İlim nedir, ne değildir? (5): Peygamberlere atılan iftiralar

Yer küresinin muhtelif bölgelerinde, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini çevresine duyurmaya çalışan Peygamberler hemen itiraza uğramışlar, hakaret ve zorbalığa maruz kalmışlardır. Çoğunluk tarafından kabul görmeyen, birkaç inananı bulunan, hatta hiç ümmeti olmayan Elçilerin tebliğleri etrafa yayılmamış, zamanla ad ve şanları unutulup gitmiştir. Ancak mücadeleleri çetin, hayatları ibretlik olanlar Kur’ân-ı Kerim’de yer almaktadır. Geçmişten hisse alalım, geleceğe, ahirete hazır olalım diye…

Dâvud ve Süleyman Peygamberlere atılan iftiralar

İSRAİLOĞULLARINI toplayıp devlet hâline getiren Dâvud (aleyhisselâm) ve onun oğlu Süleyman’a (aleyhisselâm) çok çirkin ithamlarda bulunmuşlardır. Söyledikleri asla doğru değildir! O Süleyman (aleyhisselâm) ki, biiznillah iç ve dış birçok kuvvetle desteklenmiş, zamanın yeryüzü hâkimi yapılmıştır.

“Dâvud, Gat Kralı Akiş’ten çok korktu. Ve onların elinde kendisini deli gösterir ve kapının kanatlarını tırmalardı ve salyasını sakalına akıtırdı.” (Tevrat-ı Samuel 21-12, 13)

İsrailoğulları, Mûsa’nın (aleyhisselâm) ikazlarını, nasihatlerini dinlemeyip düşman kuvvetleri ile çarpışmaktan kaçınmışlardı. O güzel peygamberi hayâl kırıklığına uğrattılar, çok üzdüler. Mûsa (aleyhisselâm) yeis içinde vefat etti. Kavmi de İlâhî cezaya çarptırıldı. Sahra içinde şaşkın şaşkın dolanıp durdular. İlk nesil yaşlanıp öldükten sonra yetişen genç nesil düşmanla çarpışmayı göze aldı ve Yuşa Peygamber’in önderliğinde hareket etti. Düşman kalabalık, silah bakımından üstündü. Golyat adındaki cengâver öne çıkıp meydan okudu. Dev cüsseli, heybetli bir insan azmanıydı. İsrailoğulları

korkup geri durdular. Çoban olan delikanlı Dâvud, sapanıyla ileriye atıldı. Yeni yetme çocuğu gören Golyat çok güldü. Sesli kahkahadan meydan inledi, insanlar titrediler. “Bu çocuktan başka içinizde erkek yok mu?” diyerek alay etti. Dâvud’un kaçmasını bekliyordu. Kaçmadığını görünce şaşırdı, sonra öfkelendi. Karşısındaki genç, duruşuyla meydan okuyordu. Uzun mızrağına hırsla sarıldı. Ve savurdu. Mızrak havada ıslık çalarak hedefe yöneldi. Herkes “Gitti zavallı çocuk” demekteyken Dâvud çevik bir hareketle yana kaydı. Sıra ondaydı. Sapanına sivri bir taş koydu ve Allah-u Teâla’nın adını anarak fırlattı. Taş, Golyat’ın alnına gömülüverdi. Dev cüsse gürültüyle devrildi. Düştüğü yerden kalkan tozlar havada bulut oluşturmuştu.

Şimdi biri çıkıp da daha sonraki safhada Dâvud’un (aleyhisselâm) korktuğunu, deli taklidi yaparak kapıları tırmaladığını, salyalarını sakalına akıtarak insanları inandırmaya çalıştığını iddia ederse, bizi hiçbir surette ikna edemez. Böyle bir iddia, iftiradan başka bir adla da vasıflandırılamaz!

“11’inci yılın başında (kralların sefere çıktığı dönemde) Dâvud, Yoab’la adamlarını ve tüm İsrail ordusunu Ammonoğullarını yok etmeye ve Rabba’yı kuşatmaya gönderdi. Fakat kendisi Yeruşalim’de kaldı. Bir akşamüstü Dâvud (as) yatağından kalktı, sarayın damına çıkıp gezinmeye başladı. Damdan, yıkanan bir kadın gördü. Kadın çok güzeldi. Dâvud onun kim olduğunu öğrenmek için birini gönderdi. Adam, ‘Kadın, Eliam’ın kızı Hititli Uriya’nın karısı Bat-Şeva’dır’ dedi. Dâvud kadını getirmeleri için ulaklar gönderdi. Kadın Dâvud’un yanına geldi. Dâvud, aybaşı kirliliğinden yeni arınmış kadınla yattı. Sonra kadın evine döndü. Gebe kalan kadın, Dâvud’a, ‘Gebe kaldım’ diye haber gönderdi. Bunun üzerine Dâvud, Hititli Uriya’yı kendisine göndermesi için Yoav’a haber yolladı. Yoav da Uriya’yı Dâvud’a gönderdi. Uriya yanına varınca, Dâvud, Yoav’ın ordunun ve savaşın durumunu sordu. Sonra Uriya’ya’ ‘Evine git, rahatına bak’ dedi. Uriya saraydan çıkınca, kral, ardından bir armağan gönderdi. Ne var ki, Uriya evine gitmedi, efendisinin bütün adamlarıyla birlikte saray kapısında uyudu. Dâvud, Uriya’nın eve gitmediğini öğrenince, ona  ‘Yolculuktan geldin, neden evine gitmedin?’ diye sordu. Uriya, ‘Sandık da, İsraillilerle Yahudalılar da çardaklarda kalıyor’ diye karşılık verdi, ‘Komutanım, Yoav’la efendimin adamları kırlarda konaklıyor. Bu durumda nasıl olur da ben yiyip içmek, karımla yatmak için evime giderim? Yaşamın hakkı için böyle bir şeyi asla yapmayacağım’. Bunun üzerine Dâvud, ‘Bugün de burada kal, yarın seni göndereceğim’ dedi. Uriya o gün de, ertesi gün de Yeruşalim’de kaldı. Dâvud, Uriya’yı çağırdı. Onu sarhoş edene dek yedirip içirdi. Akşam olunca Uriya, efendisinin adamlarıyla birlikte uyumak üzere yattığı yere gitti. Yine evine gitmedi. Sabahleyin Dâvud, Yoav’a bir mektup yazıp, ‘Uriya’yı savaşın en şiddetli olduğu cepheye yerleştir ve yanından çekil ki vurulup ölsün’ (dedi).” (2. Samuel 11,2-15)

Bu hâdisede birçok kötü fiil ve günah var; kralın yabancı bir kadını gözetlemesi, adamını suça teşvik, kadını ihanete zorlama, zina yapma, savaşa fitne karıştırma, yalan söyleme, komutanına ihanet etme, öldürme fiiline başkalarını teşvik etme, suçsuz adamı öldürtme… Bırakın peygamberi, bütün bu fiilleri alelâde birisinin yapması bile çok çirkin. Kabul edilemez. Dâvud’a (aleyhisselâm) haset edenlerin yaptıkları iftira! Golyat’ı öldürdükten sonra halk içinde itibarı artmış, sevilip sayılmaya başlanmıştır. Zamanla kral da olacaktır. Diğer kral adayları, basit bir çoban iken hükümdar olan rakibi çekemiyorlardı tabiî. Ortada olan bir hâdiseye bire bin katarak kötü hâle getiriyorlar.

Evet, Dâvud, kocası harpte ölerek dul kalan kadını eş olarak almış olabilir. Bunu fırsat bilerek çeşitli fanteziler üretmek bu kavme has bir özellik. Mûsa’ya (aleyhisselâm) Mısır’dan itibaren çektirdiklerini ve yaptıkları ihanetleri bilmekteyiz.

 

“Biz Dâvud’a (oğlu) Süleyman’ı ihsan ettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! Çünkü o, (tesbihde, zikirde ve bütün vakitlerinde) daima (Allah’a) dönen (bir zat) idi.” (Sad, 30)

Her ne kadar onlar Dâvud’u (aleyhisselâm) peygamber olarak kabul etmiyorlarsa da Kur’ân- Kerim bunu bildirmektedir. Peki, peygamber olarak kabul ettikleri Süleyman’a (aleyhisselâm) iftira atmıyorlar mı? Daha kötüsünü yapıyorlar.

“Kral Süleyman, Firavun’un kızı ile beraber, Moabiler, Ammoniler, Edomiler, Saydalılar ve Hititlerden çok ecnebi kadınlar sevdi. Ve vaki oldu ki, Süleyman’ın ihtiyarlığı zamanında karıları onun yüreğini başka ilâhların ardınca saptırdılar. Ve babası Dâvud’un yüreği Tanrısı Rab ile bütün olduğu gibi onun yüreği bütün değildi. Ve Süleyman Saydalıların ilâhesi Astarti’nin ardınca ve Ammonilerin mekruh şeyhi Milkom’un ardınca gitti. Ve Süleyman, Rabbin gözünde kötü olanı yaptı.” (Tevrat-Krallar-11-1-6)

İftiranın hangisini düzeltirsiniz? Hani Dâvud kötü idi. Burada Dâvud’un (aleyhisselâm) kalbinde Allah sevgisi olduğu fakat oğlu Süleyman’ın gönlünde putlar olduğu iddiası var. Hâşâ, ne büyük iftira! Bütün peygamberlerin baş vazifesi, Kelime-i Tevhid’i (Allah-u Teâla’dan başka ilâh yoktur) tebliğdir. Nasıl olur da putlar ardınca gider? Olacak şey değil!

“(17) (Habibim!) Onlar ne derlerse sabret. Kulumuzu, o kuvvet sahibi Dâvud’u hatırla. Çünkü o daima (Allah’ın rızasına) dönen bir zat idi. (18) Gerçek şu ki, Biz dağları (kendisine) Mûsahhar kıldık ki bunlar akşamlayın ve kuşluk vakti onunla birlikte durmayıp tesbih ederlerdi. (19) Toplanıp gelen kuşları da (kendisine râm ettik). Her biri (itaatle ona) dönücü idi. (20) Onun mülkünü de kuvvetlendirdik, ona hikmet ve fasl-ı kitab verdik.” (Sad, 17-20)

“Biz Dâvud’a (oğlu) Süleyman’ı ihsan ettik. (Süleyman) ne güzel kuldu! Çünkü o, (tesbihde, zikirde ve bütün vakitlerinde) daima (Allah’a) dönen (bir zat) idi.” (Sad, 30)

Böyle güzel peygambere, “Rabbini inkâr etti, put peşine gitti” de iftira at…

“Şeytanların, Süleyman’ın mülk(ü, saltanat ve nübüvveti) aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular. Hâlbuki Süleyman asla kâfir olmadı…” (Bakara, 102)

Böylelikle Süleyman’a (aleyhisselâm) isnat edilen iddiaların yalan ve iftira olduğunu Vahiyden kat’î surette anlıyoruz. Atılan çamurlar, iftiralar biter mi? Nefsin tabiatında var, bitmez elbet. İzleyelim…

Lût’a (aleyhisselâm) atılan iftiralar

Kitab-ı Mukaddes (Tevrat): “Ve Lût, Tsoar’dan çıkıp dağda oturdu. Ve iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoar’da oturmaktan korktu ve o iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: ‘Babamız kocamıştır ve bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur. Gel, babamıza şarap içirelim. Ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız.’ Ve o gecede babalarına şarap içirdiler. Ve büyük kız, girip babası ile yattı. Ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: ‘İşte dün gece babamla yattım, bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için gir, onunla yat.’ Ve o gecede dahi babalarına şarap içirdiler ve küçük kız kalkıp onunla yattı. Ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lût’un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar.” (Tekvin 19, 30-36)

Artık bu kadar da olmaz! Dinî bir metin değil, sanki seks mecmuası. Bir peygamberin ailesine “ensest” ilişkileri yakıştırmak, ne büyük bir cehalet, ne edepsiz bir cüret, ne akıl almaz bir iftira! Bunu dinî metinlerin içine koyanlar, dünyada günden güne artmakta olan “ensest” suçların sorumlusudurlar. Bu kıssada anlatılan ahlâksızlığı okuyanlar (bilgileri ve aile terbiyeleri yeterli değilse) zamanla normal karşılayabileceklerdir. Çünkü vaka, peygamber bir aile içinde geçiyor. “Oho! Onlar yapıyorsa…” diyecekler.

Lût’un (aleyhisselâm) hüküm ve hikmet sahibi, yüksek meziyetlerle donanmış salih bir peygamber olduğu Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmektedir:

“Lût da gerçek ve şüphesiz gönderilmiş peygamberlerdendi.” (Saffat, 133)”

“İsmail’i, Elyasa, Yunus’u, Lût’u da (hidayete ilettik)… Her birine âlemlerin üstünde yüksek meziyetler verdik.” (En’âm, 86)

“(74) Lût’a, (evet) ona da bir hüküm, bir ilim verdik. Onu kötülükler yapmakta devam eden o memleketten kurtardık. Hakikat, onlar fena bir kavim idiler, fasıktılar. (75) Onu rahmetimizin ta içine koyduk. Çünkü o, salihlerdendi.” (Enbiya, 74-75)

Îsa’ya (aleyhisselâm) atılan iftiralar

Muharref İncil’de birbirini naks eden birçok bölüm bulunmaktadır.

“Îsa ile şakirtleri düğüne çağrıldı. Ve şarap eksilince Îsa’nın anası ona dedi: ‘Şarapları yok.’ Îsa ona, ‘Kadın, benden sana ne?’ dedi. (Yuhanna 2, 1-4)

Annelere daima hürmetle davranmak gerekir. Îsa (aleyhisselâm) gibi bir peygamberin bu şekildeki hitabı mümkün değildir. “Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik…” (Lokman, 14)

Îsa (aleyhisselâm) da daima annesine saygılı ve nazik davranmıştır. Kur’ân-ı Kerim bunu bize bildirmiştir: “(30) (Îsa) dedi: ‘Ben hakikat Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi. Beni peygamber yaptı. (31) Beni her nerede olursam mübarek kıldı. Bana hayatta bulunduğum müddetçe namazı ve zekâtı emretti. (32) Beni anneme hürmetkâr kıldı. Beni bir zorba, bir bedbaht yapmadı.’” (Meryem, 30-32)

32’deki ifadeyi her okuduğumuzda, annesine olan durumunu beyan etmesini bir türlü anlamamıştık. Meğer muharref İncil’deki yanlış bilgiye atıf varmış. Bu da Kur’ân-ı Kerim’in sayısız mucizelerindendir.

Hüküm yetkisi mevzuunda da çelişkiler var:

“Çünkü baba hiç kimseye hükmetmez, fakat bütün hükmü oğula vermiştir.” (İncil Yuhanna 5, 22)

“Îsa da dedi: ‘Görmeyenler görsünler ve görenler kör olsunlar diye bu dünyaya hüküm için geldim.’” (İncil Yuhanna 9, 39)

Daha sonraki bölümlerde ise zıt ifadeler var:

“Siz bedene göre hükmedersiniz. Ben (Îsa) hiç kimseye hükmetmem.” (İncil Yuhanna 8, 15)

“Ben dünyaya hükmetmeye gelmedim; ancak dünyayı kurtarmaya geldim.” (İncil Yuhanna 12, 47)

“Kendisinden hiçbir bilgi saklı olmayan, her şeyi bilen kimdir? Hikmetin ve bilginin bütün hazineleri kendisinde saklı olan Mesih…” (İncil-Koloselilere Mektup 2, 3)

 

Çarmıha gerilenin Îsa (aleyhisselâm) olmadığı şuradan belli ki, bir peygamber, başına gelenlerden dolayı Allah-u Teâlâ’ya sitem etmez. Aynı zamanda bu zor ve şiddetli durumda Rabbinin ona yardım etmemesi düşünülemez. Bu, Sünnetullah’a aykırıdır.

“O gün yahut o saat (kıyamet) hakkında ne gökteki melekler, ne de oğul, babadan başka kimse bir şey bilmez.” (İncil Markos 13, 32)

Doğrusunu Allah-u Teâlâ Kur’ân’da bildiriyor: “De ki, ‘Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar da ne zaman diriltileceklerini bilmezler’.” (Neml, 65)

Şahitlik mevzusunda da çelişkiler bulunmaktadır: “Eğer ben kendim için şehadet edersem, şehadetim doğru değildir.” (İncil Yuhanna 5, 31)

İleri safhada tersi yazıyor: “Îsa cevap verip onlara dedi: ‘Ben kendim için şehadet ediyorsam, şehadetim doğrudur.’” (İncil Yuhanna 8, 14)

Muharref İncillerde Îsa’nın (aleyhisselâm) çarmıha gerildiği iddia edilir. Kendisiyle birlikte ölüme mahkûm edilen iki suçlu daha vardır. Çarmıha gerenler, “Kral Îsa kendisini kurtarsın da görelim” diye alay ederler: “Şimdi İsrail’in kralı, Mesih, haçtan insin de görelim ve iman edelim. Onunla beraber haça gerilmiş olanlar (iki kişi) da ona (Îsa’ya) sitem ettiler.” (İncil Markos 15, 32)

Markos’a göre Îsa’nın yanındaki iki mahkûm sitem etmekte, fakat Luka’da ise daha farklı anlatım vardır: “Asılmış olan suçlulardan biri ona, ‘Sen Mesih değil misin? Kendini ve bizi kurtar’ diye sövüyordu. Fakat öteki cevap verdi ve onu azarlayıp dedi: ‘Sen aynı hüküm altında olduğun hâlde Tanrı’dan korkmuyor musun?’” (Luka 23, 39-40)

Durum gayet açık! Hâdiseler hep yazarların kendi görüşüne göre aktarılmış. Markos’un anlatımında Mesih’in sonunu acıklı ve savunmasız bulan Luka, diğer suçluyu devreye sokarak vaziyeti biraz kurtarmaya çalışıyor. Markos, sonu daha da fantezileştiriyor: “Üçüncü saatte onu haça gerdiler. Dokuzuncu saatte Îsa yüksek sesle bağırdı: ‘Tanrım! Tanrım, niçin beni bıraktın?!’” (İncil Markos 15, 25-37)

Çarmıha gerilenin Îsa (aleyhisselâm) olmadığı şuradan belli ki, bir peygamber, başına gelenlerden dolayı Allah-u Teâlâ’ya sitem etmez. Aynı zamanda bu zor ve şiddetli durumda Rabbinin ona yardım etmemesi düşünülemez. Bu, Sünnetullah’a aykırıdır. Hakikati, Mutlak Kitap Kur’ân-ı Kerim’den öğrenelim: “(157) ‘Ve Biz, Allah’ın peygamberi, Meryem oğlu Îsa’yı öldürdük’ demeleri sebebiyle(dir ki kendilerini rahmetimizden kovduk)… Hâlbuki onlar onu öldürmediler. Onu asmadılar da. Fakat (öldürülen ve asılan adam) kendilerine (Îsa) gibi gösterildi. Hakikaten (Îsa ve onun ölümü) hakkında kendileri de ihtilafa düştüler. (Bu hususta) kesin bir şüphe içindedirler. Onların buna (onun ölümüne) ait hiçbir bilgileri yoktur. Ancak (kupkuru bir) zanna uymaktadırlar. Kesin gerçek şu ki, onu öldürmemişlerdir. (158) Bilakis Allah, onu yükseltip Kendisine kaldırmıştır. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 157-158)  

İnciller, Îsa’nın (aleyhisselâm) göğe kaldırılmasından seksen sene sonra yazılmaya başlanmıştır. İncillerin sayısı binleri aşmış, her biri yazarının bulunduğu coğrafya, sosyal yapı ve görüşüne göre değerlendirilmiştir. İnciller arasındaki çeşitliliğin ve farklılığın giderilmesi amacıyla İmparator Kostantin, 325 yılında İznik’te konsil tertipledi. Konsilde Arius ve bazı rahipler, Îsa’nın (aleyhisselâm) Tanrı değil, peygamber olduğunu söylemişlerse de bu kabul edilmemiş, onlar da Mısır’a kaçmak zorunda kalmışlardır. Bütün çabalara rağmen sayı dörde düşürülebilmiştir. Bu dört İncil’in birbirlerine göre, hatta aynı İncil’in kendi içinde tezat ifadeleri vardır ki bir kısmını misâl kabilinden yukarıda belirttik. Daha birçok farklı husus vardır, fakat yerimiz ve zamanımız müsait olmadığından bu kadarla iktifa ettik.

Eski Ahit’te Tanrı’nın insanlaştırılmasına karşılık Yeni Ahit’te insan tanrılaştırılmaktadır. Orijinallerine aykırı olan bu hususiyetler, aklı ve ilmi az, iman yok ve nefsi çok yazarlarının dünyevî gayretlerinden doğmuştur.

Rönesans’la birlikte inkişaf eden Batı medeniyetinde akla ve ilme uymayan bu kabuller haklı olarak tenkide uğradı. Birçok düşünür, filozof ve fen adamı, deist ve ateist görüşlerle dinden uzaklaşmışlardı. Fransız Şarkiyatçı, dil âlimi, tarihçi ve filozof Ernest Renan (1823-1892) bunlardan biridir. Renan, Îsa üzerinde (Essai Psychologique sur Je’sus-Christ) yapmış olduğu değerlendirmede, Îsa’nın tanrı olduğu ve İncil’in vahiy mahsulü olduğu inancını reddeder. Ona göre İncil’in olağanüstülüğü kabul edildiği takdirde ilimden sapılmış olur. Îsa’yı (aleyhisselâm) bir insan olarak sunan “Îsa’nın Hayatı” adlı eseri Avrupa’da büyük yankı uyandırmıştır.

“Allah’ın evlât edinmesi (hiçbir zaman) olmuş şey değildir. O, münezzehtir. O bir işi(n olmasını dileyince) ona ‘Ol’ der. O da oluverir.” (Meryem, 35)

Ve Îsa (aleyhisselâm) tebliğ ediyor: “Şüphesiz ki Allah, benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde O’na kulluk edin. İşte biricik doğru yol budur!” (Meryem, 36)

Muharref kitaplarda geçen “bu yanlış ve çirkin” ifadelerin izahında Mısır, Roma ve Yunan eski medeniyetlerindeki (politeist) din inançlarının çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa geçen saliklerinin zihinlerinde bıraktıkları etkiler vardır. Bu eski medeniyetlerde tanrılar insan şeklindeydi ve yer, içer, yorulur, uyurlardı. Kutsal kitapları çoğaltanlar (farkında olmadan) kendi muhayyilelerini veya bunlardan istifade etmek isteyen idareciler nefsî arzularını bilerek devreye sokmuşlardır. Nitekim (Tekvin-32-22, 32) anlatılan Yakup Peygamber’in Tanrı ile güreşi, bizi doğrulamaktadır. Tanrı ile güreş tutuyor ve Tanrı onu yenemiyor(!). Hayatta “bundan daha komik ve daha saçma” bir ibare olamaz!

Bizim bunları yazmamız, inananları rencide veya istihza etmemiz için değildir. Bütün beşeri mahşer günü bekleyen “büyük mahkeme”ye karşı uyarıdır. Kalem tutan el olarak, önce insan, sonra Müslüman olmamız, üstümüze böyle bir mükellefiyet yüklemektedir. Şunu da biliyoruz ki, hidayet ve tevfik ancak Allah-u Teâlâ’dandır.

Peygamberler hakkında

“Vahye” ilk muhatap olan insanlar, Peygamberlerdir. Özel olarak yaratılmış, İlâhî tedrÎsattan geçmiş, günah işlemekten mahfuz tutulmuş, birtakım hususî hassalarla donatılmış, güzel ahlâklı insanlardır Peygamberler. Her birine salât-ü selâm olsun!

Peygamberlere yukarılarda değindiğimiz iftiraları atanlar, ancak kendi iç dünyalarını (karakterlerini) aktarmışlardır. Peygamberler, nefsini ıslah etmiş, “halk içinde Hakk ile” rabıtalı insanlardır. Çirkin davrandıkları, günah işledikleri düşünülemez.

Çokça karıştırılan “nebî” ve “resûl” mevhumlarının iki yönü vardır: Resûl, Allah-u Teâlâ’dan gelen vahiyleri ümmetine tebliğ etmek üzere vazifelenen elçidir. Nebîlik ise alınmış olan (müjdeleyici ve korkutucu) bilgilerin insanlara iletilmesi işlemidir. Resûlün yukarı bakan yönü, nebîliğin beşere bakan yönü vardır. Kısacası her peygamber hem resûl, hem nebîdir. Her peygamber sıdk, emânet, tebliğ, fıtnat ve ismet sıfatları ile donatılmıştır ki bunların her biri başlı başına birer mevzudur.

Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin (25 veya 28) adları zikredilmektedir. Her millete peygamber gönderildiği ve insanlık tarihinin on milyonlarca senedir devam ettiği göz önüne alındığında, çok sayıda elçinin yaşamış olduğu anlaşılmaktadır. Rivayetler “124 bin” sayısından bahsetmektedir. İmam-ı Rabbânî, her memlekete, muhtelif şehirlere, hatta köylere bile peygamber gönderildiğini yazmaktadır. Yer küresinin muhtelif bölgelerinde, Allah-u Teâlâ’nın emirlerini çevresine duyurmaya çalışan Peygamberler hemen itiraza uğramışlar, hakaret ve zorbalığa maruz kalmışlardır. Çoğunluk

tarafından kabul görmeyen, birkaç inananı bulunan, hatta hiç ümmeti olmayan Elçilerin tebliğleri etrafa yayılmamış, zamanla ad ve şanları unutulup gitmiştir. Ancak mücadeleleri çetin, hayatları ibretlik olanlar Kur’ân-ı Kerim’de yer almaktadır. Geçmişten hisse alalım, geleceğe, ahirete hazır olalım diye…

“Mucize”, kelime anlamı itibari ile meydana gelişinde insanı aciz bırakan, harikulâde (olağanüstü) işlerdir. İnsan aklı ve ilmi yetersiz kalmaktadır. Mucizeler Allah-u Teâlâ tarafından Peygamberleri desteklemek için yaratılırlar. Doğru sözlü ile yalancı, birbirinden mucizelerle ayırt edilir.

Beşer tarihinde birçok filozof ve düşünür yer almıştır. Bunların her birinin kendilerine has fikirleri vardır. Öyle ki, aynı ekolden geldikleri hâlde birbirlerini tenkit ettikleri görülmüştür. Eflatun Sokrat’ı beğenmemiş, Eflatun’un talebesi Aristo ise üstadının görüşlerini reddetmiştir. İnsanın tabiatıdır ki, herkes kendi aklını beğenir. Cahiller bile ilimleri olmadığı mevzularda kendilerince uygun olan saçma sapan fikirlere inanırlar. Hakikat söylendiğinde, inatla karşı çıkarlar. Ancak tevazu sahibi olanlar, hakikat karşısında yanlışlarından dönme eğilimindedirler.

İtikadî mevzularda düşünür ve filozofların sapık fikirlerinin etkisinde kalan insanlık, ebedî felâkete sürüklenmiştir. İşte bu sebepledir ki, rahmeti sonsuz olan Allah-u Teâlâ, Elçilerine mucizeler ikram ederek doğruyu yalancıdan, hakikati bâtıldan ayırt etmeye sebep kılmıştır. Ateistler ve deistler Peygamberleri kabul etmediklerinden mucizelere de inanmazlar. Mucizelerse hakikattirler. Allah-u Teâlâ, kullarının iman etmelerini kolaylaştırması için mucizeler yaratır.

Her peygamber, halkına mucizeler göstermiştir. Mucizeler, o devirdeki insanların itibar ettiği mevzularda/hareketlerde olmuştur. Meselâ Mûsa (aleyhisselâm) zamanında sihir, büyü yaygınlaşmıştı. Sihirbazlar, büyücüler yaptıkları sihir ve büyü nispetinde önem kazanır, değer görürlerdi. Mûsa’nın (aleyhisselâm) mucizeleri de bu yönlüdür. Asânın yılan olması, Nil nehrinin kan akması, gökten ateş ve canlı hayvanlar yağması, Kızıldeniz’in yarılması gibi... Bunları gören akıl ve izan sahibi sihirbaz ve büyücüler, bunların göz boyama ile alâkası olmadığını, ancak sonsuz kudrette bir Yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul ederek imana gelmişlerdir. Îsa (aleyhisselâm) devrinde tıp önem kazanmıştır. Çaresi bulunamayan hastaları iyileştiren doktorlar el üstü tutulur, saygı görürlerdi. Ona gönderilen mucizeler de canlıların iyileşmesi, sıhhat bulması yani hayatiyet üzerine olmuştur.

İslâmiyet’ten önce Arap yarımadasında şiir, hitabet yani edebiyat ileriydi. Ahenkli ve anlamlı nazım söyleyen şairler, güzel konuşan hatipler itibar görür, sevilir, sayılırdı. Her kabilenin şairleri, hatipleri bayramlarda, pazar ve meydanlarda atışır, yarışırlardı. Bir şairin veya hatibin birincilik kazanması hem onlar için, hem de mensubu bulunduğu kabile için büyük şeref ve gurur kaynağıydı. Herkesin kabul ettiği ünlü şiirler yazılır, mukaddes kabul edilen Kâbe duvarına asılırdı. “Yedi Askı” adı verilen şiirler, bu şekilde elemeden geçerek meşhur olmuş ve Kâbe’ye asılmış yedi şiirdir. Böyle bir ortam içinde Efendimiz Muhammed (salallahu aleyhi ve’s-sellem) teşrif etti. Vahyolunan Kur’ân-ı Kerim’i insanlara tebliğ etti. Kur’ân-ı Kerim, ihtiva ettiği sayısız bilgi bir yana, sadece belâgat özelliğiyle şairlere, hatiplere, herkese meydan okudu. Allah-u Teâlâ, tarafından indirildiğine inanmayanlara, tek tek veya topluca bir araya gelip onun bir kısa sûresinin benzerini meydana getirmelerine davet etti. Nice ünlü hatip ve şairin ağzı açık kaldı. Bunun insan sözü olamayacağını kabul etmek zorunda kaldılar. Edebiyattan anlayan birçok kişi, Kur’ân-ı Kerim’in beliğ ve fesih oluşuna hayran kalarak mucizeliğini kabul ettiler, Müslüman oldular. Peygamberimizin (salallahu aleyhi ve’s-sellem) (biiznillah) gösterdiği taşların ve dağların konuşması, ağaçların yürümesi, Ay’ın ikiye ayrılması, Miraç hâdisesi ve bunlar gibi mucizelerin yanı sıra en büyük mucizesi, kıyamete kadar korunmuş ve hükmü geçerli olan Kur’ân-ı Kerim’dir.

“(180) İzzet sahibi Rabbin, onların (kâfirlerin) isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. (181) Gönderilen (bütün) peygamberlere selâm, (182) Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun!” (Saffat, 180-182) (Devam edecek...)