
İNSANOĞLU, tekerleğin icadından
itibaren ilim ve teknikte hayli yol kat etti. Hamamda keselenirken suyun
kaldırma kuvvetini fark etti ve heyecanlanıp üryan bir şekilde dışarı fırladı.
Bir yandan bağırıyordu: “Evreka! Evreka!”
Ağacın
altında oturmuş, manzarayı seyre dalmıştı. Yukarıdan elma düşüp de kafasına
dank edince yerçekiminin gücüne şahit oldu. Ampulü keşfedince geceyi gündüze
benzetti. Kaynayan tencerede buhar, kapağı hop hop hoplatıyordu. Önce balonu
yaptı, atmosfere yükseldi, sonra da gemileri sularda yelkensiz dolaştırdı. Rutherford
deneyi ile maddenin “atom” adı verilen küçük birimlerden teşekkül ettiğini
buldu. “Atom, elementin özelliğini taşıyan, parçalanmayan en küçük parçası”
dedi ama çok geçmeden onun da daha küçük parçalardan meydana geldiğini anladı.
Bu parçalanmadan elde ettiği enerji ile Hiroşima ve Nagazaki’yi cehenneme
çevirdi.
Bilgisayarın
keşfi yepyeni ufuklar açtı insanoğluna. Nano-teknolojiden uzay seyahatlerine
kadar akıl almaz çalışmalar yaptı. Kısa zamanda çok şeyler öğrenmişti ama en
son öğrendiği çarpıcı gerçek, bilmediklerinin yanında bildiklerinin yok
mertebesinde olduğuydu. İlmin ne başı vardı, ne de sonu. İlim sonsuzdu!
Kandan
ve ettendi insan. Beş duyusu vardı ama sınırlıydı. Peki, sınırdan öte ne vardı?
Tutmadıklarının ve görmediklerinin ardındakileri nasıl bilecekti? Ki bunlar
insanı en fazla alâka eden hakikat ise? Bir şeyler hissediyor fakat oraya
ulaşamıyordu. Her şeyi yaratan ve her şeyi bilen, Rahmân ve Rahîm Allah-u Teâlâ,
nurlu bir gecede elçisini, Hira dağındaki Elçisine gönderdi. Ve O’nu tuttu,
kucakladı ve seslendi:
“Oku!
Yaratan Rabbinin adıyla…
O
insanı bir kan pıhtısından yarattı.
Oku!
Rabbin (sonsuz) kerem sahibidir.
O
ki, kalemle (yazmayı) öğretendir.
O,
insana bilmediği (şeyleri) öğretti.”
Beşer
ilmindeki artışlar ve büyüme yalnızca kendi gayretleri ve sonucu değildir.
Çünkü her şeyi yaratan, Allah-u Teâlâ’dır. Eğer O irade etmezse hiçbir şey
meydana gelmez. İkincisi, masivadaki bütün varlıklar ilimlerini Allah-u Teâlâ’dan
alır. O’nun ilmi ise ezelî ve ebedîdir.
Bir
fen adamı bir keşif veya icat yaparsa bu, Allah-u Teâlâ’nın ilmi sayesindedir.
Çünkü olmayan bir şeyi bulmuyor ya da icat etmiyor. Olması mümkün olanı açığa
çıkarıyor. Mucit der ki, “Aklıma bir fikir/his/ilham geldi”. Bütün bunların
hepsi Allah’tandır. İsteyen, duâ eden karşılığını alır. Azmetmek, çalışmak,
(deney) tecrübe etmek duâ mesabesindedir. Her kim olursa karşılığını alır.
Ateist olsa bile, ilmi isteyen, hissesi kadar ondan pay almaktadır.
Edison
(1847-1931) ampulü keşfetmeden önce elektrik enerjisi biliniyordu. Şöyle bir
ilham aldı: “Belli gaz karışımı içinde bulunan bir telden elektrik akımı
geçirirsem, akkor hâle gelip ışık verir mi?” Başladı deney yapmaya. İçinde
telin bulunduğu cam fanus içinde değişik oranlarda gaz karışımı doldurarak
gözlemeye başladı. On bin deney yaptı fakat istenen neticeyi elde edemedi.
Yakınları, “Bu kadar uğraştın, sonuç çıkmadı, bırak artık” dediler. “Öyle değil”
dedi Edison, “Ben bu on bin deneyden bir şey öğrendim”. Ne öğrendin? “Aradığım,
bu on bin deneyin içinde yoktur!” Bu azimle çalışmalarına devam etti ve bir gün
ampul ışımaya başladı. Duâ mesabesinde olan çalışma ile on bin deneyden sonra
arzusu kabul olundu. Halis bir Müslüman çalışsa idi, belki 500 deneyden sonra
netice hâsıl olabilecekti.
İmam-ı
Rabbanî El-Müceddid-i Elf-i Sâni Şeyh Ahmed-i Fârukiyyi’s-Serhendî’nin (kuddise
sirruh) üstadı Muhammed Bâki’nin (kuddise sirruh) oğullarına yazmış olduğu
mektupta, itikada dair mühim bilgiler verirken, “İlim” sıfatı hakkında da izah
buyurmaktadır:
“İmanın
şartı altıdır: Birincisi, Allah-u Teâlâ’ya inanmaktır. Allah-u Teâlâ, Kendi Zâtı
ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuştur. Kendisi ve
sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. (Yani hiçbir şey, hiçbir bakımdan Allah-u
Teâlâ’ya benzemez.) Varlıkta şeriki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan
benzeri yoktur. Benzerlik yalnız isimde ve kelimelerdedir. O’nun sıfatları da,
işleri de Kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına,
işlerine hiç benzemez ve uymaz.
O’nun
sekiz sıfatı vardır. Bunlara ‘sıfat-ı sübütiyye’ denir. Bunlardan biri, İlim
sıfatıdır yani Allah-u Teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da Kendi gibi kadimdir. Yani
sonradan olma değildir. Hep vardı ve basit (yani bir hâldedir; hiç değişmez,
bölünmez ve çoğalmaz). Bildiği şeyler değişmekte, her değişmeyi bilmektedir. Fakat
ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. (Geçmişteki
sonsuzdan gelecekteki sonsuza kadar yani ezelden ebede kadar her şeyi, her
değişmeyi, yalnız bir biliş ile bilmektedir. Yani bu sonsuz zamanlarda olan her
şeyi) birbirine benzeyen ve benzemeyen hâlleri ile hem büyüklüklerini, hem en
ufak zerrelerini, her birini kendi zamanında olarak bir anda bilmektedir.
Meselâ
bir kimsenin hem varlığı, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini,
çocukluğunu, gençliğini, ihtiyarlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakta,
oturmakta, dayanmakta, yatmakta, gülmekte, ağlamakta, neşe ve lezzette ve
mahşer yerinde ve meselâ Cennet’te nimetler içinde olduğunu, hep bir anda ve
bir hâlde bilmektedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir
değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemanın da değişmesi olur. Hâlbuki orada,
ezelden ebede kadar parçalanamayan bir an vardır. Daha doğrusu, Allah-u Teâlâ
zemanlı değildir. Öncelik ve sonralık yoktur. İlmi her şeye yetişir dersek, her
şey bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve
bir bağlantı da aklın eremeyeceği bir bağlanmaktır.
Bunu
akla anlatabilmek için şu misali uygun buluyorum: İnsan, bir kelimenin çeşitli
hâllerini, birbirine benzemeyen şekillerini bir anda düşünebilir. Bir kelimeyi
bir an içinde, hem ism, hem fi’l, hem harflerin kümesi, hem madi, hem müstakbel,
hem emr, hem men’, hem edatlı, hem edatsız, hem müsbet, hem menfi bilebilir. ‘Çeşitli
şekilleri bir anda, kelimede ayrı ayrı görüyorum’ diyebilir. Bir insanın
ilminde, hatta görmesinde, ters ve çeşitli hâlleri bir araya toplaması mümkün
olunca, Allah-u Teâlâ’nın ilminde neden mümkün olmasın? Hem de O’nun ilminde
iki zıddın bir arada bulunması görünüştedir. Yoksa orada zıtlık yoktur. Meselâ
bir kimseyi bir anda hem var, hem yok bilir. Fakat yine o anda onun varlığını,
meselâ Hicret’ten bin sene sonra ve birinci yokluğunu, bu varlıktan evvel,
ikinci yokluğunu da meselâ varlığından yüz sene sonra olarak bilmiştir. O hâlde,
arada zıtlık yoktur. Zira varlığın ve yokluğun zemanları başkadır. İşte Allah-u
Teâlâ, ayrı ayrı, başka başka, zerreleri bir anda biliyorsa da ilminde değişmek
olmuyor.
Felsefecilerin
zannettiği gibi, ‘İlm’ sıfatında sonradan bir şey hâsıl olmuyor. Çünkü bir
şeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki ilimde
değişiklik olsun. Her şeyi bir anda bildiğinden, ilminde değişiklik ve yenilik hâsıl
olmaz. O hâlde, ‘İlmde değişiklik olmadığını anlatmak için ilm, eşyaya, çeşitli
bağlantılarla bağlanmıştır’ demek ve bunların değiştiğini söylemek lüzumsuzdur.
Nitekim felsefecileri susturmak için bazı büyüklerimiz böyle söylemiştir. Bu
bağlantıların eşyaya bağlanmasında değişiklik olur denirse, yerinde olur.”
Âlemleri
fizik ve fizikötesi olmak üzere iki kısma ayırırsak, fizik âlemlerdeki
bilgiler, masivadaki canlıların, hayat tecrübelerinin üst üste eklenmesidir.
Vahy ise fizikötesinden fizik âleme inzal olmuş bilgilerdir. Sonsuz ilim sahibi
Allah-u Teâlâ’nın kullarına ikramıdır. Mutlak doğrudur, kesindir. Yanlış olduğu
anlaşılan bilgiler varsa bu iki sebepten kaynaklanmaktadır. Ya ayet yanlış
yorumlanmış ya da insan müdahalesiyle değiştirilmiştir. Bu değişiklik bazen
nefsî insan düşüncesi olarak tamamen kendini belli eder.
Deistler
diyorlar ki, “Vahiyler madem tek bir kanaldan indiriliyor, o hâlde kutsal
metinler (ayetler) arasındaki farklılık neden?”. İşte yukarıda tam da bunu izah
etmeye çalışıyorduk. Ayet sanılan bu metinler ayet değil, insan mahsulü
hezeyanlar. Zaten değiştirme ve bozulma olmasa art arda peygamberler ve
vahiyler gelmezdi.
Daha iyi anlaşılabilmesi için kitaplar üzerinden misal verelim. Mevzumuz yani bu ay ele alınan mevzu, “aile ve kadın”…
Cennet’e girmek için erkek ve kadın olmanın bir farkı yok. Önemli olan, kişinin mümin ve iyi amel sahibi olmasıdır.
Aile
mefhumu
Bir
milleti teşkil eden en küçük birim, ailedir. Nasıl ki insan vücudu hücrelerin
yan yana bir araya gelmesinden meydana geliyorsa, ailelerin yekûnu da cemiyeti
oluşturuyor. Sağlam ve sıhhatli ailelerden müteşekkil olan milletlerde “sosyal
dinamikler” yerli yerinde işler. Aksi ise meseleleri (problemleri) karmaşa ve
çatışmaları beraberinde getirir. Bu bakımdan “aile yapısı” çok önemlidir. Bu
hususa dikkat eden devletler gelişir, büyür ve zenginleşirler.
Ailenin
iki temel elemanı anne ve babadır. Bir hadîs-i şerifte “iki yarım halka” olarak
vasıflandırılmıştır. Birleştiğinde tam bir daire meydana geliyor. Yarım
halkalardan birini yok farz ederseniz, aile mefhumundan söz edemezsiniz. Peki,
tatbikatta böyle mi oldu?
Geçmişte,
bilhassa Orta Çağ’da Avrupa’da kadın ikinci sınıfa itilmiş, çoğu kez de yok farz
edilmiştir. Bunun dayanağı Eski ve Yeni Ahit’teki “kadına dair hükümler”de
görülmektedir.
“Ve
Âdem dedi: ‘Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim.’ Ve Rab Tanrı
kadına dedi: ‘Bu yaptığın nedir?’” (Tevrat-Tekvin 12,13)”
“Önce
Âdem, sonra Havva yaratıldı ve Âdem aldanmadı, fakat aldanarak suça düştü.”
(İncil-Timateos’a 1. Mektup, 13-14)
Daha
ilk ailede kadın, suçlu durumdadır. “Âdem aldanmamış, Havva aldanmıştır”
deniyor. Madem Âdem aldanmadı da yasak olanı neden yedi? Suç neden kadıncağızın
üstüne kaldı? Mantıksız! Hüküm kendi içinde tezat (zıt) teşkil ediyor.
Kur’ân-ı
Kerim’de ise sonuç daha farklı: “Andolsun Biz, bundan evvel Âdem’e de vahy (ve
emir) etmişizdir (‘Ağaçtan yeme’ diye). Fakat unuttu o. Biz onda bir azim
bulmadık.” (Ta-Ha, 115)
Görüldüğü
gibi hatada doğrudan Âdem’e isnat var. Çünkü ilk insan o ve aile reisi
konumunda.
Muharref
İncil’de, kadının bilgi sahibi olmasına, bildiğini açıklamasına, konuşmasına
müsaade de yok: “Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hâkim olmasına izin
vermem, ancak sükûtta (sesini çıkarmamış) olsun.” (İncil-Timateos’a 1. Mektup,
2-12)
“Kiliselerde
kadınlar sükût etsinler, çünkü onlara söylemek için izin yoktur. Ve eğer bir
şey öğrenmek isterlerse, evde kendi kocalarına sorsunlar; çünkü kadına kilisede
söylemek ayıptır.” (Korintoslulara 1. Mektup 14, 34-35)”
Bırakınız
kadının ilim sahibi olmasını, bir şeyler öğrenmek için sual sormasına bile
tahammül yok. En makbul kadın, dilsizmiş gibi sükût eden, sesini çıkarmayan
kadın. Ama illâ bir şeyler öğrenmek isterlerse bir bilene değil, evde
kocalarına sormaları isteniyor. İpin ucunu kocalarına uzatmaları lâzım.
Kocaları da aptal değil ya, ipi istedikleri yöne çekip durmasınlar!
Kadının
sadece konuşmasına değil, kendisini birinci derece alâkadar eden hâdiselerde
bile davranış tercihinden ve istikbâli için karar verme hakkından da mahrum
tutulmaktadır.
“Adamlar
birbiri ile kavga ederken birinin karısı yaklaşıp kocasını dövenin elinden onu
kurtarmak için elini uzatır ve onu utanılacak yerlerinden tutarsa, o zaman
kadının elini keseceksin, gözün ona acımayacaktır.” (Tevrat, Tesniye, 11-12)
“Eğer
kardeşler birlikte otururlarsa ve onlardan biri ölürse ve onun oğlu yok ise,
ölenin karısı dışarıda yabancı bir adama varmayacaktır; kocasının kardeşi ona
yaklaşacak ve kendisine karı olmak için onu alacak.” (Tevrat, Tesniye, 5)
Kadın
bir insan değil, âdeta canlı bir robot mevkiine getirilmiştir. Hatta daha ileri
gidilerek bir mal gibi alınır satılır durumdadır.
“Eğer
bir adam kızını cariye olarak satarsa, kız, erkek köleler gibi özgür
bırakılmayacak. Efendisi kızla nişanlanır, sonra kızdan hoşlanmazsa, kızın geri
alınmasına izin verilmelidir. Kızı aldattığı için onu yabancılara satamaz.”
(Tevrat-Çıkış 21, 7-8)
İlk
kadın Havva’dan itibaren kadının suçlu ve günahkâr olarak kabul edilmesi, aile
ve cemiyet içindeki değerinin “yok” hükmünde olmasına yol açmıştır. Kadın yok
farz edilince, aile dolayısıyla evlilik müessesesi de ortadan kalkıyor.
Bekârlık, meşru ve değerli, hatta kutsal hâle geliyor.
“Fakat
evlenmemişlere ve dul kadınlara diyorum ki, ‘Benim gibi (bekâr) kalsalar onlar
için iyidir’.” (İncil-Korintoslulara 1. Mektup 7,8)
“Kadınlarla
lekelenmemiş olan bunlardır. (Cennete doğrudan girerler,) çünkü masumdurlar.
Bunlar kuzu (Hazreti Îsâ) nereye giderse ardınca gidenlerdir.” (İncil-Vahiy
14,4)
Evliliğin
lekelenmişlik olarak vasfedilmesi çok ibretamiz bir husus. O hâlde kişi ne
yapacak? Lekelenmemek için aile kurmaktan uzak olacak. Hatta daha da ileri
gidebilir. Nefsine aldanıp lekelenebilme ihtimâline karşılık, cinsiyetini
köreltme cihetine gitmelidir. Yani hadım olmalıdır.
“Îsâ
onlara dedi: ‘Bütün adamlar bu sözü kabul edemez, ancak kendilerine verilmiş
olanlar kabul edebilir. Çünkü anadan doğma hadım vardır ve insanlar tarafından
yapılmış hadım vardır. Göklerin melekûtu uğrunda kendilerini hadım edenler de
vardır. Bunu kabul edebilen etsin.’” (İncil, Matta 19, 11-12)
Allah-u
Teâlâ insanları erkek ve dişi vasıtasıyla yaratmaktadır. Dişi tarafı yok olarak
değerlendirmek Sünnetullah’a aykırıdır. İnsan neslinin devamını engellemektir.
Peygamberimiz (sallallah-u aleyhi ve sellem) evlenip çoğalmamızı buyurmaktadır.
Hiçbir peygamber Vahye aykırı hareket edemez. O hâlde kadını dışlayan,
bekârlığı metheden metinler, kitaplara nasıl girdi? Burada açık olarak insan
müdahalesinin eseri görülmektedir.
İsevîlerin ilk çıkışlarında çoğalıp büyümemelerini kim istemez? Tabiî ki düşmanları… Îsâ’dan (aleyhisselâm) önce gelen peygamberler onun geleceğini haber vermişlerdi. Yahudiler bekliyorlardı. Roma İmparatorluğu bütün Akdeniz bölgesinde olduğu gibi Filistin’i de işgal altına almıştı. Kudüs’te Yahudi Kralı Herod vardı fakat Roma valisi tarafından yönetiliyordu. Yahudiler beklenen peygamberin kılıcı eline alıp Romalılarla savaşarak kendilerini kurtaracağını ümit ediyorlardı. Îsâ’nın (aleyhisselâm) gelip de insanlara sulhu, sevgiyi, merhameti ve iyi muameleyi telkin etmesi sürpriz oldu. Hele hahamların Tevrat’ın hükümlerine uymadıklarını, dinî referanslarla halkı soyduklarını söylemesi büyük tepkiye yol açtı. İnzal olunan (İncil) yeni vahiyleri tebliğ etmesini hiç hoş karşılamadılar. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) dinini bozmak isteyen yalancı biri olduğunu iddia ettiler. Karşı çıkarak taarruza başladılar.
Îsâ’dan
(aleyhisselâm) önce İsrailoğulları içinde bazı bozuk fırkalar türemişti. Bunlar
yeniden diriliş ve Âdem’in (aleyhisselâm) yaratılışı hakkında bozuk fikirlere
sahip olmuşlardı. Noksanlıklardan münezzeh olan ve her şeye gücü yeten Allah-u
Teâlâ, kudretinin bir nişanesi olarak Hazreti Meryem’i vasıta kılarak Îsâ’yı (aleyhisselâm)
babasız olarak yeryüzüne teşrif ettirdi. Hahamlar bunu fırsat bilerek Hazreti
Meryem’e ve onun hocası olan Zekeriya’ya (aleyhisselâm) iftira attılar. Îsâ’nın
(aleyhisselâm) çamurdan kuş şekli yapıp duâ ile canlandırması, körlerin gözünü
açması, kötürüm hastaları ayağa kaldırması gibi mucizelere rağmen imana
gelmediler. Her peygambere yapıldığı gibi sihirbaz, büyücü şeklinde iftiralarda
bulunuldu. Her şeye rağmen Îsâ’nın (aleyhisselâm) tebliğine engel
olamadıklarını görünce Roma valisine giderek halkı devlet aleyhine
kışkırttığını söyleyip şikâyet ettiler. Kral Herod’a da baskı yaptılar.
Tahtının devrileceğinden korkan Kral, onlara uymak zorunda kaldı. Neticede
cemiyet içinde nifak çıkarmak, halkı devlete isyana teşvik etmek suçlamasıyla
idamına hüküm verildi.
Hahamlar
adamlarını Îsâ’nın (aleyhisselâm) peşine taktırarak tebliğinin halk arasında
itibar görmesini engellemeye çalışıyorlardı. İftiralarla küçük düşürmeye
uğraştılar. Îsâ (aleyhisselâm) bir grup imanlıyla özel olarak alâkadar oluyor,
onlara gelen vahiyleri aktarmaya çalışıyordu. Bunlara sonradan “havari”
denilecekti. İçlerinde casus Yahuda da vardı.
Peygambere
verilen idam hükmünün tatbiki için görevliler (onu) aramaya başladılar. Hain
Yahuda, askerlere gidip yerini bildiğini söyledi. Önlerine düşerek Îsâ’nın (aleyhisselâm)
kaldığı yere geldiler. Önce Yahuda içeri girdi ve içeride olduğuna dair
askerlere gelmeleri için işaret verdi. Allah-u Teâlâ durumu Îsâ’ya (aleyhisselâm)
bildirdi ve göğe kaldırarak zalimlerin yakalamasına fırsat vermedi. Askerler
içeri girince Yahuda’dan başka kimseyi görmediler. Ve Yahuda ceza olarak Îsâ’ya
(aleyhisselâm) benzetilmişti. Onu yakalayarak eziyetle hapishaneye götürdüler.
Yahuda ne kadar Îsâ olmadığını anlatmaya çalıştıysa da muvaffak olamadı. Zira
kumandana kesin olarak yakalanması emredilmişti. Ve elde ondan başka da kimse
yoktu.
İşkence
ederek itiraf ettirmeye çalıştılar. O kadar eziyet ettiler ki sonunda Yahuda
dayanamayarak kabul etmek zorunda kaldı. Bu sefer de uğraştırdığı için hakarete
ve dayağa maruz kaldı. Çok tanrılı Roma inancında bazı kimselerin yarı insan-yarı
tanrı olduğuna dair inanışlar vardı. Meşhur pehlivan “Herkül” bunlardan
biridir. Pagan Roma dini böyle mitolojik birçok şahsiyetler doludur. Ağır
işkenceler altında bunalan Yahuda da askerleri etkileyerek durdurabilmek için
“Tanrı’nın oğlu olduğuna dair” birtakım saçmalıklar sarf etmiş olabilir. Bunlar
daha sonra bazılarınca delil olarak kullanılabilecektir.
Hüküm
infaz edildi ve Yahuda çarmıha gerilerek can verdi. Askerler valiye Îsâ’nın
infaz edildiğini bildirdiler. Halk da tabiî olarak Îsâ’nın (aleyhisselâm)
öldürüldüğünü sandı. Bu yanlış inanış, günümüzde müntesiplerince
sürdürülmektedir.
Îsâ’dan
(aleyhisselâm) sonra
Îsâ’nın
(aleyhisselâm) göğe kaldırılmasından sonra on bir havari, imanı yaymak için çok
mücadele etti. Kudüs ve havalesinde, yakın ve uzak memleketlerde vaaz ve
nasihatlerle insanlar imana davet edildi. Hahamlar ise bu yeni inanışa karşı menfi
propagandalar yapıyorlardı. İsevî olanların dinden çıktığına karar verilir,
hemen cezalandırırlardı. Yine de çoğalmalarına engel olamıyorlardı. Hahamların
ileri gelenlerinden Paul, Îsâ’ya (aleyhisselâm) inananları vazgeçirmek için çok
çaba sarf etti. Mal ve para ile satın almaya, dövmeye, öldürmeye vardırdığı
işkencelere rağmen mani olunamayacağını anlayınca taktik değiştirdi. Kendisinin
de İsevî olduğunu ilân etti. “Îsâ, Tanrı’nın oğludur. İspatı da babasının
olmadan doğmasıdır. Îsâ bana göründü. Bana dini yaymam için görev verdi” dedi.
Uyanık adam, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Tanrı olduğunu söyleyerek kendisini
peygamber mevkiine koyuyordu. Peygamberler günahsız olduklarına, Tanrı’dan
aldıkları emri yerine getirdiklerine göre, halkın da ona uyması, dediklerini
kabul etmesi gerekecekti. Böylelikle Îsâ’nın (aleyhisselâm) yaymaya çalıştığı
iman akidelerini rahatlıkla bozabilecekti.
Nitekim
öyle oldu. Paul, (eşi ve benzeri olmayan) Samed ve (sıfat ve isimleriyle) Ehad
olan Allah-u Teâlâ yerine teslisi ortaya attı. “Beni ve sizi yaratan Rabbinize
kulluk edin” diyen Îsâ’nın (aleyhisselâm) iman akidelerini ifsad etti, bozdu.
Beri yandan İsevîlerin çoğalmalarını engellemek için yeni çareler icat etti. Âdem’i
(aleyhisselâm) yoldan çıkaran Havva’dan itibaren kadın cinsinin günahkâr olduğunu,
şeytanın aleti olduğunu, kadınlardan uzak durmak gerektiğini, dolayısıyla
evlilik müessesinden uzak durulması lâzım geldiğini, bekârlığın makbul ve
cennetlik olduğunu, akla ve insan tabiatına aykırı kurallar olarak ortaya attı.
Güya peygamber olduğu için bütün bunlar kutsal metinler (İncil) arasına
sokuşturularak ayet süsü veriliyordu. Böylelikle kadınların aşağılandığı bir
inançtan kadınlar uzaklaşacak, hem de kadın cinsini günahkâr, sapkın addeden
erkekler onlardan uzak durmaya çalışacaklardı.
Sinsi
plân başarılı oldu. Rahiplerin ve rahibelerin evlenmesi yasaklandı. Evlilik
müessesine uzun müddet iyi gözle bakılmadı. Yaratılışa aykırı hareket, aks-ü
amel doğurur. Din adamları ve halk arasında eşcinsellik vakaları artış
gösterdi. Papalığın bütün gayretlerine rağmen eşcinsellik vakaları gizlenemedi,
kamuoyuna yansıyan adlî dâvâlarda günbegün artışlar görüldü.
Îsâ (aleyhisselâm) otuz yaşında resul olmuş, otuz üç yaşında göğe kaldırılmıştır. Bundan seksen sene sonra yazılan İncillerin tahribata uğradığı görülmektedir. Çünkü bin küsur adet değişik İncil’in ortada dolaşması kafaları karıştırdığından, Doğu Roma İmparatoru Konstantin, Milâdî 325 senesinde İznik’te (konsil) toplantı tertipleterek sayısını dörde indirmiştir. Teslis inancının yanlış olduğunu söyleyen Antakya Piskoposu Lucian, 312’de öldürülmüştür. İznik’teki konsilde Rahip Arius, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah-u Teâlâ’nın kulu ve peygamberi olduğunu bildirmişse de kabul edilmeyerek aforoz edilmiştir. Arius, Mısır’a kaçarak canını kurtarabilmiştir.
Hahamların Tevrat’ın hükümlerine uymadıklarını, dinî referanslarla halkı soyduklarını söylemesi büyük tepkiye yol açtı. İnzal olunan (İncil) yeni vahiyleri tebliğ etmesini hiç hoş karşılamadılar. Mûsâ’nın (aleyhisselâm) dinini bozmak isteyen yalancı biri olduğunu iddia ettiler.
İsevîliği
tahribata uğratarak aslından uzaklaştıran Yahudi din adamlarının benzer
gayretlerini İslâmiyet’in doğuşunda da görüyoruz. Halife Ömer (radiyallahu anh)
devrinde, İran dâhil, Anadolu’ya kadar Ön Asya ve Afrika’ya kadar büyüyen İslâm
Devleti’nde çeşitli renk ve dilde yerli halk, Müslümanlığı kabul ediyordu. İslâm
düşmanları da boş durmadılar. Osman’ın (radıyallahu anh) şehit edilmesinin
ardından iktidar idaresinin şekli açısından Müslümanlar ikiye ayrılmışlardı.
Her iki gruba (münafık) adamlarını sokarak ifsada başladılar. Cemel Vakası’nda
ve Sıffın’da iki grup Müslüman anlaşma aşamasındayken, adamlarını harekete geçirerek
karşılıklı saldırttılar. Her iki taraf, “Karşımızdakiler bize saldırdı” zannederek
ister istemez savaşa devam ettiler. Binlerce Müslümanın kanı döküldü.
Hak
düşmanları Îsâ’ya (aleyhisselâm) yaptıkları gibi Ali’ye (radıyallahu anh) de
iftira atarak Tanrı olduğunu söylediler ve yaydılar. Hazreti Ali bunlarla çok
mücadele etti. Dinletemedi. Ölüm cezası vererek engel olmaya çalıştı. Yine de
baş edemedi. Çünkü münafıkların amacı, Müslümanları parçalamak ve yok etmekti.
Bugün Şiiliğin bazı kolları bu iddialarını sürdürmektedirler.
Kur’ân-ı
Kerim’de kadın
Eski
ve Yeni Ahit’teki tahribat ve müdahaleyi gördükten sonra şimdi de Son Vahiy
kitabının aile ve kadın hakkında bildirdiklerine bakalım...
“Ey
insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yine onun eşini vücuda getiren
ve ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbiniz(e karşı gelmek)ten
çekinin.” (Nisâ, 1)
Kadınlarla
alâkalı hükümler bulunan bu sureye “Nisâ (kadın) Sûresi” adı verilmiştir ki bu,
İslâm’ın kadınlara verdiği önemi gösterir. Dişilere değer verilmeyen bir
cemiyette kadınların erkeklerle birlikte anılması manidardır. “Erkekleri
yaratan Rabbiniz kadınları da yaratmıştır. Bu hususu göz ardı ederek Rabbinize
karşı gelmeyin” ikazı yapılıyor.
Aynı
zamanda insanların bir candan (Âdem’den) yaratıldığı bilgisi var. Âdem’in
babası olduğu, aynı anda birçok âdemler bulunduğu gibi iddialarla milletin
kafasını karıştıran ilâhiyatçıların da kulakları çınlasın. Tefsire ve yoruma mahal
bırakmayacak tarzda açıktır bu ayet-i kerime.
Cahiliye
devrinde gerek Arap kavmi, gerekse diğer kavimlerde kadınlara değer verilmezdi.
Birbirleriyle kanlı olan kabileler kendilerine arka çıkacak erkek evlât sahibi
olmak isterlerdi. Kız çocuklarını lüzumsuz, masrafa tâbi yük olarak görürlerdi.
“Onlardan
birine kız (doğumu) müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak, yüzü simsiyah
kesilir. Verilen müjdenin tesiriyle kavimden gizlenir. Onu (doğanı) (sağ
bırakıp) hakaretle mi tutacak, yoksa onu toprağa mı gömecek, (kendi kendine
düşünür). Bak hükmede geldikleri (bu) şey ne kötüdür!” (Nahl, 58-59)
Kız
çocuğu doğunca öfkeleniyor. Kime? Karısına… “Niye kız doğurdun?” diye… Hâlbuki
kadıncağızın bunda ne suçu var? Bir de “Kız çocuğu oldu” diyecekler diye
utanıyor. Düşünüyor: “Çocuğu etraftan gizleyip ‘Hizmetçimdir, kölemdir’
şeklinde mi yetiştireyim, yoksa toprağa gömüp kestirmeden mi hâlledeyim?” Allah-u
Teâlâ, onların bu düşünce tarzının ne kadar kötü olduğunu açıkça vurguluyor.
Diğer
bir gömme nedeni de fakirlik korkusudur. Çöl ikliminde geçim zordur. Uzak mahallere
ticaret için gidip gelmek ya da hayvanları vahalar arası otlatmak gibi zor
işlerde güçlü erkek olmak lâzım. Dolayısıyla kız çocukları gıda tüketen ağız
olarak telâkki ediliyor. Bu yanlış ve çirkin âdete, örfe karşı emir kesindir: “Evlatlarınızı
fakirlik korkusuyla öldürmeyin. Onları da, sizi de Biz rızıklandırırız.
Hakikat, onları öldürmek büyük bir suçtur.” (İsra, 31)
Bu
fiilin ne kadar kötü, ne kadar büyük bir suç olduğunu Tekvir Sûresi’nde,
kıyamet sahnesinin dehşetli görüntüsü içinde sorgulanmasından anlıyoruz. Aman Ya
Rabbi!
“Güneş
dürül(üp söndürül)düğü zaman, yıldızlar (kararıp) düştüğü zaman, dağlar
(yeryüzünden koparılıp) yürütüldüğü zaman, gebe develer (başıboş) salıverildiği
zaman, vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman, denizler ateşlendiği zaman,
ruhlar çiftleştirildiği (bedenlere girip diriltildiği) zaman, diri diri gömülen
kızın hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman…” (Tekvir, 1-9)
Kur’ân-ı
Kerim’de, kız çocuklarını hakir görüp oğlanları tercih eden erkeklerle, akıl
yürütmedeki tutarsızlıklarını göstermekle beraber alay da edilmektedir. O zamanki
adamlar (günümüzde bazı dinler) melekleri, Allah’ın kızları olarak tarif
ediyorlardı: “Bir de onlar Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ, O(nun şanı) münezzehtir.
Kendilerinin candan isteyegeldikleri (oğlan çocuğuna gelince), bu da
onlarındır…” (Nahl, 57)
“Ya
Rabbiniz size oğulları beğenip seçti de kendisi meleklerden dişiler mi edindi?
Hakikaten siz büyük söz söylüyorsunuz.” (İsra, 40)
Kur’ân-ı
Kerim’de genel olarak erkek ve kadın birlikte anılmaktadır. Bu da her iki
cinsin yarım halka olduğu ve birbirini tamamlayarak bütünü teşkil ettiğini
gösterir: “Biz insana ana ve babasını tavsiye ettik. Onun anası kendisini zaaf
üstüne zaaf ile taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl (sürmüştür). Bana, ana
ve babana şükret. Dönüşün ancak Banadır.” (Lokman, 14)
Anneden,
babadan önce bahsediliyor. Çünkü hamilelikte, çocuğun yetişmesinde sıkıntı
çekmektedir. Ana hakkının babaya göre daha fazla olduğu anlaşılıyor: “Erkekten
veya kadından kim mümin olarak güzel işlerden (bir şey) yaparsa, işte onlar Cennet’e
girerler. Bir çekirdeğin çukurcuğu kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisâ,
124)
“Gerek erkekten, gerek kadından kim mümin olarak iyi amel ve harekette bulunursa, hiç şüphesiz onu çok güzel bir hayat yaşatırız ve (o gibilere) herhâlde yapageldiklerinin daha güzeliyle ecir veririz.” (Nahl, 97)
Cennet’e
girmek için erkek ve kadın olmanın bir farkı yok. Önemli olan, kişinin mümin
olması ve iyi amel sahibi olmasıdır. İyi amel ve hareketin neler olduğu, şu
ayet-i kerimede daha tafsilatlı anlatılmaktadır: “Şüphesiz ki (Allah’ın emrine) ram olan erkeklerle (Allah’ın
emrine) ram olan kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar, taate devam
eden erkeklerle taate devam eden kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar,
sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazı erkeklerle mütevazı kadınlar,
sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan
kadınlar, gizli yerlerini (haramdan) koruyan erkeklerle gizli yerlerini
(haramdan) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle (Allah’ı) çok
zikreden kadınlar, (işte) bunlar için Allah mağfiret ve büyük mükâfat
hazırlamıştır.” (Ahzab, 35)
Görüldüğü
gibi erkeklerden ne isteniyorsa, kadınlardan da aynısı isteniyor. Müşterek
hususlarda Allah-u Teâlâ’nın erkek olsun kadın olsun eşit tutup cins ayrımı
yapmadığını bu ayet-i kerime sarih bir şekilde göstermektedir.
“(Allah)
hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok
hayır verilmiştir. Salim akıl sahiplerinden başkası iyi düşünmez.” (Bakara, 269)
İnsan
olarak umuma hitap eden ayetlerde ise her iki cinse hisse var. Nimetin
dağılımında cinsiyetin bir özelliği yok. Esas olan, kul olarak iyi davranış
sergileyebilmektir. İslâm, erkek ve kadının birlikteki davranışına yani aile
hayatına da çok önem verir. Evlenmeyi teşvik eder, aile içinde eşlerin
birbirlerinin hak ve hukukunu korumalarını sağlık verir. Birbirlerine olan
faydalarına dair misaller verir: “Onlar (kadınlar) sizin için, siz de onlar
için birer elbisesiniz.” (Bakara, 187)
“İçinizden
bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden salih (mümin) olanları
evlendirin. Eğer fakir iseler Allah onları (evlenmeleri sayesinde) fazl-u
keremi ve sınırsız cömertliğiyle zengin yapar. Allah’ın lûtfu boldur, (O her
şeyi) hakkıyla bilendir.” (Nur, 32)
Halife
Ömer (radiyallahu anh), “Nikâhsız rızık arayanlara şaşarım” diyerek bu ayet-i
kerimeye işaret etmiştir. Demek ki evlilikte temizlik, sağlık ve bereket
vardır.
Aile
içindeki kadının hukukunu savunan ayetlerden biri de Mücadele Sûresi’nin ilk
ayetiyle başlıyor: “(Habibim!) Kocası hakkında Seninle mücadele edip duran,
(nihayet hâlinden) Allah’a da şikâyet etmekte olan(kadın)ın sözünü Allah
dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyla
işitici, kemâliyle görücüdür.” (Mücadele, 1)
Araplardaki cahiliye devrinin âdetlerinden biri de “zıhar” idi. Biri karısını boşamak istediği zaman zıhar yapar yani “Senin sırtın anamın sırtı gibi olsun” derdi. Böylelikle kadın ebediyen boşanmış olur, hiçbir hak elde edemez, açıkta kalırdı. Sahabenin biri, hanımına zıhar yapmıştı. Kadın yaşlıca idi. Küçük kız çocukları vardı. Çocukları kocasına bırakırsa perişan olacaklarından, kendisi alırsa aç kalacaklarından korkuyordu. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kocasını şikâyet etti. Kendisine zıharın ebedî ayrılığı gerektirdiği söylendi. Kadın kabullenmek istemedi. Tekrar tekrar ısrar ederek evliliğin bozulmamasını istiyordu. Umduğu cevabı alamadı. Üzüntülü ve perişan hâlde eve döndü. Ellerini açarak Allah-u Teâlâ’ya niyaz ve şikâyette bulundu. Nihayetinde bu ayet-i kerime indi: “İçinizde zıhar yapagelenlerin hanımları onların anaları değildir. Anaları kendilerini doğuranlardan başkası değildir. Şüphe yok ki onlar, herhâlde çirkin ve yalan bir lâf söylüyorlar. Muhakkak Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır.” (Mücadele, 2)
O
devirde bütün yeryüzünde kadının pek değeri yoktu. Kolaylıkla sahip olunur,
istendiğinde boşanırdı. Mal gibi alınıp satılabilirdi. Arap yarımadasına da
nüfuz etmiş bu kötü davranış, daha da ileri boyutlara taşınmıştı. Kız
çocuklarını sanki insan değillermiş gibi canlı canlı toprağa gömer, sonra da
hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ederlerdi. Böyle bir ortam içinde,
yaşlı, fakir, kimsesiz, aciz bir kadının hâlini ve yakarışlarını muhatap kabul
eden bir kitabın İlâhî olduğuna dair başka bir delil, başka bir mucize aramaya
ihtiyaç var mı? Akıl sahipleri için sadece bu ayet yeter de artar bile.
Kur’ân-ı
Kerim’de özel olarak bahsi geçen kadınlar da vardır. Geçmiş ümmetlerden dört
kadın… İkisi menfi, ikisi müspet olarak anlatılıyor.
“Allah
(hakkı inkâr eden) kâfirlere Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal olarak
gösterdi. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun (nikâhı) altında idiler. Böyle iken
hainlik ettiler de o (iki eş) onları Allah(’ın azabın)dan hiçbir şeyle
kurtaramadılar. O (iki kadına), ‘Ateşe girenlerle beraber siz de girin’ denildi.”
(Tahrim, 10)
Kocaları
peygamber olduğu hâlde iman etmemiş, Cehennem’e müstahak olmuşlardı. İki imanlı
kadın ise, Firavun’un eşi Asiye Hanım ile Îsâ’nın (aleyhisselâm) annesi
Meryem’dir. Firavun imanından dolayı eşini elleri ve ayaklarından dört kazığa
bağlamış, göğsüne de büyükçe bir taş koydurmuştu. Kavurucu güneş altında
bıraktılar: “Allah iman edenlere de Firavun’un karısını bir misal getirmiştir.
O vakit (işkenceyle güneş altında bırakılan bu kadın), ‘Ey Rabbim! Bana
nezdinde, Cennet’in içinde bir ev yap. Beni o zalimler güruhundan selâmete
çıkar’ demişti.” (Tahrim, 11)
Îsâ’nın
(aleyhisselâm) annesi de çok çile çekti. Yahudiler iftira attılar, dışladılar:
“Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmran kızı Meryem’i de (Allah bir
misal olarak verdi). Biz bundan dolayı ona Ruhumuzdan üfürdük. O Rabbinin
kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. (Rabbine) itaat(te sebat) edenlerdendi
o.” (Tahrim, 12)
Sırat-ı
müstakimdekilere selâm olsun! (Devam
edecek...)