celp eden çok önemli bir husus var. Üçüncü
âyet-i kerime, Yûsuf’un (aleyhisselâm)
kıssasına “ahsene’l-kasas” yani “kıssaların en güzeli” tanımını getiriyor.
Neden en güzeli?
Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin
hayatı daha uzun, daha ilginç bir şekilde geçmektedir. Meselâ Mûsa (aleyhisselâm)
öyledir. Yûsuf’un (aleyhisselâm) kıssasında (birkaçı hariç) mucize görülmezken,
Mûsa’nın (aleyhisselâm) kıssası mucizelerle doludur. Öncesi, doğumu, ergenliği
ve peygamberlik süresinde akıl almaz hâdiselere şahit oluruz. Nuh (aleyhisselâm)
ise, bin sene süren ömründe inkârcıların yapmış olduğu eziyetler, işkenceler,
hileler ile ibrete şamil bildirilmektedir. Yeryüzünün tamamını kaplayan Tufan,
beşer tarihinin bir dönüm noktasıdır. Islah olmaz nefisleriyle suya gark inkârcıların
yanında dünya hayatının yeni sakinlerini taşıyan “Nuh’un Gemisi”, Tufan Hâdisesi’nin
esrarlı vasıtasıdır. Bütün bunlar gün gibi ortadayken, Yûsuf kıssası neden “en
güzel” payesi almaktadır?
Kur’ân-ı Kerim’in hususiyetlerinin
biri de bazı yüksek hakikatlerin misallerle anlatılmasıdır. Kıssaya bu anlamda
bakıyor, acısı ve tatlısıyla bir aile hayatından dersler çıkarırken, beri
yandan Güneş Sistemi’nin meydana gelişini, sistemin muhteviyatını, beşerin
macerasını, gelecekte sistem içinde insanın neler yapabileceğini öğrenmiş
oluyoruz.
Dördüncü
âyet-i kerimede, Güneş, Ay
ve on iki gezegenin adı geçmektedir. Yakup (aleyhisselâm) Ailesi de anne, baba
ve on iki evlattan müteşekkildir. Dolayısıyla güneş sistemindeki gezegen sayısı
da on iki olsa gerektir. Bize göre altı çift, üç grup hâlinde sıralanmıştır: 4
küçük+4 büyük+4 küçük.
Gruplar,
asteroit adı verilen irili ufaklı, milyonlarca göktaşının oluşturduğu
halkalarla birbirinden ayrılır (Şekil-1). Güneşe yakın ilk beş gezegen -Utarit
(Merkür), Zühre (Venüs), Merih (Mars), Müşteri (Jüpiter) ve Zuhal (Satürn)-,
Milât’tan önce Mezopotamya’da yaşamış olan Babiller tarafından biliniyordu.
Babilliler Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini gözlemlemişler ve
tabletlerde kayıtlar tutmuşlardır.
Şekil-1: Yeni Güneş Sistemi
Babilliler
Yer’i düz ve sabit olarak düşündüklerinden, gökcisimlerinin Yer etrafında döndüklerini
varsaymışlardı. Gün batımından sonra görülen akşam yıldızının ve gün doğumundan
önce görülen seher yıldızının aynı gökcismi olduğunu da fark eden
Babillilerdir. Milât’tan önce 6 ve 5’inci yüzyıllarda Antik Yunanlar da aynı
bilgileri tekrarlamışlardır. Antik Yunan, Babillilerin karmaşık aritmetik
dizilimlerinin yanı sıra geometrik gösterime önem verdi. Antik Yunanlar, gökte
olduklarından gezegenleri Babilliler gibi kutsal kabul ettiler, onlara pagan
inanışlarının tanrılarının adlarını verdiler.
Aynı
hastalığa Antik Romalıların da duçar olduklarını görüyoruz. Milât’tan sonra
2’nci yüzyılda Batlamyus, bu teorileri sistematik bir hâle getirecekti. “Almagest”
adlı eserinde Yer’i düz ve sabit kabullenerek yedi gökcisminin genişleyen
daireler hâlinde Yer’in etrafında döndüğünü resimlemişti. Bunlar sırasıyla Ay, Utarit,
Zühre, Güneş, Merih, Müşteri ve Zuhal’dir (Şekil-2). Batlamyus, Yer’in
özelliklerini yanlış tanımlaması bir yana, Ay ve Güneş’i de diğer beş gezegenle
aynı statüye koyarak büyük yanlış yapmıştır. Kilisenin onayını alan “Batlamyus
Modeli”, Engizisyon terörünün etkisiyle ta 17’nci yüzyılın başlarına kadar
Avrupa kıtasında geçerli sistem olarak kabul gördü.
Şekil-2: Batlamyus Sistemi; Ay,
Güneş ve gezegenler yer etrafında dönmektedir.
İlk
altı gezegenin antik çağlardan itibaren bilindiğini söylemiştik. Yedinci
gezegen, 1781 yılında William Herschel tarafından keşfedildi. Ekvatoral çapı 51
bin kilometre (yaklaşık Yer’in 4 katı) olan gezegenin kütlesi, Yer’in 15 katı;
hacmi ise, Yer’in 63 katıdır. Güneş’e uzaklığı ortalama 19 Astronomik Birim
(AB) (19x149,5=2,841 milyar kilometre) olan gezegen, bir turunu 84 yılda tamamlamaktadır.
Yani 1 yılı 84 Yer yılına eşittir. Mitolojilerden esinlenerek kendisine “Uranüs”
adı verilmiştir.
1840’lı yıllarda yapılan gözlemlerle Uranüs’un yörüngesinde beklenmedik değişiklikler tespit edildi. Buna bilinmeyen yakın bir gezegeninin kütle çekiminin sebep olduğu tahmin edildi. Yapılan hesaplar, yörüngesi hakkında bilgi veriyordu. Nihayet 1846 yılında Johann Gottfried Galle, beklenilen bölgelerde (Neptün adı verilen) gezegeni gözlemledi. Güneş’ten uzaklığı 30 astronomik birim (AB) olan bu yeni gezegenin kütlesi (Yer kütlesinin 17 katı) Uranüs’ten biraz büyüktür.
Dokuzuncu
gezegenin keşfi
1930
yılına kadar Güneş Sistemi’nde sekiz gezegen olduğu sanılıyordu. Sekizinci
gezegenin (Neptün) yörüngesindeki değişiklikler, bilinmeyen yeni bir gezegenin
mevcudiyetine bağlandı. Percival Lowell, “X gezegeni” adını verdiği bu
gökcismini bulmak için yoğun çaba sarf etti. Çalışmaları sonuç vermedi ve
1916’da vefat etti. Keşif, aynı gözlemevinden araştırmalara devam eden Clyd
Tombaugh’a nasip oldu. Yeni gezegene “Plüton” adı verildi. Bu ismin Antik Roma
mitolojisinde geçen yeraltı tanrısının adı olduğu ifade ediliyor.
Uluslararası astronomi literatüründe geçen bütün gezegenlerin adları Roma mitolojisindeki uyduruk tanrı isimleridir. Bu husus, beşer için bir utanç tablosudur. Kâinatı yoktan var eden Allah-u Teâlâ, sistemdeki Güneş’i, Ay’ı ve gezegenleri insanların istifadesine musahhar kılmıştır. Yer’de de istifade edilen nice nimet vardır. İnsanoğlunu da yaratan Allah-u Teâlâ, sayılamayacak kadar çeşitli nimeti bizlere sunarken, “edep mefhumu” bünyesinde olmayan birileri kalkıp ilimden yoksul cahil insanların tanrı diye uydurdukları isimleri gezegenlere ad olarak koyuyor. Bu ne büyük edepsizlik! Tarifi nakabil cehalet! Bu densizliği yapanların insan cinsinden olmaları bizleri hicap duygusuna sevk ederek kıvrandırıyor. Bu nedenledir ki, (anlaşılması için) zorunlu olarak değindiğimiz bu isimleri telaffuz ederken, mazeret beyanıyla beraber Rahmân ve Rahîm Yüce Rabbimizden mağfiret talep ediyoruz.
Dokuzuncu
gezegenin listeden çıkarılışı
Plüton,
dokuzuncu gezegen olarak keşfedildiği 1930 yılından 2006 yılına kadar ders
kitaplarında ve ilim camiasında gezegen olarak anlatıldı. 24 Ağustos 2006
tarihinde, Prag’da toplanan Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), aldığı
kararla onu gezegen statüsünden çıkardı. Neden böyle bir karar alındı? 76 sene
sonra ne değişti de bu karara ihtiyaç duyuldu? Gezegen olmanın şartı varmış(!).
Çok uzun zaman sonra akıllarına gelen şartları irdeleyelim: “Güneşin etrafında
yörünge çizerek dönmesi, küre hacminde olması, yörüngesinin temiz olması.”
Astronomi
Birliği’ne göre ilk iki şart sağlanmakta fakat üçüncü şart uygun bulunmuyor.
“Kuiper Kuşağı”nda bulunan Plüton bu şartı sağlayamazmış. “Kuiper Kuşağı”,
sekizinci gezegenden sonra başlayan, irili ufaklı gökcisimlerinin bulunduğu,
halka şeklinde bir alan. Bu alanda milyarlarcası olduğundan yörünge mahsurlu
oluyor ve Plüton bu yüzden gezegen olma vasfını kaybediyormuş. Hem gezegenin
kütlesi de yetersizmiş. Çapı 3 bin 473 kilometre olan Ay ile kıyaslanınca ufak
kaçıyor. Gezegen olma statüsünü kaybettiyse ne diyeceğiz? “Cüce gezegen”… Lâyık
gördükleri sıfat bu!
Evvelâ
Kuiper Kuşağı’nın genişliği, tahmininizi zorlayacak cinsten; Güneş’e en yakın
mesafe 30 AB’den başlıyor, 50 AB’ye kadar gidiyor. Yani 20 Astronomik Birim
genişliğinde. (20*149500 ≈ 3 milyar kilometre eder.) Bu, Güneş ile Uranüs
gezegeni arasındaki mesafeden de fazla uzaklık demek. Uranüs 7’nci gezegen
olduğuna göre, diğer altı gezegen bu ara içinde bulunuyor. Mars ile Jüpiter
arasında sayısız gökcisminin barındığı asteroit kuşağı yer alıyor. Sıra Plüton’a
gelince iş değişiyor. Plüton’un bulunduğu (Kuiper) kuşakta birçok gökcismi
varmış. Plüton, oluşumunda etrafını temizleyememiş. Bu yüzden gezegen
olamazmış. Adını verdiğiniz ilâhınız (Plüton) şimdi çöpçü mü oldu ki etrafını
temizleyecekti? Size göre, temizlemediyse, ilâhınız vazifesini yerine getirecek
beceriye sahip değil.
Mizah
bir yana, Plüton gezegenini hafife alanların mazeretlerinden biri de 2 bin 370
kilometre olan çapını az görmeleridir. Çapı 3 bin 473 kilometre olan Ay’dan da
küçük diyorlar. Gezegen büyüklükleri mevzubahis olursa, ilk grupta bulunan
gezegenler ikinci gruptaki Jüpiter’den oldukça yavru kalmaktadır (bakınız Tablo-1).
Merkür’ün kütlesi, Arz’ın kütlesinin yüzde 5’i kadardır. Jüpiter’in kütlesi ise
Arz’ın 318 katıdır. Jüpiter ve Satürn’ün büyük uyduları (Ganymede R=5260 km;
Titan R=5140 km) dahi ilk gezegenin (Merkür) 4 bin 884 metre olan çapından
fazladır. Bu kıyasa göre Merkür’ün gezegen sayılmaması lâzım. Bunlardan
iriliğin gezegen olma vasfını (statüsünü) belirleyemeyeceği anlaşılmaktadır.
Tablo-1: Güneş Sistemi’nde ilk grup
gezegenlerin ikinci grup gezegenlerle büyüklüklerine göre kıyası.
(1. Utarit-Merkür; 2. Zühre-Venüs; 3. Yer-Arz; 4.
Merih-Mars; 5-Müşteri-Jüpiter; 6. Zuhal-Satürn; 7. Iraküs-Uranüs; 8. Naptün-Neptün…)
Plüton’un
gezegen statüsünü tartışmaya açan Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), 24
Ağustos 2006 tarihinde Prag’da toplandı. IAU’nun bünyesinde bulunan yaklaşık 10
bin astronomdan 424’ü değerlendirmeye katıldı. Plüton, toplantıda bulunanların
çoğunluğuyla gezegenlikten çıkarılıp “cüce gezegen” sınıfına konuldu. Dikkat
edilirse, rey verenlerin sayısı, mevcut üye sayısına nazaran çok azınlıkta
kalmaktadır.
IAU’nun
bu keyfî uygulamasına haklı olarak karşı çıkılmış, işin uzmanlarınca tenkitler
yapılmıştır. NASA yöneticilerinden Jim Bridenstine, gazetecilere verdiği
demeçte, “Bilginiz olsun, benim görüşüme göre Plüton bir gezegendir. ‘NASA, Plüton’u
bir kez daha gezegen ilân etti’ diye yazabilirsiniz. Ben bu sözün arkasındayım,
bu şekilde öğrendim ve bu bilginin doğruluğunu kabul ediyorum” demiştir.
Diğer
bir haberse şöyle: ABD’nin Teksas eyaletinde düzenlenen “International Planetery
Science Conference”de ilim insanlarının Plüton’un gezegen statüsünün kabul
edilmesi için kampanya başlattılar. Ekip adına açıklama yapan Johns Hopkins
Üniversitesinden Kirby Runyon, “Bir gökcisminin asıl özelliğiyle alâkadarsanız,
IAU’nun gezegen tanımı değersiz kalır” dedi. Central Florida Üniversitesinin
Florida Uzay Enstitüsü araştırmacıları da IAU’nun gezegenin yörüngesini
temizlemesi kriterinin geçersiz olduğunu belirttiler. Araştırmacı Richard Grey
(Pluto should get back planet status, say astronomers; 10 Ağustos 2008, The
Telegraph), Plüton’un birçok astronom tarafından gezegen olarak kabul
edildiğini ifade etmektedir (Fotoğraf-1).
Fotoğraf-1: Plato’nun (Plüton) New Horizons Uzay Aracı tarafından 14
Temmuz 2015’te 450 bin kilometre uzaklıktan görünüşü.
Güneş’ten
7 milyar kilometre uzaklıktaki cisimlerin gözlemevinden yapılan gözlemlerle
büyüklüklerinin net tayini şüphe götürmekte. Verilen ebatların ileride düzeltilmesi
söz konusu. Bu noktada şu ayrıntıya yer vermeli: New Horizons Uzay Aracı, 19
Ocak 2006’da fırlatıldı. İlk sekiz gezegeni geçerek Temmuz 2015’te Plüton’un en
yakın noktasından geçti. Gönderdiği verilere göre, gezegende 3 bin 500 metre
yükseklikte dağlar olduğu söyleniyor. Cüce olarak tanımlanan gezegende yüksek
irtifaların bulunması soru işareti.
Neden
“cüce” yapılıyor?
Kuiper
Kuşağı’nda, çeşitli ebattaki göktaşları ve asteroitlerle birlikte Plüton
ayarında gökcisimleri tespit edildi. Plüton gezegen olarak durursa, onlar
arasındakileri veya yeni keşif olacakları gezegen olarak tanımak mecburiyetinde
kalacaklar. Sayı artar, bakarsınız 12 olur. O zaman beşer adına beklenen mucize
gerçekleşmiş olur. İslâm
âlimlerinin eserlerinde gezegenlerin sayısının 12 olmasına dair bilgiler
verdikleri biliniyor. Meselâ Said-i Nursî, 1930’lu yıllarda yazdığı risalelerde
(33’üncü Söz, 30’uncu Lema) adedin 12 olduğunu söylüyor. Hakikatin anlaşılması,
dünyada büyük yankı uyandıracaktır. İnsanların İslâmiyet’e karşı alâkasının
artması, İslâm
düşmanlarının Yaratıcı ile alay eder gibi mitolojik uydurma ilâhlar lanse eden
ateistlerin hiç işlerine gelir mi?
Plüton’dan
başlayarak ihtimâlleri devre dışı bırakacaklar ki bunun önü alınsın ve sekiz sayısı
sabitlensin, endişeleri izale olsun. Fakat bilmeleri lâzım ki, korkunun ecele
faydası yok!
Kuiper
Kuşağı’nda çok sayıda gökcismi olduğu, Plüton kabul edilirse onların da geçerli
olacağı, böylece gezegen sayısının yüze veya yüz elliye çıkabileceği, hatta
daha önce keşfedilmiş olan birinci asteroit kuşağındaki Ceres’in bile aynı
statüye girebileceği düşünülüyor. Mazeretleri ilmî değil!
1)
Birinci ve ikinci kuşakta bulunan cisimlerin iri olanları, gezegen vasfına haiz
olmamakta ancak asteroit olarak değerlendirilebilmektedir. Asteroitler
göktaşlarından büyük olmakla birlikte, şekilleri belirsiz olan gökcisimleridir.
Ceres asteroidi bunlardan biridir. Büyüklüğü 960 kilometreye ulaşmaktadır.
Uydusu yoktur.
2)
Gezegenlerin ana vasfı, Güneş’in kütlesel çekim gücü etkisinde etrafında
yörünge çizerek turlamalarıdır. Kuiper Kuşağı’ndaki iri gökcisimlerinin
tamamının düzgün bir yörüngeye sahip olduğunu söyleyemeyiz. Gezegenler Güneş’ten
uzaklaştıkça yörünge hızları azalır; bir tur için kat ettikleri yol büyür.
Meselâ Merkür’ün ortalama yörünge hızı saniyede 47,9 kilometre iken Yer’in 29,8
kilometredir. Plüton’un ortalama yörünge hızı ise saniyede 4,7 kilometredir.
Merkür Güneş etrafındaki turunu 88 Yer gününde tamamlarken, Plüton ise 248
yılda ancak tamamlayabilmektedir. Anlaşılmalıdır ki, müthiş uzaklıktaki
cisimlerin dolanım müddetleri hesap iledir. Yani gözleme dayanmamaktadır.
Dolayısıyla Kuiper Kuşağı’nda, yakın senelerde keşfedilen her iri gökcisminin
yörünge çizebileceğini söylemek bir faraziyeden ibarettir.
3) Gezegenlerin belirli vasıflarından biri de uydularının bulunmasıdır. Bir gökcisminin uydusunun bulunması demek, o uyduyu kendi çevresinde yörüngede tutabilecek çekim gücüne yani küresel kütleye sahip olması demektir. Kuiper Kuşağı’nda uydusu olan gökcisimlerine gezegen gözüyle bakabiliriz, ancak uydusu olmayanları rahatlıkla eleyebiliriz. Bu bilgi ışığında bu kuşakta gözlemlenen birkaç cisim gezegen olma vasfına sahip olabilir.
Haklı
olarak şu soruların cevabı istenebilir: On iki gezegenin mevcudiyetinden
bahsediliyorsa, nerede bu gezegenler? Neden bilinmiyor?
Bunun
birkaç sebebi var:
1) Gözlem araç ve gereçlerimizin yetersizliği: İlimde, bilhassa optik dalındaki gelişmeler, gökyüzünün teleskoplarla araştırılmasına yol açtı. Başlangıçta çıplak gözle yapılan tetkikler, geliştirilen merceklerin kullanımıyla ciddî hâle dönüştü. Yüksek mevkilerde kurulan rasathaneler (gözlemevi), ışığı bize milyonlarca senede gelen yıldız sistemlerinin tetkikine imkân tanıdı. Son senelerde atmosferde Yer yörüngesine oturtulan uydu teleskoplarla uzayın bilinmeyen derinliklerini gözlemlememiz mümkün olabilmektedir. Voyager-1, Voyager-2 ve diğer uzay araçları için yapılan girişimler Güneş Sistemi’ni daha yakından ve daha doğru tanımamıza yol açmıştır. Fakat bu çalışmalar yakın denilebilecek zaman aralığındadır. Sekizinci gezegenin 19’ncu, dokuzuncunun 20’nci yüzyılda keşfedilebildiği unutulmamalıdır.
2)
Güneş Sistemi’nin çok büyük hacimde olması: Sistemi üç gruba ayırmıştık. Üçüncü
grubun başlangıcı sayılabilecek 9’uncu gezegenin Güneş’e mesafesi 6 milyar
kilometre tutmaktadır. Diğer üç (10+11+12) gezegenin “Kuiper” adı verilen bölge
içinde olduğunu varsayarsak, 8-10 milyar kilometre uzaklıklardan bahsetmiş
oluruz. Bu sınırları içine alan küresel uzay hacmini hesapladığımızda yaklaşık
3)
Milâdî 2000 yılından sonra Kuiper Kuşağı’nda keşfedilen bazı gökcisimleri,
sözünü ettiğimiz gezegenler olabilir. Her ne kadar bazıları bunlara “cüce
gezegen” unvanını lâyık gördülerse de… Bir kere, çapı birkaç bin kilometre olan
bir gökcismi hakkında, hele uydusu da var ise, “cüce” diye geçiştirmek, “ilmî
bir yaklaşım” değildir. Küresel bir gökcisminin uydusunun bulunması, yeterli
bir kütleye sahip olduğunun delilidir. Böyle bir gezegen, uydusuyla birlikte
ortak kütle merkezi etrafında döner. Ortak kütle merkezi gezegenin kütlesi
içinde kaldığından, bu gezegen Güneş etrafında yörünge çizerken, aynı zamanda
kendi ekseni etrafında dönecektir. Yani gündüzü ve gecesi olacaktır. Kendi
ekseni etrafında “kısa periyotla”, Güneş etrafında ise “uzun periyotla” dönen
bir gökcismi, gerçek anlamda “gezegen” vasfına hak kazanır.
Anlaşılacağı
gibi, yörünge çizen bir gökcisminin uydusunun bulunması yeterlidir. Uyduya sahip olma, gezegen olmanın yeterli
en önemli şartıdır.
Birinci
asteroit kuşağında bulunan 960 kilometre çaplı “Ceres” adı verilen gökcisminin,
yörünge çizse de uydusu olmadığından, kütlesinin yeterli olmadığı anlaşılır.
Gezegen denemez ve asteroit sınıfına dâhil edilir. Plüton’un, etrafında dönen 5
uydusu vardır. 2 bin 378 kilometre çapa sahip olan bu gökcismi, kaçınılmaz
olarak gezegen sınıfına girer. Kuiper bölgesinde bulunan birçok cisim, uyduları
olmadığından, (bin ilâ bin 500 kilometre aralığında çapları olsa da) gezegen
imtihanında elemi olurlar.
2005
yılında keşfedilen ve “Eris” adı verilen, çapı Plüton’dan az küçük fakat
kütlesi ondan fazla olduğu söylenen gökcismi, eğer veriler doğru ise gezegen
olarak kabul edilebilir. Zira uydusunun olduğu anlaşılmıştır. Bu cisim Güneş’ten
10,854 milyar kilometre uzaklıktadır. Bir günü yaklaşık 26 saattir. Güneş
etrafında 570 yılda döndüğü hesap edilmiştir.
Gözlemler
çoğaldıkça ve sistem içindeki araştırmalar derinleştikçe, nihayetinde gerçek
gezegen özelliğine sahip yeni gökcisimlerinin keşfiyle sayı on ikiye
çıkacaktır. Beşer tarihi göz önüne alındığında, insanoğlunun uzay macerası
başlangıç safhasındadır. Gelecek, yeni hakikatleri müjdeler tarzda önümüzde
durmaktadır. (Devam edecek…)