
Okur
ile hasbihâl
ELDE olmayan
nedenlerle bir süre ara vermek durumunda kaldık. Yazar olmanın bazı
sorumlulukları ve zorlukları vardır. Kaleminizi haktan yana kullanıyorsanız, bâtıl
yolda yürüyenleri kızdırıyor olabilirsiniz. Ummadığınız yönden önünüze mânialar
koyarlar. Bu engeller bizi korkutmaz, yıldırmaz; rücu ise hiç olmaz. Olsa olsa
biraz düşündürür, duraklatır. Bu da aşmak veya etrafında dolanmak için geçen
zamandır. Biiznillah, eskisinden daha hırs ve şevkle yolumuza devam ederiz…
“İlim nedir, ne değildir?” dizi yazımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şimdiye kadarki bölümler hazırlık olarak ön bilgilerdi. Peşrev kabilinden… Bundan sonra daha derinlere inmek niyetindeyiz. Madde ve mânâ âlemlerinden bildiklerimizi aktarmaya çalışacağız. Maddî sahada, az bilinen ve de hiç duyulmamış mevzulara temas edeceğiz. Tekrar buluşmanın şükrüyle, selâm ve muhabbetlerimizle…
En
büyük hakikat
Düşünmeyi
varlığının işareti sayan insanoğlu, acaba yeterince muhakeme edebiliyor ve
yaratılmış olmanın sırrına vâkıf olabiliyor mu?
Bilhassa
son asırda fen ilmindeki inkişafıyla mikro âlemlerden makro âlemlere nüfus
alanını genişletmesi, hırsını ve kibrini arttırdı. Yani nefsini parlattı ve
büyüttü. Önce hayvan, sonra da insan klonlamaya başladı. Yeryüzünde canlılar
açlıktan kırılırken, milyarlar sarf ederek “CERN” laboratuvarında yaratıcılığa
soyundu. Deneyler (simit şeklindeki) dairesel tünellerde “tokamak” adı verilen
makine ile yapılmakta. Bulacağı parçacığa “tanrı parçacığı” adını koydu. Sonra
ne oldu? Şımarıklığının zirvesindeyken, yaratılmış en küçük canlı türü olan bir
virüs karşısında tuş oldu. Ticarî ve malî dengesi bozuldu. Sosyal hayatı altüst
oldu. Şimdi de ettiklerinin utancını gizletir gibi yüzleri maskeli
dolaştırmakta…
“Ben
sizin en büyük rabbinizim!” diyordu Nemrud. Böbürlendiği, kendini dünyanın hâkimi
sandığı bir anda, bir küçücük sivrisinek burun deliğinden içeri girdi de
beynine doğru yol aldı. Tabiplerin çaresizliğinden sonra baş ağrısını dindirmek
için başını tokmaklattırmaya başladı. Tokmak darbeleri günlerce devam etti. Sonra
da beyin kanamasından geberdi gitti.
Evet,
günümüz fen ilmi ilerlemiştir. Daha da gelişecek ve büyüyecektir. Bu artışlar, Alâk Sûresi’nde
bildirildiği gibi, Allah-u Teâlâ’nın kalem ile yazmayı ve insana bilmediklerini
öğretmesine binaendir. İki de büyük nimet vermiştir: Düşünebilmesi ve hakikati
bulabilmesi için akıl, hissedebilmesi ve doğruluğunu tasdik edebilmesi için kalp…
Unutulmamalıdır ki, ilmimiz ne kadar çoğalırsa çoğalsın, sınırlıdır. Allah-u
Teâlâ’nın ilmi ise sınırsız yani sonsuzdur. Bir değer ne kadar büyük olursa
olsun, sonsuz karşısında kıyası kabil değildir. Fennine güvenerek, binlerce
kilometre derinliklerdeki okyanuslarda gezinen, atmosferi aşarak uzay
boşluğunda yükselen insanoğluna sesleniyoruz: Ey insan, ne zaman aklının zirvesine erişecek, ne zaman kalbinin
derinlerine ineceksin?
Yaratıcıya
iman
Doğmak, yaşamak ve
ölmek... Her canlının hayat çizelgesi… Başlangıç ve son… Koştur dur! Sabah
kalk, işe git, faaliyet, ticaret, üçe al, beşe sat, ye, iç, sonrada dışa at… Bu
mudur hayat? Sabah oldu, akşam oldu… Şuurumuzu perdeleyen hayat peryodu… Yer, Ay,
Güneş ve gezegenler, galaksiler, galaksiler içinde milyarlarca güneş (yıldızlar),
hepsi de sanki sözleşmişler gibi peşi sıra koşturuyorlar. “Mal sahibi, mülk
sahibi, hani bunun ilk sahibi?”, işte hayatı anlamlı kılan soru bu! Bütün bu
mevcudatın (kâinatın) bir sahibinin olması yani yokken var edeni… Ve elbet
gerekir bu yaratılışın esrarlı nedeni.
Hakikat nedir? En
büyük hakikat, kâinatı (masivayı) yoktan var eden Allah-u Teâlâ’ya imandır. Peki,
“İnandım” demekle iman etmiş oluyor muyuz? Herhangi bir mefhumu kabul etmek,
tasdik etmek için onun özelliklerini, ne olduğunu bilmemiz lâzım. Bilinmeden
yapılan kabul, şuursuz bir kabuldür; arkasından kolaylıkla tenakuza ve redde
düşülebilir. İlkel, pagan dinlerde de bir yaratıcı var. Yahudiler ve Hıristiyanlar
da bir yaratıcıya inanmaktalar. Peygamberliği kabul etmeyen deistler bile kâinatın
yaratıcısı olduğunu söylemektedirler. Basit matematik kaidesidir, “a eşittir c”
ve “b eşittir c” ise, “a eşittir b” olmalıdır. Bütün bu dinler kendi
dışındakileri kabul etmediklerine ve birbirleriyle mücadele ettiklerine göre aynı yaratıcıya
inanmıyorlar. Daha doğrusu, inandıkları hakikat (gerçek) değil. Her şeyi yoktan
var eden Allah-u Teâlâ’ya iman etmiş olmuyorlar. Hâlbuki Allah-u Teâlâ, ilk
insan Âdem’den (aleyhisselâm) itibaren bütün peygamberlere “Kelime-i Tevhid”i
tebliğ ettirmiştir. Fakat insanoğlunun nefsî özelliği, unutmak, uydurmak ve kaydırmak
temayülündedir. Tevhid, zamanla hep yanlış mecralara aktarılmıştır. Dejenere
olmuş, bozulmuş ve şirk hâline dönüşmüştür. Zaten böyle olmasaydı, art arda
peygamberler vazifelendirilmezlerdi. Her bozulmada, gelen peygamber, Tevhid
sancağını hüküm kılmak için çetin bir mücadeleye girmek durumunda kalmıştır.
Son Peygamber’den öncekilerin yoktan var eden Yaratıcıya olan inançlarının bozuk
olduğu buradan anlaşılır. O hâlde nedir “dinler arası diyalog” safsatası? Bir
Haçlı tezgâhı olduğundan şüphe yok!
Son
Peygamber Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi vesellem) Kelime-i Tevhid’i asr-ı
cehaletin Mekke’sinden kıyamet saatine kadar, yeryüzünde yankılandırmak için
teşrif ettirilmiştir. Artık insanlar nasıl bir yaratıcıya iman ettiklerini lâyıkıyla
bilebileceklerdir. Kaynağından gelen bu ilm-i nur (Kur’ân-ı Kerim), Peygamber
Efendimizin mübârek açıklamalarıyla (hadis-i şerif) cefakâr iman edicilerin (Ashab-ı
Kirâm) aktarımıyla İslâm âlimlerinin yazmış olduğu eserler vasıtasıyla tüm
beşerin istifadesine sunulmuştur.
Âlimler icmaen bildirmişlerdir ki, Allah-u Teâlâ’nın sıfatları “Sıfat-ı Zatiyye” ve “Sıfat-ı Subutiyye” olarak on dörttür.
Zâtî
sıfatlar
Sıfat-ı
Zatiyye, yalnız Zâtına mahsus sıfatlardır. Yaratılmışlarda bulunmazlar.
1-Vücûd:
Allah-u Teâlâ vardır. “Vâcibü’l-Vücûd”dur. Canlı cansız her şeyi yaratan bir
varın mevcudiyeti muhakkak gerektir.
2-Kıdem:
Evvelinin (başlangıcının) olmamasıdır. Varlığının başlangıcı yoktur. Yani ezelîdir.
Yunan filozofları ve İbni Rüşt gibi felsefecilerin, akıl, ruh ve maddenin aslı
“heyüla”nın da ezelî olduğunu söyledikleri için kâfir olduklarını İmam-ı Gazalî
bildirmiştir.
3-Beka:
Allah-u Teâlâ’nın sonu yoktur. Zâtı gibi Sıfatlarının da sonu yoktur.
Mahlûkatın hepsi fânidir. Kıyamette canlı cansız her şey (masiva) yok
olacaktır.
4-Vahdaniyet:
Allah-u Teâlâ, Zâtî Sıfatları ve İsimleriyle Bir’dir. Bu “Bir”lik, birleşme
şeklinde değildir! Akıl bunun nasıl olduğunu anlayamaz. Sonlu, sınırlı ve aciz
olan, sıfatları ve isimleriyle sonsuz olanı anlayamaz, kavrayamaz.
5-Muhalefetün-li’l-havadis:
Allah-u Teâlâ, yaratıklarının hiçbirine benzemez. Bütün yaratılmışlar, hacimli,
şekilli ve sonludur. Allah-u Teâlâ ise böyle noksanlıklardan münezzehtir. Canlı
cansız her şeyi yarattığı gibi, fiillerimizi, hatta düşüncelerimizi de yaratan
O’dur. Bu bakımdan akıl ve düşünme ile Zâtının nasıl ve nice olduğu bilinemez.
“Şöyle şöyledir” dense, bu söylenenler de mahlûk olduğundan, tezat teşkil eder.
Aklın erdiği son nokta, aciz, noksan ve zayıf olanın, noksanlıklardan ve
kusurdan münezzeh olanı, sonsuz var olanı kavrayamayacağıdır.
Rahmetli
hocam Abdülkerim Efendi anlatmıştı. Adamın biri vesvese krizine tutulur, hocaya
gelip sorar: “Allah’ın babası var mı?” Abdülkerim Efendi bakmış ki, adam vesvese
girdabında, tereddütsüz cevap vermiş: “Tabiî ki var.”
Adam
sormuş yine: “Ya onun babası?” Hoca, -“Onun da babası var” demiş. Adam, “Ya
onun da babası?” deyince, Hoca, “Onun da var!” demiş. Adam bakmış ki bunun sonu
yok, teslim olmuş, Ezelî ve Ebedî olduğuna iman etmiş.
6-Kıyam
bi-nefsihi: Allah-u Teâlâ, Zâtı, Sıfatları ve İsimleriyle kaimdir. Zamandan ve
mekândan münezzehtir. Samed’dir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, bütün
yaratılmışların (masiva) O’na ihtiyacı vardır. O’nun yaratması ve kudretiyle
ayakta durmaktadır her şey.
Subutî
sıfatlar
1-Hayat:
Diri olmasıdır. Yaratılmışların hayatına benzemez. Zâtına mahsustur. Ezelîdir
yani başlangıcı yoktur. Ebedîdir yani varlığının sonu yoktur.
2-İlim:
Bilmesidir. Yaratıkların bilmesi gibi değildir. İnsanlar önce cahildir.
Öğrenerek zamanla bilgileri çoğalır. Bir mevzuda bilgisi olanın diğer
mevzularda bilgisi olmayabilir. Bazı insanların bilgileri bazılarından az veya
fazla olabilir. Allah-u Teâlâ’nın İlim sıfatı, Kendi gibi kadimdir. Yani ezelî
ve ebedîdir. “Basit”tir. Yani hiç değişmez, eksilmez, çoğalmaz. İlminde bir
değişiklik olmaz. Bilmesi zamanlı değildir. Yaratılıştan kıyamete ve sonrasına
bütün olacakları bir anda bilmektedir. Masivaya ait bütün özellikler
ilmindedir. Her şey İlim sıfatına göre yaratılır. Müşrikler İlim sıfatını bilmediklerinden
veya inanmadıklarından, “Bu kemikler çürüdükten sonra nasıl yaratılacaklar?”
diye itiraz etmişlerdir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ değil bir canlıyı, bütün
canlıları bir anda yok edip tekrar yaratabilir. Tekrar yok edip tekrar
yaratabilir. O’nun için zorluk yoktur.
3-Kelâm:
Söylemesidir. Söylemesi harfler, sesler şeklinde değildir. Basittir. Ezelden
ebede kadar hep bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirler, yasaklar, bildirilen
şeyler hep o bir kelâmdır. Bütün İlâhî bilgiler, Tevrat, İncil, Kur’ân-ı Kerim
Ondan nazil olmuştur.
4-Sem’i:
İşitici olmasıdır. Aletsiz, vasıtasız işitmektedir. Yaratıkların işitmesine
benzemez.
5-Basar:
Görücü olmasıdır. Aletsiz, vasıtasız görmektedir. Yaratıkların görmesine
benzemez. “O’nun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O
hakkıyla işiten, kemâliyle görendir.” (Şura, 11)
Anlıyoruz
ki, yaratılanların sıfatları ile Allah-u Teâla’nın sıfatları arasında benzerlik
dahi yoktur. Bizim işitmemiz ve görmemiz zamanlı, sırayla ve vasıtalıdır. Ses,
havadan dalgalanarak gelir. Hava ortamı olmazsa ses duyulmaz. Ses dalgaları,
dış kulaktaki kulak kepçesinden girerek kanaldan geçip kulak zarını
titreştirirler. Titreşimler, orta kulaktaki çekiç, örs ve üzengi, iç kulaktaki
oval pencere ve buradan salyangoza ulaşır. Salyangozun içindeki tüysü hücreler
hareketlenir. Buradan sinirler vasıtasıyla elektriksel sinyal olarak beyindeki
işitme hücrelerine gelir. Hücreler gelen sinyali değerlendirmeye alır.
Görüldüğü gibi, işitmenin olabilmesi için ses, hava, kulak kepçesi, kanal, zar,
çekiç, örs, üzengi, salyangoz, sıvı, tüyler, sinirler olması lâzım. Bütün
bunları yaratan Allah-u Teâlâ’dır.
Diğer
bir husus, insan kulağı bütün sesleri duymaz. Ancak 20 ilâ 20 bin Hertz frekans
aralığındaki sesleri duyar. Bunun altındaki ve üstündekiler duyulmaz. İşitme
organlarımız sağlam olsa bile duymamız sınırlıdır yani aciz ve kusurludur.
Görmemiz
ise, ışığın göz merceğinde kırılıp karanlık odaya varması, oradaki sarı nokta
üzerine düşmesi, buradan sinirler vasıtasıyla beyindeki hücrelere ulaştırılması
şeklinde cereyan etmektedir. Ancak her ışını göremiyoruz. 400 nanometre altı ultraviyole
ışınları ile 700 nanometre üzeri kızılötesi ışınları insan gözü
değerlendirememektedir.
Özetle
açıkladığımız gibi, işitme ve görme fiillerimiz, birçok vasıtaya ve olumlu
skala aralığına muhtaçtır. Yani zayıf ve acizdir. Sem’i ve Basar sıfatlarıyla
asla kıyaslanamaz. Benzetilmesi bile yanlış olur. Kuldaki işitme ve görme,
hisse almasına yarar. Yani yaptıklarının, Allah-u Teâlâ tarafından işitildiği
ve görüldüğünü anlaması kabilindedir.
5-Kudret:
Allah-u Teâlâ’nın gücü sonsuzdur. Hiçbir şey O’na güç gelmez.
6-İrade:
Dilemesidir. Her şey Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ile olur. O’nun iradesine engel
olacak hiçbir kuvvet yoktur.
7-Tekvin: Allah-u Teâla’nın yaratıcı olmasıdır. Gördüğümüz, görmediğimiz, bildiğimiz, bilmediğimiz her şeyi yaratan O’dur. İyi bildiğimiz şeylerin de, kötü bildiğimiz şeylerin de yaratıcısıdır. Dikkat etmek lâzımdır ki iyilik ve kötülük bize göredir. İkisinin de yaratılması, farkının anlaşılmasıdır. Beyaz, siyahın yanında belli olur. Her ikisinin yaratıcısı Allah-u Teâlâ olmakla beraber, iyiliklerden razıdır, şerlerden ise razı değildir. İrade başka, rıza başkadır. Bu farkı iyi anlamak lâzım. Doğru yoldan sapanların sapmaları, bunu anlamamalarındandır. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Faruk-i Serhendî (kuddise sirruh), mektubunda buyuruyor ki, “Allah-u Teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irade vermiştir. İnsanlar işlerini kendileri yapıyor. Allah-u Teâlâ da yaratıyor. Allah-u Teâlâ’nın hikmeti adaletidir ki insan, bir işi yapmak isteyince O da o işi yaratıyor. Bu iş, insanın kastı ile, istemesi ile meydana geldiği için, işin mesuliyeti, sevabı ve cezası o insana oluyor. ‘İnsanın istemesi zayıftır, azdır’ diyenler Allah-u Teâlâ’nın iradesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok, eğer ‘Emirleri yapacak kadar değildir’ diyorlarsa yanlıştır. Allah-u Teâlâ, insanlara yapamayacakları bir şeyi emretmemiştir. Allah-u Teâlâ görünmediği gibi, fiili de görünmez, hissolunmaz, düşünülemez ve akıl ile anlaşılamaz. O’nun fiili de, bütün sıfatları da kadimdir. Sonradan olma değildirler. Kendisi ile hep vardırlar. O’nun fiiline ‘Tekvin’ denir. Mahlûkat aynasına yerleşmez ve görülmez”.
İyilik ve kötülük bize göredir. İkisinin de yaratılması, farkının anlaşılmasıdır. Beyaz, siyahın yanında belli olur. Her ikisinin yaratıcısı Allah-u Teâlâ olmakla beraber, iyiliklerden razıdır, şerlerden ise razı değildir. İrade başka, rıza başkadır.
Biz ve biz
Kur’ân-ı
Kerim’de, zamir olarak birçok ayet-i kerimede “biz” kelimesi geçmektedir. Bir
de bilhassa mutasavvıf âlimlerin kullandıkları “biz” kelimesi var. Bunları
açıklamak gerekmektedir. Meselâ: “Biz, hakikat, insanı en güzel biçimde
yarattık.” (Tin, 4) “Kur’ân’ı Biz indirdik Biz. O’nun koruyucuları da şüphesiz
ki Biziz.” (Hicr, 9)
1-)
Âlimlerimizin ekserisi, bu zamirin bir “büyüklük ve azamet” nişanesi olduğunu
söylemektedir. Cemiyet içinde bir kimsenin kendi büyüğüne “sen” kelimesi yerine
“siz” hitabında bulunması gibidir bu. Hâlbuki karşısındaki tek bir kişidir. Öyle
olduğu hâlde “çokluk” zamirini kullanır. Ayet-i kerimelerde geçen “biz”
kelimesinde, Cenab-ı Hakk’ın Kendi ululuğunu ve azametini kullarına bildirir.
2-)
Âlimlerin bir kısmı ise bu zamire “vasıta olan kulların” işaret edildiğini
derler. Kur’ân-ı Kerim, Allah-u Teâlâ’nın iradesi ve emri ile inmiştir; inzalde
Cebrail (aleyhisselâm) başta olmak üzere melâike-i kiram vasıta olmuştur.
İnsanları yaratan Allah-u Teâlâ’dır ama yaratılış, doğum hâdisesiyle
tamamlanıyor. Bu da anne ve babanın vasıtası iledir. Fiilde kulların yeri ve
önemine dikkat çekildiği ifade edilmektedir bu zümre tarafından.
3-)
Yerine göre, yukarıdaki görüşleri doğrulamakla birlikte en doğrusu, İmam-ı
Rabbanî’nin (kuddise sirruh) bildirdiğidir. Allah-u Teâlâ’nın sıfatları Zâtından
ayrı olarak vardır. Bu ayrı olmak durumu biz kulların bildiği şekilde değildir.
Sıfatlar ve isimler “ne aynıdır, ne ayrıdır”. Bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz bir
“Vahdaniyet” vardır.
4-) Hakiki var, “Vacibü’l-Vücûd” olan Allah-u Teâlâ Hazretleridir. “Ben” derken Zâtını bildirmektedir. Masivayı zamanlı ve mekânlı olarak yoktan yaratmıştır. Aciz kullar olarak bizim aslımız, yokluktur. İnsan, “ben” derken zâtına işaret eder. Zâtı ise hakikatte “ademdir” yani yokluktur. Olmayan bir şeyi telaffuz etmesi abestir. O hâlde doğru olanı söylemeli, ben yerine “biz” demelidir.