Dâvud
ve Süleyman Peygamberlere atılan iftiralar
İSRAİLOĞULLARINI toplayıp devlet hâline
getiren Dâvud (aleyhisselâm) ve onun oğlu Süleyman’a (aleyhisselâm) çok çirkin
ithamlarda bulunmuşlardır. Söyledikleri asla doğru değildir! O Süleyman (aleyhisselâm)
ki, biiznillah iç ve dış birçok kuvvetle desteklenmiş, zamanın yeryüzü hâkimi
yapılmıştır.
“Dâvud,
Gat Kralı Akiş’ten çok korktu. Ve onların elinde kendisini deli gösterir ve
kapının kanatlarını tırmalardı ve salyasını sakalına akıtırdı.” (Tevrat-ı
Samuel 21-12, 13)
İsrailoğulları,
Mûsa’nın (aleyhisselâm) ikazlarını, nasihatlerini dinlemeyip düşman kuvvetleri
ile çarpışmaktan kaçınmışlardı. O güzel peygamberi hayâl kırıklığına
uğrattılar, çok üzdüler. Mûsa (aleyhisselâm) yeis içinde vefat etti. Kavmi de
İlâhî cezaya çarptırıldı. Sahra içinde şaşkın şaşkın dolanıp durdular. İlk
nesil yaşlanıp öldükten sonra yetişen genç nesil düşmanla çarpışmayı göze aldı
ve Yuşa Peygamber’in önderliğinde hareket etti. Düşman kalabalık, silah
bakımından üstündü. Golyat adındaki cengâver öne çıkıp meydan okudu. Dev
cüsseli, heybetli bir insan azmanıydı. İsrailoğulları
korkup
geri durdular. Çoban olan delikanlı Dâvud, sapanıyla ileriye atıldı. Yeni yetme
çocuğu gören Golyat çok güldü. Sesli kahkahadan meydan inledi, insanlar
titrediler. “Bu çocuktan başka içinizde erkek yok mu?” diyerek alay etti. Dâvud’un
kaçmasını bekliyordu. Kaçmadığını görünce şaşırdı, sonra öfkelendi.
Karşısındaki genç, duruşuyla meydan okuyordu. Uzun mızrağına hırsla sarıldı. Ve
savurdu. Mızrak havada ıslık çalarak hedefe yöneldi. Herkes “Gitti zavallı
çocuk” demekteyken Dâvud çevik bir hareketle yana kaydı. Sıra ondaydı. Sapanına
sivri bir taş koydu ve Allah-u Teâla’nın adını anarak fırlattı. Taş, Golyat’ın
alnına gömülüverdi. Dev cüsse gürültüyle devrildi. Düştüğü yerden kalkan tozlar
havada bulut oluşturmuştu.
Şimdi
biri çıkıp da daha sonraki safhada Dâvud’un (aleyhisselâm) korktuğunu, deli
taklidi yaparak kapıları tırmaladığını, salyalarını sakalına akıtarak insanları
inandırmaya çalıştığını iddia ederse, bizi hiçbir surette ikna edemez. Böyle
bir iddia, iftiradan başka bir adla da vasıflandırılamaz!
“11’inci
yılın başında (kralların sefere çıktığı dönemde) Dâvud, Yoab’la adamlarını ve
tüm İsrail ordusunu Ammonoğullarını yok etmeye ve Rabba’yı kuşatmaya gönderdi.
Fakat kendisi Yeruşalim’de kaldı. Bir akşamüstü Dâvud (as) yatağından kalktı,
sarayın damına çıkıp gezinmeye başladı. Damdan, yıkanan bir kadın gördü. Kadın
çok güzeldi. Dâvud onun kim olduğunu öğrenmek için birini gönderdi. Adam, ‘Kadın,
Eliam’ın kızı Hititli Uriya’nın karısı Bat-Şeva’dır’ dedi. Dâvud kadını
getirmeleri için ulaklar gönderdi. Kadın Dâvud’un yanına geldi. Dâvud, aybaşı
kirliliğinden yeni arınmış kadınla yattı. Sonra kadın evine döndü. Gebe kalan
kadın, Dâvud’a, ‘Gebe kaldım’ diye haber gönderdi. Bunun üzerine Dâvud, Hititli
Uriya’yı kendisine göndermesi için Yoav’a haber yolladı. Yoav da Uriya’yı Dâvud’a
gönderdi. Uriya yanına varınca, Dâvud, Yoav’ın ordunun ve savaşın durumunu sordu.
Sonra Uriya’ya’ ‘Evine git, rahatına bak’ dedi. Uriya saraydan çıkınca, kral,
ardından bir armağan gönderdi. Ne var ki, Uriya evine gitmedi, efendisinin bütün
adamlarıyla birlikte saray kapısında uyudu. Dâvud, Uriya’nın eve gitmediğini
öğrenince, ona ‘Yolculuktan geldin,
neden evine gitmedin?’ diye sordu. Uriya, ‘Sandık da, İsraillilerle Yahudalılar
da çardaklarda kalıyor’ diye karşılık verdi, ‘Komutanım, Yoav’la efendimin
adamları kırlarda konaklıyor. Bu durumda nasıl olur da ben yiyip içmek, karımla
yatmak için evime giderim? Yaşamın hakkı için böyle bir şeyi asla yapmayacağım’.
Bunun üzerine Dâvud, ‘Bugün de burada kal, yarın seni göndereceğim’ dedi. Uriya
o gün de, ertesi gün de Yeruşalim’de kaldı. Dâvud, Uriya’yı çağırdı. Onu sarhoş
edene dek yedirip içirdi. Akşam olunca Uriya, efendisinin adamlarıyla birlikte
uyumak üzere yattığı yere gitti. Yine evine gitmedi. Sabahleyin Dâvud, Yoav’a
bir mektup yazıp, ‘Uriya’yı savaşın en şiddetli olduğu cepheye yerleştir ve
yanından çekil ki vurulup ölsün’ (dedi).” (2. Samuel 11,2-15)
Bu
hâdisede birçok kötü fiil ve günah var; kralın yabancı bir kadını gözetlemesi,
adamını suça teşvik, kadını ihanete zorlama, zina yapma, savaşa fitne
karıştırma, yalan söyleme, komutanına ihanet etme, öldürme fiiline başkalarını
teşvik etme, suçsuz adamı öldürtme… Bırakın peygamberi, bütün bu fiilleri alelâde
birisinin yapması bile çok çirkin. Kabul edilemez. Dâvud’a (aleyhisselâm) haset
edenlerin yaptıkları iftira! Golyat’ı öldürdükten sonra halk içinde itibarı
artmış, sevilip sayılmaya başlanmıştır. Zamanla kral da olacaktır. Diğer kral
adayları, basit bir çoban iken hükümdar olan rakibi çekemiyorlardı tabiî.
Ortada olan bir hâdiseye bire bin katarak kötü hâle getiriyorlar.
Evet,
Dâvud, kocası harpte ölerek dul kalan kadını eş olarak almış olabilir. Bunu
fırsat bilerek çeşitli fanteziler üretmek bu kavme has bir özellik. Mûsa’ya (aleyhisselâm)
Mısır’dan itibaren çektirdiklerini ve yaptıkları ihanetleri bilmekteyiz.
“Biz Dâvud’a (oğlu) Süleyman’ı
ihsan ettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! Çünkü o, (tesbihde, zikirde ve bütün
vakitlerinde) daima (Allah’a) dönen (bir zat) idi.” (Sad, 30)
Her
ne kadar onlar Dâvud’u (aleyhisselâm) peygamber olarak kabul etmiyorlarsa da
Kur’ân- Kerim bunu bildirmektedir. Peki, peygamber olarak kabul ettikleri
Süleyman’a (aleyhisselâm) iftira atmıyorlar mı? Daha kötüsünü yapıyorlar.
“Kral
Süleyman, Firavun’un kızı ile beraber, Moabiler, Ammoniler, Edomiler,
Saydalılar ve Hititlerden çok ecnebi kadınlar sevdi. Ve vaki oldu ki,
Süleyman’ın ihtiyarlığı zamanında karıları onun yüreğini başka ilâhların
ardınca saptırdılar. Ve babası Dâvud’un yüreği Tanrısı Rab ile bütün olduğu
gibi onun yüreği bütün değildi. Ve Süleyman Saydalıların ilâhesi Astarti’nin ardınca
ve Ammonilerin mekruh şeyhi Milkom’un ardınca gitti. Ve Süleyman, Rabbin
gözünde kötü olanı yaptı.” (Tevrat-Krallar-11-1-6)
İftiranın
hangisini düzeltirsiniz? Hani Dâvud kötü idi. Burada Dâvud’un (aleyhisselâm)
kalbinde Allah sevgisi olduğu fakat oğlu Süleyman’ın gönlünde putlar olduğu
iddiası var. Hâşâ, ne büyük iftira! Bütün peygamberlerin baş vazifesi, Kelime-i
Tevhid’i (Allah-u Teâla’dan başka ilâh yoktur) tebliğdir. Nasıl olur da putlar
ardınca gider? Olacak şey değil!
“(17)
(Habibim!) Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Dâvud’u hatırla.
Çünkü o daima (Allah’ın rızasına) dönen bir zat idi. (18) Gerçek şu ki, Biz
dağları (kendisine) Mûsahhar kıldık ki bunlar akşamlayın ve kuşluk vakti onunla
birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. (19) Toplanıp gelen kuşları da (kendisine
râm ettik). Her biri (itaatle ona) dönücü idi. (20) Onun mülkünü de kuvvetlendirdik,
ona hikmet ve fasl-ı kitab verdik.” (Sad, 17-20)
“Biz
Dâvud’a (oğlu) Süleyman’ı ihsan ettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! Çünkü o,
(tesbihde, zikirde ve bütün vakitlerinde) daima (Allah’a) dönen (bir zat) idi.”
(Sad, 30)
Böyle
güzel peygambere, “Rabbini inkâr etti, put peşine gitti” de iftira at…
“Şeytanların,
Süleyman’ın mülk(ü, saltanat ve nübüvveti) aleyhine uydurup takip ettikleri
şeylere uydular. Hâlbuki Süleyman asla kâfir olmadı…” (Bakara, 102)
Böylelikle
Süleyman’a (aleyhisselâm) isnat edilen iddiaların yalan ve iftira olduğunu Vahiyden
kat’î surette anlıyoruz. Atılan çamurlar, iftiralar biter mi? Nefsin tabiatında
var, bitmez elbet. İzleyelim…
Lût’a
(aleyhisselâm) atılan iftiralar
Kitab-ı
Mukaddes (Tevrat): “Ve Lût, Tsoar’dan çıkıp dağda oturdu. Ve iki kızı onunla
beraberdi; çünkü Tsoar’da oturmaktan korktu ve o iki kızı bir mağarada
oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: ‘Babamız kocamıştır ve bütün dünyanın
yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur. Gel, babamıza şarap içirelim.
Ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız.’ Ve o gecede babalarına
şarap içirdiler. Ve büyük kız, girip babası ile yattı. Ve onun yatmasını ve
kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: ‘İşte
dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet
yaşatmak için gir, onunla yat.’ Ve o gecede dahi babalarına şarap içirdiler ve
küçük kız kalkıp onunla yattı. Ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût’un
iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar.” (Tekvin 19, 30-36)
Artık
bu kadar da olmaz! Dinî bir metin değil, sanki seks mecmuası. Bir peygamberin
ailesine “ensest” ilişkileri yakıştırmak, ne büyük bir cehalet, ne edepsiz bir
cüret, ne akıl almaz bir iftira! Bunu dinî metinlerin içine koyanlar, dünyada
günden güne artmakta olan “ensest” suçların sorumlusudurlar. Bu kıssada
anlatılan ahlâksızlığı okuyanlar (bilgileri ve aile terbiyeleri yeterli
değilse) zamanla normal karşılayabileceklerdir. Çünkü vaka, peygamber bir aile
içinde geçiyor. “Oho! Onlar yapıyorsa…” diyecekler.
Lût’un
(aleyhisselâm) hüküm ve hikmet sahibi, yüksek meziyetlerle donanmış salih bir
peygamber olduğu Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir:
“Lût
da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.” (Saffat, 133)”
“İsmail’i,
Elyasa, Yunus’u, Lût’u da (hidayete ilettik)… Her birine âlemlerin üstünde
yüksek meziyetler verdik.” (En’âm, 86)
“(74)
Lût’a, (evet) ona da bir hüküm, bir ilim verdik. Onu kötülükler yapmakta devam
eden o memleketten kurtardık. Hakikat, onlar fena bir kavim idiler, fasıktılar.
(75) Onu rahmetimizin ta içine koyduk. Çünkü o, salihlerdendi.” (Enbiya, 74-75)
Îsa’ya
(aleyhisselâm) atılan iftiralar
Muharref
İncil’de birbirini naks eden birçok bölüm bulunmaktadır.
“Îsa
ile şakirtleri düğüne çağrıldı. Ve şarap eksilince Îsa’nın anası ona dedi: ‘Şarapları
yok.’ Îsa ona, ‘Kadın, benden sana ne?’ dedi. (Yuhanna 2, 1-4)
Annelere
daima hürmetle davranmak gerekir. Îsa (aleyhisselâm) gibi bir peygamberin bu
şekildeki hitabı mümkün değildir. “Biz insana, anne ve babasına iyi
davranmasını tavsiye ettik…” (Lokman, 14)
Îsa
(aleyhisselâm) da daima annesine saygılı ve nazik davranmıştır. Kur’ân-ı Kerim
bunu bize bildirmiştir: “(30) (Îsa) dedi: ‘Ben hakikat Allah’ın kuluyum. O bana
kitap verdi. Beni peygamber yaptı. (31) Beni her nerede olursam mübarek kıldı.
Bana hayatta bulunduğum müddetçe namazı ve zekâtı emretti. (32) Beni anneme hürmetkâr
kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht yapmadı.’” (Meryem, 30-32)
32’deki
ifadeyi her okuduğumuzda, annesine olan durumunu beyan etmesini bir türlü
anlamamıştık. Meğer muharref İncil’deki yanlış bilgiye atıf varmış. Bu da Kur’ân-ı
Kerim’in sayısız mucizelerindendir.
Hüküm
yetkisi mevzuunda da çelişkiler var:
“Çünkü
baba hiç kimseye hükmetmez, fakat bütün hükmü oğula vermiştir.” (İncil Yuhanna
5, 22)
“Îsa
da dedi: ‘Görmeyenler görsünler ve görenler kör olsunlar diye bu dünyaya hüküm
için geldim.’” (İncil Yuhanna 9, 39)
Daha
sonraki bölümlerde ise zıt ifadeler var:
“Siz
bedene göre hükmedersiniz. Ben (Îsa) hiç kimseye hükmetmem.” (İncil Yuhanna 8, 15)
“Ben
dünyaya hükmetmeye gelmedim; ancak dünyayı kurtarmaya geldim.” (İncil Yuhanna 12,
47)
“Kendisinden
hiçbir bilgi saklı olmayan, her şeyi bilen kimdir? Hikmetin ve bilginin bütün
hazineleri kendisinde saklı olan Mesih…” (İncil-Koloselilere Mektup 2, 3)
Çarmıha gerilenin Îsa
(aleyhisselâm) olmadığı şuradan belli ki, bir peygamber, başına gelenlerden
dolayı Allah-u Teâlâ’ya sitem etmez. Aynı zamanda bu zor ve şiddetli durumda
Rabbinin ona yardım etmemesi düşünülemez. Bu, Sünnetullah’a aykırıdır.
“O
gün yahut o saat (kıyamet) hakkında ne gökteki melekler, ne de oğul, babadan
başka kimse bir şey bilmez.” (İncil Markos 13, 32)
Doğrusunu
Allah-u Teâlâ Kur’ân’da bildiriyor: “De ki, ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan
başka kimse bilmez. Onlar da ne zaman diriltileceklerini bilmezler’.” (Neml, 65)
Şahitlik
mevzusunda da çelişkiler bulunmaktadır: “Eğer ben kendim için şehadet edersem,
şehadetim doğru değildir.” (İncil Yuhanna 5, 31)
İleri
safhada tersi yazıyor: “Îsa cevap verip onlara dedi: ‘Ben kendim için şehadet
ediyorsam, şehadetim doğrudur.’” (İncil Yuhanna 8, 14)
Muharref
İncillerde Îsa’nın (aleyhisselâm) çarmıha gerildiği iddia edilir. Kendisiyle
birlikte ölüme mahkûm edilen iki suçlu daha vardır. Çarmıha gerenler, “Kral Îsa
kendisini kurtarsın da görelim” diye alay ederler: “Şimdi İsrail’in kralı,
Mesih, haçtan insin de görelim ve iman edelim. Onunla beraber haça gerilmiş
olanlar (iki kişi) da ona (Îsa’ya) sitem ettiler.” (İncil Markos 15, 32)
Markos’a
göre Îsa’nın yanındaki iki mahkûm sitem etmekte, fakat Luka’da ise daha farklı
anlatım vardır: “Asılmış olan suçlulardan biri ona, ‘Sen Mesih değil misin?
Kendini ve bizi kurtar’ diye sövüyordu. Fakat öteki cevap verdi ve onu azarlayıp
dedi: ‘Sen aynı hüküm altında olduğun hâlde Tanrı’dan korkmuyor musun?’” (Luka
23, 39-40)
Durum
gayet açık! Hâdiseler hep yazarların kendi görüşüne göre aktarılmış. Markos’un
anlatımında Mesih’in sonunu acıklı ve savunmasız bulan Luka, diğer suçluyu
devreye sokarak vaziyeti biraz kurtarmaya çalışıyor. Markos, sonu daha da fantezileştiriyor:
“Üçüncü saatte onu haça gerdiler. Dokuzuncu saatte Îsa yüksek sesle bağırdı: ‘Tanrım!
Tanrım, niçin beni bıraktın?!’” (İncil Markos 15, 25-37)
Çarmıha
gerilenin Îsa (aleyhisselâm) olmadığı şuradan belli ki, bir peygamber, başına
gelenlerden dolayı Allah-u Teâlâ’ya sitem etmez. Aynı zamanda bu zor ve
şiddetli durumda Rabbinin ona yardım etmemesi düşünülemez. Bu, Sünnetullah’a
aykırıdır. Hakikati, Mutlak Kitap Kur’ân-ı Kerim’den öğrenelim: “(157) ‘Ve Biz,
Allah’ın peygamberi, Meryem oğlu Îsa’yı öldürdük’ demeleri sebebiyle(dir ki
kendilerini rahmetimizden kovduk)… Hâlbuki onlar onu öldürmediler. Onu
asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsa) gibi
gösterildi. Hakikaten (Îsa ve onun ölümü) hakkında kendileri de ihtilafa
düştüler. (Bu hususta) kesin bir şüphe içindedirler. Onların buna (onun ölümüne)
ait hiçbir bilgileri yoktur. Ancak (kupkuru bir) zanna uymaktadırlar. Kesin gerçek
şu ki, onu öldürmemişlerdir. (158) Bilakis Allah, onu yükseltip Kendisine
kaldırmıştır. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 157-158)
İnciller,
Îsa’nın (aleyhisselâm) göğe kaldırılmasından seksen sene sonra yazılmaya
başlanmıştır. İncillerin sayısı binleri aşmış, her biri yazarının bulunduğu
coğrafya, sosyal yapı ve görüşüne göre değerlendirilmiştir. İnciller arasındaki
çeşitliliğin ve farklılığın giderilmesi amacıyla İmparator Kostantin, 325 yılında
İznik’te konsil tertipledi. Konsilde Arius ve bazı rahipler, Îsa’nın (aleyhisselâm)
Tanrı değil, peygamber olduğunu söylemişlerse de bu kabul edilmemiş, onlar da Mısır’a
kaçmak zorunda kalmışlardır. Bütün çabalara rağmen sayı dörde
düşürülebilmiştir. Bu dört İncil’in birbirlerine göre, hatta aynı İncil’in
kendi içinde tezat ifadeleri vardır ki bir kısmını misâl kabilinden yukarıda
belirttik. Daha birçok farklı husus vardır, fakat yerimiz ve zamanımız müsait
olmadığından bu kadarla iktifa ettik.
Eski
Ahit’te Tanrı’nın insanlaştırılmasına karşılık Yeni Ahit’te insan
tanrılaştırılmaktadır. Orijinallerine aykırı olan bu hususiyetler, aklı ve ilmi
az, iman yok ve nefsi çok yazarlarının dünyevî gayretlerinden doğmuştur.
Rönesans’la
birlikte inkişaf eden Batı medeniyetinde akla ve ilme uymayan bu kabuller haklı
olarak tenkide uğradı. Birçok düşünür, filozof ve fen adamı, deist ve ateist
görüşlerle dinden uzaklaşmışlardı. Fransız Şarkiyatçı, dil âlimi, tarihçi ve
filozof Ernest Renan (1823-1892) bunlardan biridir. Renan, Îsa üzerinde (Essai
Psychologique sur Je’sus-Christ) yapmış olduğu değerlendirmede, Îsa’nın tanrı
olduğu ve İncil’in vahiy mahsulü olduğu inancını reddeder. Ona göre İncil’in
olağanüstülüğü kabul edildiği takdirde ilimden sapılmış olur. Îsa’yı (aleyhisselâm)
bir insan olarak sunan “Îsa’nın Hayatı” adlı eseri Avrupa’da büyük yankı
uyandırmıştır.
“Allah’ın
evlât edinmesi (hiçbir zaman) olmuş şey değildir. O, münezzehtir. O bir işi(n
olmasını dileyince) ona ‘Ol’ der. O da oluverir.” (Meryem, 35)
Ve
Îsa (aleyhisselâm) tebliğ ediyor: “Şüphesiz ki Allah, benim de Rabbimdir, sizin
de Rabbinizdir. O hâlde O’na kulluk edin. İşte biricik doğru yol budur!”
(Meryem, 36)
Muharref
kitaplarda geçen “bu yanlış ve çirkin” ifadelerin izahında Mısır, Roma ve Yunan
eski medeniyetlerindeki (politeist) din inançlarının çok tanrıcılıktan tek
tanrıcılığa geçen saliklerinin zihinlerinde bıraktıkları etkiler vardır. Bu
eski medeniyetlerde tanrılar insan şeklindeydi ve yer, içer, yorulur,
uyurlardı. Kutsal kitapları çoğaltanlar (farkında olmadan) kendi muhayyilelerini
veya bunlardan istifade etmek isteyen idareciler nefsî arzularını bilerek
devreye sokmuşlardır. Nitekim (Tekvin-32-22, 32) anlatılan Yakup Peygamber’in Tanrı
ile güreşi, bizi doğrulamaktadır. Tanrı ile güreş tutuyor ve Tanrı onu
yenemiyor(!). Hayatta “bundan daha komik ve daha saçma” bir ibare olamaz!
Bizim bunları
yazmamız, inananları rencide veya istihza etmemiz için değildir. Bütün beşeri
mahşer günü bekleyen “büyük mahkeme”ye karşı uyarıdır. Kalem tutan el olarak,
önce insan, sonra Müslüman olmamız, üstümüze böyle bir mükellefiyet
yüklemektedir. Şunu da biliyoruz ki, hidayet ve tevfik ancak Allah-u Teâlâ’dandır.
Peygamberler
hakkında
“Vahye”
ilk muhatap olan insanlar, Peygamberlerdir. Özel olarak yaratılmış, İlâhî tedrÎsattan
geçmiş, günah işlemekten mahfuz tutulmuş, birtakım hususî hassalarla donatılmış,
güzel ahlâklı insanlardır Peygamberler. Her birine salât-ü selâm olsun!
Peygamberlere
yukarılarda değindiğimiz iftiraları atanlar, ancak kendi iç dünyalarını
(karakterlerini) aktarmışlardır. Peygamberler, nefsini ıslah etmiş, “halk
içinde Hakk ile” rabıtalı insanlardır. Çirkin davrandıkları, günah işledikleri
düşünülemez.
Çokça
karıştırılan “nebî” ve “resûl” mevhumlarının iki yönü vardır: Resûl, Allah-u
Teâlâ’dan gelen vahiyleri ümmetine tebliğ etmek üzere vazifelenen elçidir. Nebîlik
ise alınmış olan (müjdeleyici ve korkutucu) bilgilerin insanlara iletilmesi
işlemidir. Resûlün yukarı bakan yönü, nebîliğin beşere bakan yönü vardır.
Kısacası her peygamber hem resûl, hem nebîdir. Her peygamber sıdk, emânet,
tebliğ, fıtnat ve ismet sıfatları ile donatılmıştır ki bunların her biri başlı
başına birer mevzudur.
Kur’ân-ı
Kerim’de bazı peygamberlerin (25 veya 28) adları zikredilmektedir. Her millete
peygamber gönderildiği ve insanlık tarihinin on milyonlarca senedir devam
ettiği göz önüne alındığında, çok sayıda elçinin yaşamış olduğu
anlaşılmaktadır. Rivayetler “124 bin” sayısından bahsetmektedir. İmam-ı
Rabbânî, her memlekete, muhtelif şehirlere, hatta köylere bile peygamber
gönderildiğini yazmaktadır. Yer küresinin muhtelif bölgelerinde, Allah-u
Teâlâ’nın emirlerini çevresine duyurmaya çalışan Peygamberler hemen itiraza
uğramışlar, hakaret ve zorbalığa maruz kalmışlardır. Çoğunluk
tarafından
kabul görmeyen, birkaç inananı bulunan, hatta hiç ümmeti olmayan Elçilerin
tebliğleri etrafa yayılmamış, zamanla ad ve şanları unutulup gitmiştir. Ancak
mücadeleleri çetin, hayatları ibretlik olanlar Kur’ân-ı Kerim’de yer
almaktadır. Geçmişten hisse alalım, geleceğe, ahirete hazır olalım diye…
“Mucize”,
kelime anlamı itibari ile meydana gelişinde insanı aciz bırakan, harikulâde
(olağanüstü) işlerdir. İnsan aklı ve ilmi yetersiz kalmaktadır. Mucizeler
Allah-u Teâlâ tarafından Peygamberleri desteklemek için yaratılırlar. Doğru
sözlü ile yalancı, birbirinden mucizelerle ayırt edilir.
Beşer
tarihinde birçok filozof ve düşünür yer almıştır. Bunların her birinin
kendilerine has fikirleri vardır. Öyle ki, aynı ekolden geldikleri hâlde
birbirlerini tenkit ettikleri görülmüştür. Eflatun Sokrat’ı beğenmemiş,
Eflatun’un talebesi Aristo ise üstadının görüşlerini reddetmiştir. İnsanın
tabiatıdır ki, herkes kendi aklını beğenir. Cahiller bile ilimleri olmadığı
mevzularda kendilerince uygun olan saçma sapan fikirlere inanırlar. Hakikat
söylendiğinde, inatla karşı çıkarlar. Ancak tevazu sahibi olanlar, hakikat
karşısında yanlışlarından dönme eğilimindedirler.
İtikadî
mevzularda düşünür ve filozofların sapık fikirlerinin etkisinde kalan insanlık,
ebedî felâkete sürüklenmiştir. İşte bu sebepledir ki, rahmeti sonsuz olan
Allah-u Teâlâ, Elçilerine mucizeler ikram ederek doğruyu yalancıdan, hakikati
bâtıldan ayırt etmeye sebep kılmıştır. Ateistler ve deistler Peygamberleri
kabul etmediklerinden mucizelere de inanmazlar. Mucizelerse hakikattirler.
Allah-u Teâlâ, kullarının iman etmelerini kolaylaştırması için mucizeler
yaratır.
Her
peygamber, halkına mucizeler göstermiştir. Mucizeler, o devirdeki insanların
itibar ettiği mevzularda/hareketlerde olmuştur. Meselâ Mûsa (aleyhisselâm)
zamanında sihir, büyü yaygınlaşmıştı. Sihirbazlar, büyücüler yaptıkları sihir
ve büyü nispetinde önem kazanır, değer görürlerdi. Mûsa’nın (aleyhisselâm)
mucizeleri de bu yönlüdür. Asânın yılan olması, Nil nehrinin kan akması, gökten
ateş ve canlı hayvanlar yağması, Kızıldeniz’in yarılması gibi... Bunları gören
akıl ve izan sahibi sihirbaz ve büyücüler, bunların göz boyama ile alâkası
olmadığını, ancak sonsuz kudrette bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul
ederek imana gelmişlerdir. Îsa (aleyhisselâm) devrinde tıp önem kazanmıştır. Çaresi
bulunamayan hastaları iyileştiren doktorlar el üstü tutulur, saygı görürlerdi.
Ona gönderilen mucizeler de canlıların iyileşmesi, sıhhat bulması yani
hayatiyet üzerine olmuştur.
İslâmiyet’ten
önce Arap yarımadasında şiir, hitabet yani edebiyat ileriydi. Ahenkli ve
anlamlı nazım söyleyen şairler, güzel konuşan hatipler itibar görür, sevilir,
sayılırdı. Her kabilenin şairleri, hatipleri bayramlarda, pazar ve meydanlarda
atışır, yarışırlardı. Bir şairin veya hatibin birincilik kazanması hem onlar
için, hem de mensubu bulunduğu kabile için büyük şeref ve gurur kaynağıydı.
Herkesin kabul ettiği ünlü şiirler yazılır, mukaddes kabul edilen Kâbe duvarına
asılırdı. “Yedi Askı” adı verilen şiirler, bu şekilde elemeden geçerek meşhur
olmuş ve Kâbe’ye asılmış yedi şiirdir. Böyle bir ortam içinde Efendimiz
Muhammed (salallahu aleyhi ve’s-sellem) teşrif etti. Vahyolunan Kur’ân-ı
Kerim’i insanlara tebliğ etti. Kur’ân-ı Kerim, ihtiva ettiği sayısız bilgi bir
yana, sadece belâgat özelliğiyle şairlere, hatiplere, herkese meydan okudu.
Allah-u Teâlâ, tarafından indirildiğine inanmayanlara, tek tek veya topluca bir
araya gelip onun bir kısa sûresinin benzerini meydana getirmelerine davet etti.
Nice ünlü hatip ve şairin ağzı açık kaldı. Bunun insan sözü olamayacağını kabul
etmek zorunda kaldılar. Edebiyattan anlayan birçok kişi, Kur’ân-ı Kerim’in
beliğ ve fesih oluşuna hayran kalarak mucizeliğini kabul ettiler, Müslüman
oldular. Peygamberimizin (salallahu aleyhi ve’s-sellem) (biiznillah) gösterdiği
taşların ve dağların konuşması, ağaçların yürümesi, Ay’ın ikiye ayrılması,
Miraç hâdisesi ve bunlar gibi mucizelerin yanı sıra en büyük mucizesi, kıyamete
kadar korunmuş ve hükmü geçerli olan Kur’ân-ı Kerim’dir.
“(180) İzzet sahibi Rabbin, onların (kâfirlerin) isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. (181) Gönderilen (bütün) peygamberlere selâm, (182) Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!” (Saffat, 180-182) (Devam edecek...)