İlim nedir, ne değildir? (3): “İlim” Sıfatı ve Aile Mefhumu

İsevîlerin ilk çıkışlarında çoğalıp büyümemelerini kim istemez? Tabiî ki düşmanları… Îsâ’dan (aleyhisselâm) önce gelen peygamberler onun geleceğini haber vermişlerdi. Yahudiler bekliyorlardı. Roma İmparatorluğu bütün Akdeniz bölgesinde olduğu gibi Filistin’i de işgal altına almıştı. Kudüs’te Yahudi Kralı Herod vardı fakat Roma valisi tarafından yönetiliyordu…

İNSANOĞLU, tekerleğin icadından itibaren ilim ve teknikte hayli yol kat etti. Hamamda keselenirken suyun kaldırma kuvvetini fark etti ve heyecanlanıp üryan bir şekilde dışarı fırladı. Bir yandan bağırıyordu: “Evreka! Evreka!”

Ağacın altında oturmuş, manzarayı seyre dalmıştı. Yukarıdan elma düşüp de kafasına dank edince yerçekiminin gücüne şahit oldu. Ampulü keşfedince geceyi gündüze benzetti. Kaynayan tencerede buhar, kapağı hop hop hoplatıyordu. Önce balonu yaptı, atmosfere yükseldi, sonra da gemileri sularda yelkensiz dolaştırdı. Rutherford deneyi ile maddenin “atom” adı verilen küçük birimlerden teşekkül ettiğini buldu. “Atom, elementin özelliğini taşıyan, parçalanmayan en küçük parçası” dedi ama çok geçmeden onun da daha küçük parçalardan meydana geldiğini anladı. Bu parçalanmadan elde ettiği enerji ile Hiroşima ve Nagazaki’yi cehenneme çevirdi.

Bilgisayarın keşfi yepyeni ufuklar açtı insanoğluna. Nano-teknolojiden uzay seyahatlerine kadar akıl almaz çalışmalar yaptı. Kısa zamanda çok şeyler öğrenmişti ama en son öğrendiği çarpıcı gerçek, bilmediklerinin yanında bildiklerinin yok mertebesinde olduğuydu. İlmin ne başı vardı, ne de sonu. İlim sonsuzdu!

Kandan ve ettendi insan. Beş duyusu vardı ama sınırlıydı. Peki, sınırdan öte ne vardı? Tutmadıklarının ve görmediklerinin ardındakileri nasıl bilecekti? Ki bunlar insanı en fazla alâka eden hakikat ise? Bir şeyler hissediyor fakat oraya ulaşamıyordu. Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen, Rahmân ve Rahîm Allah-u Teâlâ, nurlu bir gecede elçisini, Hira dağındaki Elçisine gönderdi. Ve O’nu tuttu, kucakladı ve seslendi:

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla…

O insanı bir kan pıhtısından yarattı.

Oku! Rabbin (sonsuz) kerem sahibidir.

O ki, kalemle (yazmayı) öğretendir.

O, insana bilmediği (şeyleri) öğretti.”

Beşer ilmindeki artışlar ve büyüme yalnızca kendi gayretleri ve sonucu değildir. Çünkü her şeyi yaratan, Allah-u Teâlâ’dır. Eğer O irade etmezse hiçbir şey meydana gelmez. İkincisi, masivadaki bütün varlıklar ilimlerini Allah-u Teâlâ’dan alır. O’nun ilmi ise ezelî ve ebedîdir.

Bir fen adamı bir keşif veya icat yaparsa bu, Allah-u Teâlâ’nın ilmi sayesindedir. Çünkü olmayan bir şeyi bulmuyor ya da icat etmiyor. Olması mümkün olanı açığa çıkarıyor. Mucit der ki, “Aklıma bir fikir/his/ilham geldi”. Bütün bunların hepsi Allah’tandır. İsteyen, duâ eden karşılığını alır. Azmetmek, çalışmak, (deney) tecrübe etmek duâ mesabesindedir. Her kim olursa karşılığını alır. Ateist olsa bile, ilmi isteyen, hissesi kadar ondan pay almaktadır.

Edison (1847-1931) ampulü keşfetmeden önce elektrik enerjisi biliniyordu. Şöyle bir ilham aldı: “Belli gaz karışımı içinde bulunan bir telden elektrik akımı geçirirsem, akkor hâle gelip ışık verir mi?” Başladı deney yapmaya. İçinde telin bulunduğu cam fanus içinde değişik oranlarda gaz karışımı doldurarak gözlemeye başladı. On bin deney yaptı fakat istenen neticeyi elde edemedi. Yakınları, “Bu kadar uğraştın, sonuç çıkmadı, bırak artık” dediler. “Öyle değil” dedi Edison, “Ben bu on bin deneyden bir şey öğrendim”. Ne öğrendin? “Aradığım, bu on bin deneyin içinde yoktur!” Bu azimle çalışmalarına devam etti ve bir gün ampul ışımaya başladı. Duâ mesabesinde olan çalışma ile on bin deneyden sonra arzusu kabul olundu. Halis bir Müslüman çalışsa idi, belki 500 deneyden sonra netice hâsıl olabilecekti.

İmam-ı Rabbanî El-Müceddid-i Elf-i Sâni Şeyh Ahmed-i Fârukiyyi’s-Serhendî’nin (kuddise sirruh) üstadı Muhammed Bâki’nin (kuddise sirruh) oğullarına yazmış olduğu mektupta, itikada dair mühim bilgiler verirken, “İlim” sıfatı hakkında da izah buyurmaktadır:

“İmanın şartı altıdır: Birincisi, Allah-u Teâlâ’ya inanmaktır. Allah-u Teâlâ, Kendi Zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuştur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. (Yani hiçbir şey, hiçbir bakımdan Allah-u Teâlâ’ya benzemez.) Varlıkta şeriki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yoktur. Benzerlik yalnız isimde ve kelimelerdedir. O’nun sıfatları da, işleri de Kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine hiç benzemez ve uymaz.

O’nun sekiz sıfatı vardır. Bunlara ‘sıfat-ı sübütiyye’ denir. Bunlardan biri, İlim sıfatıdır yani Allah-u Teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da Kendi gibi kadimdir. Yani sonradan olma değildir. Hep vardı ve basit (yani bir hâldedir; hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz). Bildiği şeyler değişmekte, her değişmeyi bilmektedir. Fakat ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. (Geçmişteki sonsuzdan gelecekteki sonsuza kadar yani ezelden ebede kadar her şeyi, her değişmeyi, yalnız bir biliş ile bilmektedir. Yani bu sonsuz zamanlarda olan her şeyi) birbirine benzeyen ve benzemeyen hâlleri ile hem büyüklüklerini, hem en ufak zerrelerini, her birini kendi zamanında olarak bir anda bilmektedir.

Meselâ bir kimsenin hem varlığı, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyarlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakta, oturmakta, dayanmakta, yatmakta, gülmekte, ağlamakta, neşe ve lezzette ve mahşer yerinde ve meselâ Cennet’te nimetler içinde olduğunu, hep bir anda ve bir hâlde bilmektedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemanın da değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar parçalanamayan bir an vardır. Daha doğrusu, Allah-u Teâlâ zemanlı değildir. Öncelik ve sonralık yoktur. İlmi her şeye yetişir dersek, her şey bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da aklın eremeyeceği bir bağlanmaktır.

Bunu akla anlatabilmek için şu misali uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşitli hâllerini, birbirine benzemeyen şekillerini bir anda düşünebilir. Bir kelimeyi bir an içinde, hem ism, hem fi’l, hem harflerin kümesi, hem madi, hem müstakbel, hem emr, hem men’, hem edatlı, hem edatsız, hem müsbet, hem menfi bilebilir. ‘Çeşitli şekilleri bir anda, kelimede ayrı ayrı görüyorum’ diyebilir. Bir insanın ilminde, hatta görmesinde, ters ve çeşitli hâlleri bir araya toplaması mümkün olunca, Allah-u Teâlâ’nın ilminde neden mümkün olmasın? Hem de O’nun ilminde iki zıddın bir arada bulunması görünüştedir. Yoksa orada zıtlık yoktur. Meselâ bir kimseyi bir anda hem var, hem yok bilir. Fakat yine o anda onun varlığını, meselâ Hicret’ten bin sene sonra ve birinci yokluğunu, bu varlıktan evvel, ikinci yokluğunu da meselâ varlığından yüz sene sonra olarak bilmiştir. O hâlde, arada zıtlık yoktur. Zira varlığın ve yokluğun zemanları başkadır. İşte Allah-u Teâlâ, ayrı ayrı, başka başka, zerreleri bir anda biliyorsa da ilminde değişmek olmuyor.

Felsefecilerin zannettiği gibi, ‘İlm’ sıfatında sonradan bir şey hâsıl olmuyor. Çünkü bir şeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki ilimde değişiklik olsun. Her şeyi bir anda bildiğinden, ilminde değişiklik ve yenilik hâsıl olmaz. O hâlde, ‘İlmde değişiklik olmadığını anlatmak için ilm, eşyaya, çeşitli bağlantılarla bağlanmıştır’ demek ve bunların değiştiğini söylemek lüzumsuzdur. Nitekim felsefecileri susturmak için bazı büyüklerimiz böyle söylemiştir. Bu bağlantıların eşyaya bağlanmasında değişiklik olur denirse, yerinde olur.”

Âlemleri fizik ve fizikötesi olmak üzere iki kısma ayırırsak, fizik âlemlerdeki bilgiler, masivadaki canlıların, hayat tecrübelerinin üst üste eklenmesidir. Vahy ise fizikötesinden fizik âleme inzal olmuş bilgilerdir. Sonsuz ilim sahibi Allah-u Teâlâ’nın kullarına ikramıdır. Mutlak doğrudur, kesindir. Yanlış olduğu anlaşılan bilgiler varsa bu iki sebepten kaynaklanmaktadır. Ya ayet yanlış yorumlanmış ya da insan müdahalesiyle değiştirilmiştir. Bu değişiklik bazen nefsî insan düşüncesi olarak tamamen kendini belli eder.

Deistler diyorlar ki, “Vahiyler madem tek bir kanaldan indiriliyor, o hâlde kutsal metinler (ayetler) arasındaki farklılık neden?”. İşte yukarıda tam da bunu izah etmeye çalışıyorduk. Ayet sanılan bu metinler ayet değil, insan mahsulü hezeyanlar. Zaten değiştirme ve bozulma olmasa art arda peygamberler ve vahiyler gelmezdi.

Daha iyi anlaşılabilmesi için kitaplar üzerinden misal verelim. Mevzumuz yani bu ay ele alınan mevzu, “aile ve kadın”…

Cennet’e girmek için erkek ve kadın olmanın bir farkı yok. Önemli olan, kişinin mümin ve iyi amel sahibi olmasıdır. 

Aile mefhumu

Bir milleti teşkil eden en küçük birim, ailedir. Nasıl ki insan vücudu hücrelerin yan yana bir araya gelmesinden meydana geliyorsa, ailelerin yekûnu da cemiyeti oluşturuyor. Sağlam ve sıhhatli ailelerden müteşekkil olan milletlerde “sosyal dinamikler” yerli yerinde işler. Aksi ise meseleleri (problemleri) karmaşa ve çatışmaları beraberinde getirir. Bu bakımdan “aile yapısı” çok önemlidir. Bu hususa dikkat eden devletler gelişir, büyür ve zenginleşirler.

Ailenin iki temel elemanı anne ve babadır. Bir hadîs-i şerifte “iki yarım halka” olarak vasıflandırılmıştır. Birleştiğinde tam bir daire meydana geliyor. Yarım halkalardan birini yok farz ederseniz, aile mefhumundan söz edemezsiniz. Peki, tatbikatta böyle mi oldu?

Geçmişte, bilhassa Orta Çağ’da Avrupa’da kadın ikinci sınıfa itilmiş, çoğu kez de yok farz edilmiştir. Bunun dayanağı Eski ve Yeni Ahit’teki “kadına dair hükümler”de görülmektedir.

“Ve Âdem dedi: ‘Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim.’ Ve Rab Tanrı kadına dedi: ‘Bu yaptığın nedir?’” (Tevrat-Tekvin 12,13)”

“Önce Âdem, sonra Havva yaratıldı ve Âdem aldanmadı, fakat aldanarak suça düştü.” (İncil-Timateos’a 1. Mektup, 13-14)

Daha ilk ailede kadın, suçlu durumdadır. “Âdem aldanmamış, Havva aldanmıştır” deniyor. Madem Âdem aldanmadı da yasak olanı neden yedi? Suç neden kadıncağızın üstüne kaldı? Mantıksız! Hüküm kendi içinde tezat (zıt) teşkil ediyor.

Kur’ân-ı Kerim’de ise sonuç daha farklı: “Andolsun Biz, bundan evvel Âdem’e de vahy (ve emir) etmişizdir (‘Ağaçtan yeme’ diye). Fakat unuttu o. Biz onda bir azim bulmadık.” (Ta-Ha, 115)

Görüldüğü gibi hatada doğrudan Âdem’e isnat var. Çünkü ilk insan o ve aile reisi konumunda.

Muharref İncil’de, kadının bilgi sahibi olmasına, bildiğini açıklamasına, konuşmasına müsaade de yok: “Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem, ancak sükûtta (sesini çıkarmamış) olsun.” (İncil-Timateos’a 1. Mektup, 2-12)

“Kiliselerde kadınlar sükût etsinler, çünkü onlara söylemek için izin yoktur. Ve eğer bir şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar; çünkü kadına kilisede söylemek ayıptır.” (Korintoslulara 1. Mektup 14, 34-35)”

Bırakınız kadının ilim sahibi olmasını, bir şeyler öğrenmek için sual sormasına bile tahammül yok. En makbul kadın, dilsizmiş gibi sükût eden, sesini çıkarmayan kadın. Ama illâ bir şeyler öğrenmek isterlerse bir bilene değil, evde kocalarına sormaları isteniyor. İpin ucunu kocalarına uzatmaları lâzım. Kocaları da aptal değil ya, ipi istedikleri yöne çekip durmasınlar!

Kadının sadece konuşmasına değil, kendisini birinci derece alâkadar eden hâdiselerde bile davranış tercihinden ve istikbâli için karar verme hakkından da mahrum tutulmaktadır.

“Adamlar birbiri ile kavga ederken birinin karısı yaklaşıp kocasını dövenin elinden onu kurtarmak için elini uzatır ve onu utanılacak yerlerinden tutarsa, o zaman kadının elini keseceksin, gözün ona acımayacaktır.” (Tevrat, Tesniye, 11-12)

“Eğer kardeşler birlikte otururlarsa ve onlardan biri ölürse ve onun oğlu yok ise, ölenin karısı dışarıda yabancı bir adama varmayacaktır; kocasının kardeşi ona yaklaşacak ve kendisine karı olmak için onu alacak.” (Tevrat, Tesniye, 5)

Kadın bir insan değil, âdeta canlı bir robot mevkiine getirilmiştir. Hatta daha ileri gidilerek bir mal gibi alınır satılır durumdadır.

“Eğer bir adam kızını cariye olarak satarsa, kız, erkek köleler gibi özgür bırakılmayacak. Efendisi kızla nişanlanır, sonra kızdan hoşlanmazsa, kızın geri alınmasına izin verilmelidir. Kızı aldattığı için onu yabancılara satamaz.” (Tevrat-Çıkış 21, 7-8)

İlk kadın Havva’dan itibaren kadının suçlu ve günahkâr olarak kabul edilmesi, aile ve cemiyet içindeki değerinin “yok” hükmünde olmasına yol açmıştır. Kadın yok farz edilince, aile dolayısıyla evlilik müessesesi de ortadan kalkıyor. Bekârlık, meşru ve değerli, hatta kutsal hâle geliyor.

“Fakat evlenmemişlere ve dul kadınlara diyorum ki, ‘Benim gibi (bekâr) kalsalar onlar için iyidir’.” (İncil-Korintoslulara 1. Mektup 7,8)

“Kadınlarla lekelenmemiş olan bunlardır. (Cennete doğrudan girerler,) çünkü masumdurlar. Bunlar kuzu (Hazreti Îsâ) nereye giderse ardınca gidenlerdir.” (İncil-Vahiy 14,4)

Evliliğin lekelenmişlik olarak vasfedilmesi çok ibretamiz bir husus. O hâlde kişi ne yapacak? Lekelenmemek için aile kurmaktan uzak olacak. Hatta daha da ileri gidebilir. Nefsine aldanıp lekelenebilme ihtimâline karşılık, cinsiyetini köreltme cihetine gitmelidir. Yani hadım olmalıdır.

“Îsâ onlara dedi: ‘Bütün adamlar bu sözü kabul edemez, ancak kendilerine verilmiş olanlar kabul edebilir. Çünkü anadan doğma hadım vardır ve insanlar tarafından yapılmış hadım vardır. Göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de vardır. Bunu kabul edebilen etsin.’” (İncil, Matta 19, 11-12)

Allah-u Teâlâ insanları erkek ve dişi vasıtasıyla yaratmaktadır. Dişi tarafı yok olarak değerlendirmek Sünnetullah’a aykırıdır. İnsan neslinin devamını engellemektir. Peygamberimiz (sallallah-u aleyhi ve sellem) evlenip çoğalmamızı buyurmaktadır. Hiçbir peygamber Vahye aykırı hareket edemez. O hâlde kadını dışlayan, bekârlığı metheden metinler, kitaplara nasıl girdi? Burada açık olarak insan müdahalesinin eseri görülmektedir.

İsevîlerin ilk çıkışlarında çoğalıp büyümemelerini kim istemez? Tabiî ki düşmanları… Îsâ’dan (aleyhisselâm) önce gelen peygamberler onun geleceğini haber vermişlerdi. Yahudiler bekliyorlardı. Roma İmparatorluğu bütün Akdeniz bölgesinde olduğu gibi Filistin’i de işgal altına almıştı. Kudüs’te Yahudi Kralı Herod vardı fakat Roma valisi tarafından yönetiliyordu. Yahudiler beklenen peygamberin kılıcı eline alıp Romalılarla savaşarak kendilerini kurtaracağını ümit ediyorlardı. Îsâ’nın (aleyhisselâm) gelip de insanlara sulhu, sevgiyi, merhameti ve iyi muameleyi telkin etmesi sürpriz oldu. Hele hahamların Tevrat’ın hükümlerine uymadıklarını, dinî referanslarla halkı soyduklarını söylemesi büyük tepkiye yol açtı. İnzal olunan (İncil) yeni vahiyleri tebliğ etmesini hiç hoş karşılamadılar. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) dinini bozmak isteyen yalancı biri olduğunu iddia ettiler. Karşı çıkarak taarruza başladılar.


Îsâ’dan (aleyhisselâm) önce İsrailoğulları içinde bazı bozuk fırkalar türemişti. Bunlar yeniden diriliş ve Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılışı hakkında bozuk fikirlere sahip olmuşlardı. Noksanlıklardan münezzeh olan ve her şeye gücü yeten Allah-u Teâlâ, kudretinin bir nişanesi olarak Hazreti Meryem’i vasıta kılarak Îsâ’yı (aleyhisselâm) babasız olarak yeryüzüne teşrif ettirdi. Hahamlar bunu fırsat bilerek Hazreti Meryem’e ve onun hocası olan Zekeriya’ya (aleyhisselâm) iftira attılar. Îsâ’nın (aleyhisselâm) çamurdan kuş şekli yapıp duâ ile canlandırması, körlerin gözünü açması, kötürüm hastaları ayağa kaldırması gibi mucizelere rağmen imana gelmediler. Her peygambere yapıldığı gibi sihirbaz, büyücü şeklinde iftiralarda bulunuldu. Her şeye rağmen Îsâ’nın (aleyhisselâm) tebliğine engel olamadıklarını görünce Roma valisine giderek halkı devlet aleyhine kışkırttığını söyleyip şikâyet ettiler. Kral Herod’a da baskı yaptılar. Tahtının devrileceğinden korkan Kral, onlara uymak zorunda kaldı. Neticede cemiyet içinde nifak çıkarmak, halkı devlete isyana teşvik etmek suçlamasıyla idamına hüküm verildi.

Hahamlar adamlarını Îsâ’nın (aleyhisselâm) peşine taktırarak tebliğinin halk arasında itibar görmesini engellemeye çalışıyorlardı. İftiralarla küçük düşürmeye uğraştılar. Îsâ (aleyhisselâm) bir grup imanlıyla özel olarak alâkadar oluyor, onlara gelen vahiyleri aktarmaya çalışıyordu. Bunlara sonradan “havari” denilecekti. İçlerinde casus Yahuda da vardı.

Peygambere verilen idam hükmünün tatbiki için görevliler (onu) aramaya başladılar. Hain Yahuda, askerlere gidip yerini bildiğini söyledi. Önlerine düşerek Îsâ’nın (aleyhisselâm) kaldığı yere geldiler. Önce Yahuda içeri girdi ve içeride olduğuna dair askerlere gelmeleri için işaret verdi. Allah-u Teâlâ durumu Îsâ’ya (aleyhisselâm) bildirdi ve göğe kaldırarak zalimlerin yakalamasına fırsat vermedi. Askerler içeri girince Yahuda’dan başka kimseyi görmediler. Ve Yahuda ceza olarak Îsâ’ya (aleyhisselâm) benzetilmişti. Onu yakalayarak eziyetle hapishaneye götürdüler. Yahuda ne kadar Îsâ olmadığını anlatmaya çalıştıysa da muvaffak olamadı. Zira kumandana kesin olarak yakalanması emredilmişti. Ve elde ondan başka da kimse yoktu.

İşkence ederek itiraf ettirmeye çalıştılar. O kadar eziyet ettiler ki sonunda Yahuda dayanamayarak kabul etmek zorunda kaldı. Bu sefer de uğraştırdığı için hakarete ve dayağa maruz kaldı. Çok tanrılı Roma inancında bazı kimselerin yarı insan-yarı tanrı olduğuna dair inanışlar vardı. Meşhur pehlivan “Herkül” bunlardan biridir. Pagan Roma dini böyle mitolojik birçok şahsiyetler doludur. Ağır işkenceler altında bunalan Yahuda da askerleri etkileyerek durdurabilmek için “Tanrı’nın oğlu olduğuna dair” birtakım saçmalıklar sarf etmiş olabilir. Bunlar daha sonra bazılarınca delil olarak kullanılabilecektir.

Hüküm infaz edildi ve Yahuda çarmıha gerilerek can verdi. Askerler valiye Îsâ’nın infaz edildiğini bildirdiler. Halk da tabiî olarak Îsâ’nın (aleyhisselâm) öldürüldüğünü sandı. Bu yanlış inanış, günümüzde müntesiplerince sürdürülmektedir.

Îsâ’dan (aleyhisselâm) sonra

Îsâ’nın (aleyhisselâm) göğe kaldırılmasından sonra on bir havari, imanı yaymak için çok mücadele etti. Kudüs ve havalesinde, yakın ve uzak memleketlerde vaaz ve nasihatlerle insanlar imana davet edildi. Hahamlar ise bu yeni inanışa karşı menfi propagandalar yapıyorlardı. İsevî olanların dinden çıktığına karar verilir, hemen cezalandırırlardı. Yine de çoğalmalarına engel olamıyorlardı. Hahamların ileri gelenlerinden Paul, Îsâ’ya (aleyhisselâm) inananları vazgeçirmek için çok çaba sarf etti. Mal ve para ile satın almaya, dövmeye, öldürmeye vardırdığı işkencelere rağmen mani olunamayacağını anlayınca taktik değiştirdi. Kendisinin de İsevî olduğunu ilân etti. “Îsâ, Tanrı’nın oğludur. İspatı da babasının olmadan doğmasıdır. Îsâ bana göründü. Bana dini yaymam için görev verdi” dedi. Uyanık adam, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Tanrı olduğunu söyleyerek kendisini peygamber mevkiine koyuyordu. Peygamberler günahsız olduklarına, Tanrı’dan aldıkları emri yerine getirdiklerine göre, halkın da ona uyması, dediklerini kabul etmesi gerekecekti. Böylelikle Îsâ’nın (aleyhisselâm) yaymaya çalıştığı iman akidelerini rahatlıkla bozabilecekti. 

Nitekim öyle oldu. Paul, (eşi ve benzeri olmayan) Samed ve (sıfat ve isimleriyle) Ehad olan Allah-u Teâlâ yerine teslisi ortaya attı. “Beni ve sizi yaratan Rabbinize kulluk edin” diyen Îsâ’nın (aleyhisselâm) iman akidelerini ifsad etti, bozdu. Beri yandan İsevîlerin çoğalmalarını engellemek için yeni çareler icat etti. Âdem’i (aleyhisselâm) yoldan çıkaran Havva’dan itibaren kadın cinsinin günahkâr olduğunu, şeytanın aleti olduğunu, kadınlardan uzak durmak gerektiğini, dolayısıyla evlilik müessesinden uzak durulması lâzım geldiğini, bekârlığın makbul ve cennetlik olduğunu, akla ve insan tabiatına aykırı kurallar olarak ortaya attı. Güya peygamber olduğu için bütün bunlar kutsal metinler (İncil) arasına sokuşturularak ayet süsü veriliyordu. Böylelikle kadınların aşağılandığı bir inançtan kadınlar uzaklaşacak, hem de kadın cinsini günahkâr, sapkın addeden erkekler onlardan uzak durmaya çalışacaklardı.

Sinsi plân başarılı oldu. Rahiplerin ve rahibelerin evlenmesi yasaklandı. Evlilik müessesine uzun müddet iyi gözle bakılmadı. Yaratılışa aykırı hareket, aks-ü amel doğurur. Din adamları ve halk arasında eşcinsellik vakaları artış gösterdi. Papalığın bütün gayretlerine rağmen eşcinsellik vakaları gizlenemedi, kamuoyuna yansıyan adlî dâvâlarda günbegün artışlar görüldü.

Îsâ (aleyhisselâm) otuz yaşında resul olmuş, otuz üç yaşında göğe kaldırılmıştır. Bundan seksen sene sonra yazılan İncillerin tahribata uğradığı görülmektedir. Çünkü bin küsur adet değişik İncil’in ortada dolaşması kafaları karıştırdığından, Doğu Roma İmparatoru Konstantin, Milâdî 325 senesinde İznik’te (konsil) toplantı tertipleterek sayısını dörde indirmiştir. Teslis inancının yanlış olduğunu söyleyen Antakya Piskoposu Lucian, 312’de öldürülmüştür. İznik’teki konsilde Rahip Arius, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah-u Teâlâ’nın kulu ve peygamberi olduğunu bildirmişse de kabul edilmeyerek aforoz edilmiştir. Arius, Mısır’a kaçarak canını kurtarabilmiştir.

Hahamların Tevrat’ın hükümlerine uymadıklarını, dinî referanslarla halkı soyduklarını söylemesi büyük tepkiye yol açtı. İnzal olunan (İncil) yeni vahiyleri tebliğ etmesini hiç hoş karşılamadılar. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) dinini bozmak isteyen yalancı biri olduğunu iddia ettiler. 

İsevîliği tahribata uğratarak aslından uzaklaştıran Yahudi din adamlarının benzer gayretlerini İslâmiyet’in doğuşunda da görüyoruz. Halife Ömer (radiyallahu anh) devrinde, İran dâhil, Anadolu’ya kadar Ön Asya ve Afrika’ya kadar büyüyen İslâm Devleti’nde çeşitli renk ve dilde yerli halk, Müslümanlığı kabul ediyordu. İslâm düşmanları da boş durmadılar. Osman’ın (radıyallahu anh) şehit edilmesinin ardından iktidar idaresinin şekli açısından Müslümanlar ikiye ayrılmışlardı. Her iki gruba (münafık) adamlarını sokarak ifsada başladılar. Cemel Vakası’nda ve Sıffın’da iki grup Müslüman anlaşma aşamasındayken, adamlarını harekete geçirerek karşılıklı saldırttılar. Her iki taraf, “Karşımızdakiler bize saldırdı” zannederek ister istemez savaşa devam ettiler. Binlerce Müslümanın kanı döküldü.

Hak düşmanları Îsâ’ya (aleyhisselâm) yaptıkları gibi Ali’ye (radıyallahu anh) de iftira atarak Tanrı olduğunu söylediler ve yaydılar. Hazreti Ali bunlarla çok mücadele etti. Dinletemedi. Ölüm cezası vererek engel olmaya çalıştı. Yine de baş edemedi. Çünkü münafıkların amacı, Müslümanları parçalamak ve yok etmekti. Bugün Şiiliğin bazı kolları bu iddialarını sürdürmektedirler.

Kur’ân-ı Kerim’de kadın 

Eski ve Yeni Ahit’teki tahribat ve müdahaleyi gördükten sonra şimdi de Son Vahiy kitabının aile ve kadın hakkında bildirdiklerine bakalım...

“Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yine onun eşini vücuda getiren ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbiniz(e karşı gelmek)ten çekinin.” (Nisâ, 1)

Kadınlarla alâkalı hükümler bulunan bu sureye “Nisâ (kadın) Sûresi” adı verilmiştir ki bu, İslâm’ın kadınlara verdiği önemi gösterir. Dişilere değer verilmeyen bir cemiyette kadınların erkeklerle birlikte anılması manidardır. “Erkekleri yaratan Rabbiniz kadınları da yaratmıştır. Bu hususu göz ardı ederek Rabbinize karşı gelmeyin” ikazı yapılıyor.

Aynı zamanda insanların bir candan (Âdem’den) yaratıldığı bilgisi var. Âdem’in babası olduğu, aynı anda birçok âdemler bulunduğu gibi iddialarla milletin kafasını karıştıran ilâhiyatçıların da kulakları çınlasın. Tefsire ve yoruma mahal bırakmayacak tarzda açıktır bu ayet-i kerime.

Cahiliye devrinde gerek Arap kavmi, gerekse diğer kavimlerde kadınlara değer verilmezdi. Birbirleriyle kanlı olan kabileler kendilerine arka çıkacak erkek evlât sahibi olmak isterlerdi. Kız çocuklarını lüzumsuz, masrafa tâbi yük olarak görürlerdi.

“Onlardan birine kız (doğumu) müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü simsiyah kesilir. Verilen müjdenin tesiriyle kavimden gizlenir. Onu (doğanı) (sağ bırakıp) hakaretle mi tutacak, yoksa onu toprağa mı gömecek, (kendi kendine düşünür). Bak hükmede geldikleri (bu) şey ne kötüdür!” (Nahl, 58-59)

Kız çocuğu doğunca öfkeleniyor. Kime? Karısına… “Niye kız doğurdun?” diye… Hâlbuki kadıncağızın bunda ne suçu var? Bir de “Kız çocuğu oldu” diyecekler diye utanıyor. Düşünüyor: “Çocuğu etraftan gizleyip ‘Hizmetçimdir, kölemdir’ şeklinde mi yetiştireyim, yoksa toprağa gömüp kestirmeden mi hâlledeyim?” Allah-u Teâlâ, onların bu düşünce tarzının ne kadar kötü olduğunu açıkça vurguluyor.

Diğer bir gömme nedeni de fakirlik korkusudur. Çöl ikliminde geçim zordur. Uzak mahallere ticaret için gidip gelmek ya da hayvanları vahalar arası otlatmak gibi zor işlerde güçlü erkek olmak lâzım. Dolayısıyla kız çocukları gıda tüketen ağız olarak telâkki ediliyor. Bu yanlış ve çirkin âdete, örfe karşı emir kesindir: “Evlatlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da, sizi de Biz rızıklandırırız. Hakikat, onları öldürmek büyük bir suçtur.” (İsra, 31)

Bu fiilin ne kadar kötü, ne kadar büyük bir suç olduğunu Tekvir Sûresi’nde, kıyamet sahnesinin dehşetli görüntüsü içinde sorgulanmasından anlıyoruz. Aman Ya Rabbi!

“Güneş dürül(üp söndürül)düğü zaman, yıldızlar (kararıp) düştüğü zaman, dağlar (yeryüzünden koparılıp) yürütüldüğü zaman, gebe develer (başıboş) salıverildiği zaman, vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman, denizler ateşlendiği zaman, ruhlar çiftleştirildiği (bedenlere girip diriltildiği) zaman, diri diri gömülen kızın hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman…” (Tekvir, 1-9)

Kur’ân-ı Kerim’de, kız çocuklarını hakir görüp oğlanları tercih eden erkeklerle, akıl yürütmedeki tutarsızlıklarını göstermekle beraber alay da edilmektedir. O zamanki adamlar (günümüzde bazı dinler) melekleri, Allah’ın kızları olarak tarif ediyorlardı: “Bir de onlar Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ, O(nun şanı) münezzehtir. Kendilerinin candan isteyegeldikleri (oğlan çocuğuna gelince), bu da onlarındır…” (Nahl, 57)

“Ya Rabbiniz size oğulları beğenip seçti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi? Hakikaten siz büyük söz söylüyorsunuz.” (İsra, 40)

Kur’ân-ı Kerim’de genel olarak erkek ve kadın birlikte anılmaktadır. Bu da her iki cinsin yarım halka olduğu ve birbirini tamamlayarak bütünü teşkil ettiğini gösterir: “Biz insana ana ve babasını tavsiye ettik. Onun anası kendisini zaaf üstüne zaaf ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür). Bana, ana ve babana şükret. Dönüşün ancak Banadır.” (Lokman, 14)

Anneden, babadan önce bahsediliyor. Çünkü hamilelikte, çocuğun yetişmesinde sıkıntı çekmektedir. Ana hakkının babaya göre daha fazla olduğu anlaşılıyor: “Erkekten veya kadından kim mümin olarak güzel işlerden (bir şey) yaparsa, işte onlar Cennet’e girerler. Bir çekirdeğin çukurcuğu kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisâ, 124)

“Gerek erkekten, gerek kadından kim mümin olarak iyi amel ve harekette bulunursa, hiç şüphesiz onu çok güzel bir hayat yaşatırız ve (o gibilere) herhâlde yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz.” (Nahl, 97)


Cennet’e girmek için erkek ve kadın olmanın bir farkı yok. Önemli olan, kişinin mümin olması ve iyi amel sahibi olmasıdır. İyi amel ve hareketin neler olduğu, şu ayet-i kerimede daha tafsilatlı anlatılmaktadır:      “Şüphesiz ki (Allah’ın emrine) ram olan erkeklerle (Allah’ın emrine) ram olan kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar, taate devam eden erkeklerle taate devam eden kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazı erkeklerle mütevazı kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, gizli yerlerini (haramdan) koruyan erkeklerle gizli yerlerini (haramdan) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle (Allah’ı) çok zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 35)

Görüldüğü gibi erkeklerden ne isteniyorsa, kadınlardan da aynısı isteniyor. Müşterek hususlarda Allah-u Teâlâ’nın erkek olsun kadın olsun eşit tutup cins ayrımı yapmadığını bu ayet-i kerime sarih bir şekilde göstermektedir.

“(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Salim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünmez.” (Bakara, 269)

İnsan olarak umuma hitap eden ayetlerde ise her iki cinse hisse var. Nimetin dağılımında cinsiyetin bir özelliği yok. Esas olan, kul olarak iyi davranış sergileyebilmektir. İslâm, erkek ve kadının birlikteki davranışına yani aile hayatına da çok önem verir. Evlenmeyi teşvik eder, aile içinde eşlerin birbirlerinin hak ve hukukunu korumalarını sağlık verir. Birbirlerine olan faydalarına dair misaller verir: “Onlar (kadınlar) sizin için, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187)

“İçinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden salih (mümin) olanları evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları (evlenmeleri sayesinde) fazl-u keremi ve sınırsız cömertliğiyle zengin yapar. Allah’ın lûtfu boldur, (O her şeyi) hakkıyla bilendir.” (Nur, 32)

Halife Ömer (radiyallahu anh), “Nikâhsız rızık arayanlara şaşarım” diyerek bu ayet-i kerimeye işaret etmiştir. Demek ki evlilikte temizlik, sağlık ve bereket vardır.

Aile içindeki kadının hukukunu savunan ayetlerden biri de Mücadele Sûresi’nin ilk ayetiyle başlıyor: “(Habibim!) Kocası hakkında Seninle mücadele edip duran, (nihayet hâlinden) Allah’a da şikâyet etmekte olan(kadın)ın sözünü Allah dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyla işitici, kemâliyle görücüdür.” (Mücadele, 1)

Araplardaki cahiliye devrinin âdetlerinden biri de “zıhar” idi. Biri karısını boşamak istediği zaman zıhar yapar yani “Senin sırtın anamın sırtı gibi olsun” derdi. Böylelikle kadın ebediyen boşanmış olur, hiçbir hak elde edemez, açıkta kalırdı. Sahabenin biri, hanımına zıhar yapmıştı. Kadın yaşlıca idi. Küçük kız çocukları vardı. Çocukları kocasına bırakırsa perişan olacaklarından, kendisi alırsa aç kalacaklarından korkuyordu. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kocasını şikâyet etti. Kendisine zıharın ebedî ayrılığı gerektirdiği söylendi. Kadın kabullenmek istemedi. Tekrar tekrar ısrar ederek evliliğin bozulmamasını istiyordu. Umduğu cevabı alamadı. Üzüntülü ve perişan hâlde eve döndü. Ellerini açarak Allah-u Teâlâ’ya niyaz ve şikâyette bulundu. Nihayetinde bu ayet-i kerime indi: “İçinizde zıhar yapagelenlerin hanımları onların anaları değildir. Anaları kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe yok ki onlar, herhâlde çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar. Muhakkak Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.” (Mücadele, 2)


O devirde bütün yeryüzünde kadının pek değeri yoktu. Kolaylıkla sahip olunur, istendiğinde boşanırdı. Mal gibi alınıp satılabilirdi. Arap yarımadasına da nüfuz etmiş bu kötü davranış, daha da ileri boyutlara taşınmıştı. Kız çocuklarını sanki insan değillermiş gibi canlı canlı toprağa gömer, sonra da hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ederlerdi. Böyle bir ortam içinde, yaşlı, fakir, kimsesiz, aciz bir kadının hâlini ve yakarışlarını muhatap kabul eden bir kitabın İlâhî olduğuna dair başka bir delil, başka bir mucize aramaya ihtiyaç var mı? Akıl sahipleri için sadece bu ayet yeter de artar bile.

Kur’ân-ı Kerim’de özel olarak bahsi geçen kadınlar da vardır. Geçmiş ümmetlerden dört kadın… İkisi menfi, ikisi müspet olarak anlatılıyor.

“Allah (hakkı inkâr eden) kâfirlere Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal olarak gösterdi. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun (nikâhı) altında idiler. Böyle iken hainlik ettiler de o (iki eş) onları Allah(’ın azabın)dan hiçbir şeyle kurtaramadılar. O (iki kadına), ‘Ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi.” (Tahrim, 10)

Kocaları peygamber olduğu hâlde iman etmemiş, Cehennem’e müstahak olmuşlardı. İki imanlı kadın ise, Firavun’un eşi Asiye Hanım ile Îsâ’nın (aleyhisselâm) annesi Meryem’dir. Firavun imanından dolayı eşini elleri ve ayaklarından dört kazığa bağlamış, göğsüne de büyükçe bir taş koydurmuştu. Kavurucu güneş altında bıraktılar: “Allah iman edenlere de Firavun’un karısını bir misal getirmiştir. O vakit (işkenceyle güneş altında bırakılan bu kadın), ‘Ey Rabbim! Bana nezdinde, Cennet’in içinde bir ev yap. Beni o zalimler güruhundan selâmete çıkar’ demişti.” (Tahrim, 11)

Îsâ’nın (aleyhisselâm) annesi de çok çile çekti. Yahudiler iftira attılar, dışladılar: “Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmran kızı Meryem’i de (Allah bir misal olarak verdi). Biz bundan dolayı ona Ruhumuzdan üfürdük. O Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. (Rabbine) itaat(te sebat) edenlerdendi o.” (Tahrim, 12)

Sırat-ı müstakimdekilere selâm olsun! (Devam edecek...)