İlim nedir, ne değildir? (6): En büyük hakikat

Yeryüzünde canlılar açlıktan kırılırken, milyarlar sarf ederek “CERN” laboratuvarında yaratıcılığa soyundu. Deneyler (simit şeklindeki) dairesel tünellerde “tokamak” adı verilen makine ile yapılmakta. Bulacağı parçacığa “tanrı parçacığı” adını koydu. Sonra ne oldu? Şımarıklığının zirvesindeyken, yaratılmış en küçük canlı türü olan bir virüs karşısında tuş oldu.

Okur ile hasbihâl

ELDE olmayan nedenlerle bir süre ara vermek durumunda kaldık. Yazar olmanın bazı sorumlulukları ve zorlukları vardır. Kaleminizi haktan yana kullanıyorsanız, bâtıl yolda yürüyenleri kızdırıyor olabilirsiniz. Ummadığınız yönden önünüze mânialar koyarlar. Bu engeller bizi korkutmaz, yıldırmaz; rücu ise hiç olmaz. Olsa olsa biraz düşündürür, duraklatır. Bu da aşmak veya etrafında dolanmak için geçen zamandır. Biiznillah, eskisinden daha hırs ve şevkle yolumuza devam ederiz…

“İlim nedir, ne değildir?” dizi yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şimdiye kadarki bölümler hazırlık olarak ön bilgilerdi. Peşrev kabilinden… Bundan sonra daha derinlere inmek niyetindeyiz. Madde ve mânâ âlemlerinden bildiklerimizi aktarmaya çalışacağız. Maddî sahada, az bilinen ve de hiç duyulmamış mevzulara temas edeceğiz. Tekrar buluşmanın şükrüyle, selâm ve muhabbetlerimizle…


En büyük hakikat

Düşünmeyi varlığının işareti sayan insanoğlu, acaba yeterince muhakeme edebiliyor ve yaratılmış olmanın sırrına vâkıf olabiliyor mu?

Bilhassa son asırda fen ilmindeki inkişafıyla mikro âlemlerden makro âlemlere nüfus alanını genişletmesi, hırsını ve kibrini arttırdı. Yani nefsini parlattı ve büyüttü. Önce hayvan, sonra da insan klonlamaya başladı. Yeryüzünde canlılar açlıktan kırılırken, milyarlar sarf ederek “CERN” laboratuvarında yaratıcılığa soyundu. Deneyler (simit şeklindeki) dairesel tünellerde “tokamak” adı verilen makine ile yapılmakta. Bulacağı parçacığa “tanrı parçacığı” adını koydu. Sonra ne oldu? Şımarıklığının zirvesindeyken, yaratılmış en küçük canlı türü olan bir virüs karşısında tuş oldu. Ticarî ve malî dengesi bozuldu. Sosyal hayatı altüst oldu. Şimdi de ettiklerinin utancını gizletir gibi yüzleri maskeli dolaştırmakta…

“Ben sizin en büyük rabbinizim!” diyordu Nemrud. Böbürlendiği, kendini dünyanın hâkimi sandığı bir anda, bir küçücük sivrisinek burun deliğinden içeri girdi de beynine doğru yol aldı. Tabiplerin çaresizliğinden sonra baş ağrısını dindirmek için başını tokmaklattırmaya başladı. Tokmak darbeleri günlerce devam etti. Sonra da beyin kanamasından geberdi gitti.

Evet, günümüz fen ilmi ilerlemiştir. Daha da gelişecek ve büyüyecektir. Bu artışlar, Alâk Sûresi’nde bildirildiği gibi, Allah-u Teâlâ’nın kalem ile yazmayı ve insana bilmediklerini öğretmesine binaendir. İki de büyük nimet vermiştir: Düşünebilmesi ve hakikati bulabilmesi için akıl, hissedebilmesi ve doğruluğunu tasdik edebilmesi için kalp… Unutulmamalıdır ki, ilmimiz ne kadar çoğalırsa çoğalsın, sınırlıdır. Allah-u Teâlâ’nın ilmi ise sınırsız yani sonsuzdur. Bir değer ne kadar büyük olursa olsun, sonsuz karşısında kıyası kabil değildir. Fennine güvenerek, binlerce kilometre derinliklerdeki okyanuslarda gezinen, atmosferi aşarak uzay boşluğunda yükselen insanoğluna sesleniyoruz: Ey insan, ne zaman aklının zirvesine erişecek, ne zaman kalbinin derinlerine ineceksin?

Yaratıcıya iman

Doğmak, yaşamak ve ölmek... Her canlının hayat çizelgesi… Başlangıç ve son… Koştur dur! Sabah kalk, işe git, faaliyet, ticaret, üçe al, beşe sat, ye, iç, sonrada dışa at… Bu mudur hayat? Sabah oldu, akşam oldu… Şuurumuzu perdeleyen hayat peryodu… Yer, Ay, Güneş ve gezegenler, galaksiler, galaksiler içinde milyarlarca güneş (yıldızlar), hepsi de sanki sözleşmişler gibi peşi sıra koşturuyorlar. “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?”, işte hayatı anlamlı kılan soru bu! Bütün bu mevcudatın (kâinatın) bir sahibinin olması yani yokken var edeni… Ve elbet gerekir bu yaratılışın esrarlı nedeni.

Hakikat nedir? En büyük hakikat, kâinatı (masivayı) yoktan var eden Allah-u Teâlâ’ya imandır. Peki, “İnandım” demekle iman etmiş oluyor muyuz? Herhangi bir mefhumu kabul etmek, tasdik etmek için onun özelliklerini, ne olduğunu bilmemiz lâzım. Bilinmeden yapılan kabul, şuursuz bir kabuldür; arkasından kolaylıkla tenakuza ve redde düşülebilir. İlkel, pagan dinlerde de bir yaratıcı var. Yahudiler ve Hıristiyanlar da bir yaratıcıya inanmaktalar. Peygamberliği kabul etmeyen deistler bile kâinatın yaratıcısı olduğunu söylemektedirler. Basit matematik kaidesidir, “a eşittir c” ve “b eşittir c” ise, “a eşittir b” olmalıdır. Bütün bu dinler kendi dışındakileri kabul etmediklerine ve birbirleriyle mücadele ettiklerine göre aynı yaratıcıya inanmıyorlar. Daha doğrusu, inandıkları hakikat (gerçek) değil. Her şeyi yoktan var eden Allah-u Teâlâ’ya iman etmiş olmuyorlar. Hâlbuki Allah-u Teâlâ, ilk insan Âdem’den (aleyhisselâm) itibaren bütün peygamberlere “Kelime-i Tevhid”i tebliğ ettirmiştir. Fakat insanoğlunun nefsî özelliği, unutmak, uydurmak ve kaydırmak temayülündedir. Tevhid, zamanla hep yanlış mecralara aktarılmıştır. Dejenere olmuş, bozulmuş ve şirk hâline dönüşmüştür. Zaten böyle olmasaydı, art arda peygamberler vazifelendirilmezlerdi. Her bozulmada, gelen peygamber, Tevhid sancağını hüküm kılmak için çetin bir mücadeleye girmek durumunda kalmıştır. Son Peygamber’den öncekilerin yoktan var eden Yaratıcıya olan inançlarının bozuk olduğu buradan anlaşılır. O hâlde nedir “dinler arası diyalog” safsatası? Bir Haçlı tezgâhı olduğundan şüphe yok!

Son Peygamber Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi vesellem) Kelime-i Tevhid’i asr-ı cehaletin Mekke’sinden kıyamet saatine kadar, yeryüzünde yankılandırmak için teşrif ettirilmiştir. Artık insanlar nasıl bir yaratıcıya iman ettiklerini lâyıkıyla bilebileceklerdir. Kaynağından gelen bu ilm-i nur (Kur’ân-ı Kerim), Peygamber Efendimizin mübârek açıklamalarıyla (hadis-i şerif) cefakâr iman edicilerin (Ashab-ı Kirâm) aktarımıyla İslâm âlimlerinin yazmış olduğu eserler vasıtasıyla tüm beşerin istifadesine sunulmuştur.

Âlimler icmaen bildirmişlerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın sıfatları “Sıfat-ı Zatiyye” ve “Sıfat-ı Subutiyye” olarak on dörttür.


Zâtî sıfatlar

Sıfat-ı Zatiyye, yalnız Zâtına mahsus sıfatlardır. Yaratılmışlarda bulunmazlar.

1-Vücûd: Allah-u Teâlâ vardır. “Vâcibü’l-Vücûd”dur. Canlı cansız her şeyi yaratan bir varın mevcudiyeti muhakkak gerektir.

2-Kıdem: Evvelinin (başlangıcının) olmamasıdır. Varlığının başlangıcı yoktur. Yani ezelîdir. Yunan filozofları ve İbni Rüşt gibi felsefecilerin, akıl, ruh ve maddenin aslı “heyüla”nın da ezelî olduğunu söyledikleri için kâfir olduklarını İmam-ı Gazalî bildirmiştir.

3-Beka: Allah-u Teâlâ’nın sonu yoktur. Zâtı gibi Sıfatlarının da sonu yoktur. Mahlûkatın hepsi fânidir. Kıyamette canlı cansız her şey (masiva) yok olacaktır.

4-Vahdaniyet: Allah-u Teâlâ, Zâtî Sıfatları ve İsimleriyle Bir’dir. Bu “Bir”lik, birleşme şeklinde değildir! Akıl bunun nasıl olduğunu anlayamaz. Sonlu, sınırlı ve aciz olan, sıfatları ve isimleriyle sonsuz olanı anlayamaz, kavrayamaz.

5-Muhalefetün-li’l-havadis: Allah-u Teâlâ, yaratıklarının hiçbirine benzemez. Bütün yaratılmışlar, hacimli, şekilli ve sonludur. Allah-u Teâlâ ise böyle noksanlıklardan münezzehtir. Canlı cansız her şeyi yarattığı gibi, fiillerimizi, hatta düşüncelerimizi de yaratan O’dur. Bu bakımdan akıl ve düşünme ile Zâtının nasıl ve nice olduğu bilinemez. “Şöyle şöyledir” dense, bu söylenenler de mahlûk olduğundan, tezat teşkil eder. Aklın erdiği son nokta, aciz, noksan ve zayıf olanın, noksanlıklardan ve kusurdan münezzeh olanı, sonsuz var olanı kavrayamayacağıdır.

Rahmetli hocam Abdülkerim Efendi anlatmıştı. Adamın biri vesvese krizine tutulur, hocaya gelip sorar: “Allah’ın babası var mı?” Abdülkerim Efendi bakmış ki, adam vesvese girdabında, tereddütsüz cevap vermiş: “Tabiî ki var.”

Adam sormuş yine: “Ya onun babası?” Hoca, -“Onun da babası var” demiş. Adam, “Ya onun da babası?” deyince, Hoca, “Onun da var!” demiş. Adam bakmış ki bunun sonu yok, teslim olmuş, Ezelî ve Ebedî olduğuna iman etmiş.

6-Kıyam bi-nefsihi: Allah-u Teâlâ, Zâtı, Sıfatları ve İsimleriyle kaimdir. Zamandan ve mekândan münezzehtir. Samed’dir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, bütün yaratılmışların (masiva) O’na ihtiyacı vardır. O’nun yaratması ve kudretiyle ayakta durmaktadır her şey.

Subutî sıfatlar

1-Hayat: Diri olmasıdır. Yaratılmışların hayatına benzemez. Zâtına mahsustur. Ezelîdir yani başlangıcı yoktur. Ebedîdir yani varlığının sonu yoktur.

2-İlim: Bilmesidir. Yaratıkların bilmesi gibi değildir. İnsanlar önce cahildir. Öğrenerek zamanla bilgileri çoğalır. Bir mevzuda bilgisi olanın diğer mevzularda bilgisi olmayabilir. Bazı insanların bilgileri bazılarından az veya fazla olabilir. Allah-u Teâlâ’nın İlim sıfatı, Kendi gibi kadimdir. Yani ezelî ve ebedîdir. “Basit”tir. Yani hiç değişmez, eksilmez, çoğalmaz. İlminde bir değişiklik olmaz. Bilmesi zamanlı değildir. Yaratılıştan kıyamete ve sonrasına bütün olacakları bir anda bilmektedir. Masivaya ait bütün özellikler ilmindedir. Her şey İlim sıfatına göre yaratılır. Müşrikler İlim sıfatını bilmediklerinden veya inanmadıklarından, “Bu kemikler çürüdükten sonra nasıl yaratılacaklar?” diye itiraz etmişlerdir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ değil bir canlıyı, bütün canlıları bir anda yok edip tekrar yaratabilir. Tekrar yok edip tekrar yaratabilir. O’nun için zorluk yoktur.

3-Kelâm: Söylemesidir. Söylemesi harfler, sesler şeklinde değildir. Basittir. Ezelden ebede kadar hep bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirler, yasaklar, bildirilen şeyler hep o bir kelâmdır. Bütün İlâhî bilgiler, Tevrat, İncil, Kur’ân-ı Kerim Ondan nazil olmuştur.

4-Sem’i: İşitici olmasıdır. Aletsiz, vasıtasız işitmektedir. Yaratıkların işitmesine benzemez.

5-Basar: Görücü olmasıdır. Aletsiz, vasıtasız görmektedir. Yaratıkların görmesine benzemez. “O’nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O hakkıyla işiten, kemâliyle görendir.” (Şura, 11)

Anlıyoruz ki, yaratılanların sıfatları ile Allah-u Teâla’nın sıfatları arasında benzerlik dahi yoktur. Bizim işitmemiz ve görmemiz zamanlı, sırayla ve vasıtalıdır. Ses, havadan dalgalanarak gelir. Hava ortamı olmazsa ses duyulmaz. Ses dalgaları, dış kulaktaki kulak kepçesinden girerek kanaldan geçip kulak zarını titreştirirler. Titreşimler, orta kulaktaki çekiç, örs ve üzengi, iç kulaktaki oval pencere ve buradan salyangoza ulaşır. Salyangozun içindeki tüysü hücreler hareketlenir. Buradan sinirler vasıtasıyla elektriksel sinyal olarak beyindeki işitme hücrelerine gelir. Hücreler gelen sinyali değerlendirmeye alır. Görüldüğü gibi, işitmenin olabilmesi için ses, hava, kulak kepçesi, kanal, zar, çekiç, örs, üzengi, salyangoz, sıvı, tüyler, sinirler olması lâzım. Bütün bunları yaratan Allah-u Teâlâ’dır.

Diğer bir husus, insan kulağı bütün sesleri duymaz. Ancak 20 ilâ 20 bin Hertz frekans aralığındaki sesleri duyar. Bunun altındaki ve üstündekiler duyulmaz. İşitme organlarımız sağlam olsa bile duymamız sınırlıdır yani aciz ve kusurludur.

Görmemiz ise, ışığın göz merceğinde kırılıp karanlık odaya varması, oradaki sarı nokta üzerine düşmesi, buradan sinirler vasıtasıyla beyindeki hücrelere ulaştırılması şeklinde cereyan etmektedir. Ancak her ışını göremiyoruz. 400 nanometre altı ultraviyole ışınları ile 700 nanometre üzeri kızılötesi ışınları insan gözü değerlendirememektedir.

Özetle açıkladığımız gibi, işitme ve görme fiillerimiz, birçok vasıtaya ve olumlu skala aralığına muhtaçtır. Yani zayıf ve acizdir. Sem’i ve Basar sıfatlarıyla asla kıyaslanamaz. Benzetilmesi bile yanlış olur. Kuldaki işitme ve görme, hisse almasına yarar. Yani yaptıklarının, Allah-u Teâlâ tarafından işitildiği ve görüldüğünü anlaması kabilindedir.

5-Kudret: Allah-u Teâlâ’nın gücü sonsuzdur. Hiçbir şey O’na güç gelmez.

6-İrade: Dilemesidir. Her şey Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ile olur. O’nun iradesine engel olacak hiçbir kuvvet yoktur.

7-Tekvin: Allah-u Teâla’nın yaratıcı olmasıdır. Gördüğümüz, görmediğimiz, bildiğimiz, bilmediğimiz her şeyi yaratan O’dur. İyi bildiğimiz şeylerin de, kötü bildiğimiz şeylerin de yaratıcısıdır. Dikkat etmek lâzımdır ki iyilik ve kötülük bize göredir. İkisinin de yaratılması, farkının anlaşılmasıdır. Beyaz, siyahın yanında belli olur. Her ikisinin yaratıcısı Allah-u Teâlâ olmakla beraber, iyiliklerden razıdır, şerlerden ise razı değildir. İrade başka, rıza başkadır. Bu farkı iyi anlamak lâzım. Doğru yoldan sapanların sapmaları, bunu anlamamalarındandır. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Faruk-i Serhendî (kuddise sirruh), mektubunda buyuruyor ki, “Allah-u Teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irade vermiştir. İnsanlar işlerini kendileri yapıyor. Allah-u Teâlâ da yaratıyor. Allah-u Teâlâ’nın hikmeti adaletidir ki insan, bir işi yapmak isteyince O da o işi yaratıyor. Bu iş, insanın kastı ile, istemesi ile meydana geldiği için, işin mesuliyeti, sevabı ve cezası o insana oluyor. ‘İnsanın istemesi zayıftır, azdır’ diyenler Allah-u Teâlâ’nın iradesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok, eğer ‘Emirleri yapacak kadar değildir’ diyorlarsa yanlıştır. Allah-u Teâlâ, insanlara yapamayacakları bir şeyi emretmemiştir. Allah-u Teâlâ görünmediği gibi, fiili de görünmez, hissolunmaz, düşünülemez ve akıl ile anlaşılamaz. O’nun fiili de, bütün sıfatları da kadimdir. Sonradan olma değildirler. Kendisi ile hep vardırlar. O’nun fiiline ‘Tekvin’ denir. Mahlûkat aynasına yerleşmez ve görülmez”.

İyilik ve kötülük bize göredir. İkisinin de yaratılması, farkının anlaşılmasıdır. Beyaz, siyahın yanında belli olur. Her ikisinin yaratıcısı Allah-u Teâlâ olmakla beraber, iyiliklerden razıdır, şerlerden ise razı değildir. İrade başka, rıza başkadır.

Biz ve biz

Kur’ân-ı Kerim’de, zamir olarak birçok ayet-i kerimede “biz” kelimesi geçmektedir. Bir de bilhassa mutasavvıf âlimlerin kullandıkları “biz” kelimesi var. Bunları açıklamak gerekmektedir. Meselâ: “Biz, hakikat, insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) “Kur’ân’ı Biz indirdik Biz. O’nun koruyucuları da şüphesiz ki Biziz.” (Hicr, 9)

1-) Âlimlerimizin ekserisi, bu zamirin bir “büyüklük ve azamet” nişanesi olduğunu söylemektedir. Cemiyet içinde bir kimsenin kendi büyüğüne “sen” kelimesi yerine “siz” hitabında bulunması gibidir bu. Hâlbuki karşısındaki tek bir kişidir. Öyle olduğu hâlde “çokluk” zamirini kullanır. Ayet-i kerimelerde geçen “biz” kelimesinde, Cenab-ı Hakk’ın Kendi ululuğunu ve azametini kullarına bildirir.

2-) Âlimlerin bir kısmı ise bu zamire “vasıta olan kulların” işaret edildiğini derler. Kur’ân-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın iradesi ve emri ile inmiştir; inzalde Cebrail (aleyhisselâm) başta olmak üzere melâike-i kiram vasıta olmuştur. İnsanları yaratan Allah-u Teâlâ’dır ama yaratılış, doğum hâdisesiyle tamamlanıyor. Bu da anne ve babanın vasıtası iledir. Fiilde kulların yeri ve önemine dikkat çekildiği ifade edilmektedir bu zümre tarafından.

3-) Yerine göre, yukarıdaki görüşleri doğrulamakla birlikte en doğrusu, İmam-ı Rabbanî’nin (kuddise sirruh) bildirdiğidir. Allah-u Teâlâ’nın sıfatları Zâtından ayrı olarak vardır. Bu ayrı olmak durumu biz kulların bildiği şekilde değildir. Sıfatlar ve isimler “ne aynıdır, ne ayrıdır”. Bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz bir “Vahdaniyet” vardır.

4-) Hakiki var, “Vacibü’l-Vücûd” olan Allah-u Teâlâ Hazretleridir. “Ben” derken Zâtını bildirmektedir. Masivayı zamanlı ve mekânlı olarak yoktan yaratmıştır. Aciz kullar olarak bizim aslımız, yokluktur. İnsan, “ben” derken zâtına işaret eder. Zâtı ise hakikatte “ademdir” yani yokluktur. Olmayan bir şeyi telaffuz etmesi abestir. O hâlde doğru olanı söylemeli, ben yerine “biz” demelidir.