
Vahy
AKIL ilimleri, insanın
beş duyusunu kullanarak (tetkik, tahkik, tespit) çalışmak suretiyle elde ettiği
bilgilerdir. Zamanın ilerlemesi, (araç ve gereçlerin) vasıtaların artması ve
inkişafı neticesi genişler, çoğalır. Bazen öyle olur ki, bildiğimizi zannettiğimiz
bir husus, ilmimizin çoğalmasıyla, iyi bilmediğimiz veya yanlış bildiğimiz
şekline döner. Bu yüzdendir ki, Alman âlim Heisenberg, “Fen ilminde ihtimâl
var, katiyet olmaz” demiştir. Zaman ilerlese de, ilmimiz ne kadar artarsa
artsın, bunun bir sınırı olacaktır. Çünkü ilmi değerlendiren beş duyumuz
sınırlıdır. Zeki insan, çok zeki ve bilgili insan, cahil bir insana nazaran
(çok üst kapasitede) üstün akla sahip ise de ilmi sınırlı kalır. En gelişmiş
bilgisayardan yararlansa da… Çünkü maddenin en bâriz vasfı, sınırlı olmasıdır.
Peki,
madde ötesi hakikatlere nasıl ulaşılacaktır? İşte burada devreye “vahy” girer.
“Vahy
bilgileri” mahlûk sahasına (masivaya) dışarıdan inzal olunmuşlardır. Sonsuz
(sınırsız) İlim Sahibi tarafından… Bu bakımdan mutlak doğrudurlar. Asla şüphe
edilemez.
Vahyin
beşeriyete tebliğinde yani sonsuz “Var”dan sonlu “var”a (masivaya) geçişte
birinci vasıta, bundan beşere intikalinde ikinci vasıta devreye girer: Melek ve
“kalp”…
Kalp
sahibi ise peygamberlerdir. Peygamberlere küfür, yalan, zina isnat edenler bu
iftiralarıyla kendi kişiliklerini yansıtmaktadırlar. Peygamberler masumdurlar. Çünkü
mahfuz olmuşlardır. Peygamberler çevrelerine tebliğ ederler. Son Peygamber’e
kadar yapılan tebliğler mevzi (bölgesel) olmuştur. Son Resul Muhammed’in (sallallahü
aleyhi vesellem) tebliği ise bütün yeryüzünü (arzı) kaplamaktadır ve son
olduğundan, kıyamete kadar hükmü câridir.
Vahiy
bilgilerine inanmaya ve gösterdiği şekilde yaşamaya “din” denilmektedir. Gökleri
ve yeri yani her şeyi yoktan Yaratan’a, eşi ve benzeri olmayana, her şeye gücü
yeten, sınırsız ilim sahibi Allah-u Teâlâ’ya imana ve gösterdiği yolda yürümeye
“din” denir. Din tekdir, selâmete (kurtuluşa) götüren yol anlamında adı “İslâm”dır.
Bütün peygamberler İslâm dininin elemanlarıdır.
“O
dini doğru tutun, onda ayrılığa düşmeyin diye (esası ve temeli olarak) dinden
hem Nuh’a tavsiye ettiğini, hem Sana vahyettiğimizi, hem İbrahim’e, Mûsâ’ya ve
Îsâ’ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat (yol) yaptı.” (Şûrâ, 13)
Bütün
peygamberler aynı yol üzerinde yürümüşler, aynı esasları tebliğ etmişlerdir.
Eğer bugün onlardan bize intikal ettiği söylenen bilgilerde farklılık ve ayrılık
varsa, bunun nedeni, maddî (dünyevî) arzular peşinde koşan (münafık
insanlardaki) “nefsin” müdahalesidir.
Bugün
elimizde vahiy bilgilerinin toplandığı ifade edilen üç kitap bulunmaktadır: Eski
Ahit (Tevrat), Yeni Ahit (İncil) ve Kur’ân-ı Kerîm.
Tevrat
mensupları diğer iki kitabı kabul etmezler. İncil’e inandığını söyleyenler,
Tevrat’a inanmakla birlikte İslâm’ı kabul etmemektedirler. Kur’ân-ı Kerim’de
ise Tevrat ve İncil’in vahyolunduğu, zamanla müntesipleri tarafından tahribata
uğradığı, bunların neler olduğu açıkça bildirilmektedir. Sırf bu hususiyeti
bile Kur’ân-ı Kerîm’in ilmi sonsuz olan Allah-u Teâlâ’dan inzal olduğunu
ispatlamaktadır.
Şimdi
muhtelif mevzulardaki farklılıkları, doğrusunu izah etmeye çalışalım…
Avrupa’da
insanların dinden uzaklaşarak deizme ve ateizme yönelmelerinin başlıca iki
sebebi vardır: (1) Din sınıfının (rahiplerin) halka yapmış oldukları baskı, işkence,
yakma gibi gayr-ı insanî davranışlar ve (2) Hıristiyanlık inancının ilme ve
akla aykırı vaazları…
Rahiplerin
zulümlerini birinci bölümde anlatmaya çalışmıştık. Burada daha ziyade ilme ve
akla aykırı olan hususları aktarmaya çalışacağız. Bundan en çok etkilenenler,
fen adamları ve âlimler olmuştur.
Arz’ın
şekli
İnsanoğlu
ilk çağlardan beri yeryüzünün şekli ve büyüklüğünü merak etmiştir. At ile
ulaşımın sınırlı olması, karanın bittiği yerde engin denizlerin bulunması,
görerek değil de hayâl ederek bir kanaat elde etme cihetine gidilmiştir. Bu
çaresiz durumda kutsal metinlere başvurularak bilgi edinilmek istenir. Kutsal
metinleri yorumlayan din adamlarının, fen bilgisinin ve aklî melekesinin
yeterli olup olmaması da son derece önemlidir. Şimdi ayetlere bakalım.
Tevrat’tan:
“Ağaç büyüdü ve gelişti ve boyu göklere erişti ve bütün yerin ucuna kadar
görülüyordu.” (Daniel 4,11)
Yer
dümdüz olarak kabul edildiğinde, çok büyük bir ağacın üstünden bakıldığında
yeryüzünün tamamının görüldüğü kabul ediliyor.
İncil’den:
“İblis, Îsâ’yı çok yüksek bir dağa götürdü ve ona arzın bütün ülkelerini ve
onların izzetini gösterdi.” (Matta)
Çok
yüksek bir dağ zirvesinden bakarsanız, bütün alanı görmek mümkün kabul
edilebilir. Fakat mevcut durum küre olduğundan, bir noktadan her yerin görülmesi
imkânsızdır. Bu ifadeleri kutsal metinlere sokuşturanların bilgisi diğer
çağdaşlar gibi çok alt düzeyde olduğundan, anlatılan mevzuları zenginleştirecekleri
zannıyla yapılan ilâveler büyük facialara yol açmıştır.
O
zaman Kilise, Batlamyus güneş sistemini kabul ediyordu. Buna göre yer dümdüz ve
sabitti. Güneş ve Ay’ın arzın etrafında döndüğü kabul edilmekteydi. Yerin küre
şeklinde olduğunu ve hareket ettiğini söylemek, kutsal metinleri reddetmekle eş
anlamlıydı. Böyle kâfirler yakılarak imha olunurdu. Nitekim Bruno da aynı akıbete
uğramıştı.
Kur’ân-ı
Kerîm’den: “Gökleri ve yeri hak olarak yarattı. O geceyi gündüzün üstüne
(bürüyüp) örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne (getirip) sarıyor. Güneş’i, Ay’ı
emre amâde kıldı. Her biri muayyen bir vakit için (seyir ve) cereyan
etmektedir. Gözünü aç, O, (emrinde) mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Zümer,
5)
Ayet-i kerîmede geçen “yükevviru”, “örter, sarar” kelimesi, Arapçada yuvarlak bir cismin herhangi bir şey ile sarılması olarak kullanılır. Sarma işlemi eğrisel, yuvarlak olduğundan, sarılan cisim yani yerin küre şeklinde olduğuna işaret vardır. Bu ayet-i kerîmede bundan başka teferruatlı başka bilgiler de vardır.
(Özetle:)
1-Gökler, yer (kâinat) belli bir nizam ve gaye ile yaratılmıştır./ 2-Güneş’le
Ay musahhar yani yerdekilerin istifadesine sunulmuştur. Yeryüzündeki her canlı Güneş
ve Ay’dan istifade eder./ 3-Güneş ve Ay ve diğer gökcisimleri hareket hâlindedirler.
Belirli yörüngeleri vardır./ 4-Güneş, Ay ve diğer gökcisimleri muayyen yani
belirli bir zaman için hareket ederler. Ömürleri vardır. Sonludurlar. (Fânidirler.)/
5-Bütün bu olup bitenlerden hisse al, gözünü aç, uyanık ol, istifade et!/ 6-Bütün
bu nimetlere rağmen nankörlük edilir, şükredilmezse, Allah-ü Teâlâ’nın yegâne
tek ilâh olduğu reddolunur ise, O, intikam alıcıdır, dikkat et! (Celaleyn
Tefsiri)/ 7-Gözünü aç; kâinattaki bu nizam ve intizam karşısında hisse alır, Rabbine
şükreder, günahlarından bağışlama dilenirsen, O çok bağışlayıcıdır, affedicidir.
Mevzu
ile alâkalı diğer bir ayet-i kerîme: “(O Allah ki) yeri sizin için bir beşik
yapmış, onda doğru gidesiniz diye yollar açmıştır.” (Zuhruf, 10)
1-Arz,
yaşamak için müsait bir yerdir. (Beyzavî, Medarik Tefsiri)/ 2-Beşik, bir
insanın bebeklik döneminde kaldığı yerdir. Sonra ayağa kalkar, daha büyük bir
yerde ikâmet eder. Arz,insanoğlunun dünya hayatında ilk geldiği mekândır. Belirli
bir süre kaldıktan sonra esas mekâna (ahiret hayatına) göç eder./ 3-Beşiğin
özelliği, sallanmasıdır. Sallanma belli bir periyotta olur. Yerde sabit olmayıp
hareket eder. Aynı periyodu tekrar eder. Yani (gece ve gündüz) bir günlük (24
saatlik) periyotla aynı hareket devam eder./ 4-Beşikte büyüyen bebek, ebeveynleri
tarafından gözetim altındadır. Yürümeye başladığında düşer, kalkar, devam eder.
Ebeveynleri bir kazaya uğramaması için dikkat eder. Elinden tutar. Doğru
yürütür.
Yerde
doğan insanoğlu, yetişip akil baliğ olunca, etrafındaki, kâinattaki harikulâde
nizamı görüp ibret alır. Bunların noksanlıklardan münezzeh, her şeye gücü yeten
bir kudret sahibi tarafından yaratıldığını anlar. Yaratıcı Allah-u Teâlâ, kuluna
ibret alması, doğru yolu bulması için peygamberler, âlimler yaratmış ve
vazifelendirmiştir. Ancak O’nun sayesinde kullar hak yolu bulur, hidayete
kavuşur.
Kur’ân-ı
Kerîm’de arzın küre şeklinde olduğu bilgisinin yanında bu kürenin düzgün
olmayıp kutuplardan basık olduğuna (elipsoid) ve arzın hareket ettiğine dair
bilgiler de vardır. Günümüz jeoloji ilmiyle tamamen uyumludur bu bilgi: “Sen
dağları görür, onları yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi
geçer gider. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, ne
yaparsanız hakkıyla haberdardır.” (Neml, 88)
Müfessirlerden Kadı Beyzâvî (Ö. 1286) bu âyeti tefsir ederken, “Dağlar görünüşte sabit zannedilir fakat arz hareketli olduğundan üzerinde bulunan dağlar da bulutların yer değiştirdiği gibi hareket ederler” şeklinde açıklamıştır. Bu ayet-i kerîmenin mucizevî bir hususiyeti de aynı zamanda arzın dönüş hareketinin istikametini bildirmesidir. Arz batıdan doğuya doğru dönmektedir. Atmosferin yüksek kısımlarındaki bulutlar da bu yönde yani batıdan doğuya doğru ilerlerler. Bulutların hareketinin misâl olarak verilmesi, dönüş istikametini bildirmektedir.
Kur’ân-ı
Kerim’de birçok ayet-i kerîme vardır ki dolaylı olarak arzın küreliğini haber
verir. Meselâ kıyametin kopuşunda insanların arz üzerindeki konumunu bildiren
Naziat (söküp alan) Sûresi’nin son ayeti şöyle: “Onlar bunu görecekleri gün
sanki (günün) bir akşamından yahut bir kuşluğundan başka durmamışlardır.”
Kıyamette
yüz yüze karşılaşan insanların bir kısmı akşam vaktinde, bir kısmı ise kuşluk
vaktinde olacaklardır. İki farklı vaktin (gece ve gündüz) aynı anda olması,
ancak arzın (elipsoid) küre şeklinde olmasıyla mümkündür.
Akla
şöyle bir soru gelebilir: Kur’ân-ı Kerîm’de fen bilgileri neden dolaylı olarak
bildirilmektedir?
Kur’ân-ı
Kerim, insanların hidayete ermesi için inzal olmuştur. İnsanın Yaratan’ına iman
etmesi, ortak koşmaması, Rabbini anması, nefsini terbiye edip doğru yolu
bulması için ikram olundu. Niçin yaratıldığı, kurtuluşa ermesi için nasıl
yaşaması gerektiği, ahiret hayatında olacaklar haber verilmektedir. Geçmiş ve
gelecekteki vakalar da bildiriliyor. Bunun yanında fenle alâkalı bilgiler de
ihtiva ediyor.
Kur’ân-ı
Kerîm evrenseldir. Kadir Gecesi’nden kıyamete kadar geçen zamanda, her asırda, her
nevi insanın inanması farz kılınmıştır. Son zamanlardaki insanların
anlayabileceği fen bilgileri açık olarak bildirilseydi, önceki insanların ilmi
ve aklı kifayet etmeyeceğinden kabul etmeleri imkânsız hâle gelirdi. Sonra
imanla alâkalı esas bilgilerden de şüphe duyar ve reddedebilirlerdi. Ayet-i kerîmelerin
inzalindeki amaç, insanoğlunu şaşırtmak değil, hidayete erdirmektir.
Bir misâl verelim. “Arz, küre şeklindedir” diye açık bildirilseydi, daha önce gelenler şu şekilde düşüneceklerdi: “Küre şeklinde yazıyor ama denizler, kürenin etrafında ve aşağısında nasıl duruyor? Aşağıya doğru kayar gider. Uzaya dökülür. Bu mantıksız bir bilgi. Demek ki içindeki diğer bildirilenler de asılsızdır…” Bunun içindir ki, “maddî ve manevî” bazı bilgiler dolaylı olarak bildirilmiştir. Onları ancak (Kur’ân-ı Kerîm âşığı) âlimler anlar.
“Sen dağları görür, onları yerinde durur sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi geçer gider. (Bu) her şeyi sapasağlam yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” (Neml, 88)
Geoid
yer
Arz’ın
yuvarlak yapısı, düzgün bir küre hacmini göstermiyor: “Bundan sonra da yeri
yayıp döşedi.” (Naziat, 30)
“Yayıp
döşemek” anlamına gelen “dehâ” lafz-ı şerifinin hususiyetlerini son
zamanlarımızın âlimlerinden Hasan Basri Efendi (Balıkesir 1887-İstanbul 1964),
5 Haziran 1948 tarihli Sebilürreşad mecmuasında şöyle yazıyor:
“‘Dehâ’
kelimesinde öyle bir temel mânâ vardır ki bugünkü ilmin ‘Arz tam bir küre değil,
bir katı nâkıs (elipsoid) şeklindedir’ nazariyesini de tamamen
desteklemektedir… Arap lügatlerinde görüyoruz ki, o kelimenin mekân ismi olan
‘medha yani deve kuşunun yumurtladığı yer’ bundan mekânlık alâmetini alınca,
aslı olan ‘dahv, dahy’ kalır ki onun mânâsının da deve kuşu yumurtası olacağı
tabiîdir. Nitekim bazı Arap memleketlerinde deve kuşu yumurtasına ‘dahıv’ adı
verilmektedir.
Ahteri
(adlı eser) sahibi Mustafa Bin Şemseddin, eserinin 380’inci sayfasında şöyle der:
‘Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek, Cenab-ı Hakk’ın (dehâ) kavli de bundandır ki ‘Döşeyip
yaydı’ demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de (medha’nneâme)dir.’ Bu lügat
(dal) harfinde olduğu hâlde o koca Türk lügatçisinin orada (mim) harfini
ilgilendiren (medhâ)dan, hem o ayeti zikrettikten sonra bahsetmesi, kelimenin o
asıldan geldiğinin açık bir delilidir. Gerçi (okyanus) gibi (sıhah-ı Cevheri)
gibi muteber lügatlerde (medhâ), yine aynı mânâda olmak üzere zikredilmiştir. Fakat
onlardan hiçbiri bizim o Türk âlimi kadar açık işarete cesaret edememiştir. Demek,
Hicrî 968’de (Milâdî 1569) ölen Türkiyeli ve Afyonkarahisarlı Mustafa Bin
Şemseddin, yerin bir deve kuşu yumurtası gibi yani (mücessem kat-ı nâkıs)
şeklinde yuvarlak olduğuna inanmış, bugün yaşayan bu nazariyeyi bundan dört
asır evvel ifade etmiştir.”
Üstad Hasan Basri Efendi, o tarihlerde arzın elipsoid oluşuna “nazariye” diyor ama sonradan uzaydan yapılan ölçümlerle bu ispat edilmiştir. Kutuplarda basık, ortası şişkincedir (Şekil-1). Deve kuşu yumurtası bu şeklin canlı bir misâlidir (Şekil-2).
A=6378,388
kilometre, B=6356,912 kilometre olarak ölçülmüştür. Basıklık oranı, “A-B/A=1/297”
bulunur. Bu elipsoid yüzeyde her tarafta aynı değildir. Bir tarafta Everestler
gibi yüksek dağlar, diğer tarafta okyanuslardaki derin çukurlar bulunmaktadır. Arzımızın
bu kendine münhasır şekline “Geoid” adı veriliyor. Peki, bu basıklık neden
meydana geliyor?
Bildiğimiz kadarıyla günümüz literatüründe bunun ilmî bir açıklaması olmamakla beraber bize göre şöyle bir izah mümkündür: Plâka tektoniğine göre litosfer derin kırıklarla (faylarla) ayrılmış parçalı yapıdadır. Wegener’in Kayma Teorisi, plâkaların (katımsı sıvı) magma üzerinde hareket ettiğini gösterir. Yer, ekseni etrafında döndüğünden, yüzeydeki plâkalarda oluşan merkezkaç kuvvetleri, eksene olan mesafelere göre farklılık arz edecektir (Şekil-3).
Merkezkaç
kuvvetleri; “F1=mv1²/r1”, “F2=mv2²/r2 olup “V1>V2” ve “r1>r2” olduğundan,
“F1>F2” olur. Yani kutba doğru gidildikçe merkezkaç kuvvetleri küçülmekte, ekvatora
inildikçe büyümektedir. Zamanla yer, ekvator düzlemine doğru yayılmaktadır.
Kilise,
Engizisyonda insanlara korkunç cezaları nasıl uygulayabiliyor? Tevrat ve
İncil’den etkilendikleri su götürmez bir hakikat… Peki, kitap inançlarında zafiyet
gösterenlere, günahkârlara nasıl bir davranış tarzı emrediyor, tetkik edelim...
Tevrat:
“Kötüler ana rahminden yabancıdır, doğuşlarından yalan söyleyerek saparlar.” (Mezmurlar
58,3)
Mezmurlar’a
göre insanoğlu doğuştan da kötü olabiliyor. Bu çok insafsız bir hüküm. Peki,
kötü olanın, dinden çıkmış olanın tövbe edip yeni bir hayata başlayabilmesi
mümkün mü?
İncil:
“Bir kere nurlandırılmış ve semavî vergiden tatmış ve kutsal ruha ortak edilmiş
ve Tanrı’nın iyi sözünü ve gelecek âlemin kudretlerini tutmuş oldukları hâlde
yoldan sapmış olanları yine tövbe için yeniletmek imkânsızdır.” (İbranilere
Mektup 4,6)
Yoldan
sapmış olanların tekrar yola girmek istekleri kabul edilir görülmüyor. Sonuç ne
olacak? Kitaba bakalım…
İncil:
“Nasıl günah bir adam vasıtası ile ve ölüm, günah vasıtası ile dünyaya girdiyse,
böylece ölüm de bütün insanlara geçti…” (Romalılara Mektup 5,12)
“Zira
günahın ücreti ölüm…” (Romalılara Mektup 6,23)
“Bütün
haksızlık, kötülük, tamah, şer ile dolmuş olarak haset, katl, niza, hile, huysuzluk
ile dolu kötülük söyleyenler, zemmamlar, Tanrı’nın menfurları, küstah, kibirli,
övünücü, kötü şeyler mucidi, ana babaya itaatsiz, anlayışsız, sözünde durmaz,
tabiî sevgiden mahrum merhametsizdirler. Bu gibi şeyleri işleyenler ölüme
müstehaktır.” (Romalılara Mektup 1,29-32)
Eyvah,
kurtuluş yok gibi!
Yukarıda sayılan hususiyetlerden biri, kolayca bir kişinin üzerinde kalabilir. Rahibin yorumlamasına bağlı… Hele “kötü şeyler mucidi” ifadesi, fen adamlarının idam fermanı gibi. Kurtuluş yok!
Bütün
hukukta suçun şahsîliği esas olmasına rağmen, suçtan gelecek nesiller de
sorumlu tutuluyor.
Tevrat:
“Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü,
dördüncü kuşaklardan sorarım.” (Çıkış 20,5)
Bu
mevzudaki Kur’ân-ı Kerîm’in hükmü: “Kim doğru yol bulursa, o doğru yolu ancak
kendi faydasına bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse, o da yalnız kendi aleyhine
sapmış olur. Hiç bir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz, bir
resûl gönderinceye kadar (hiçbir kimseye ve millete) azap ediciler değiliz.” (İsra,
15)
Tevrat’ta
daha da kötüsü; katliamı, soykırımı emreden hükümler var: “Orduların Rabbi
şöyle diyor: ‘Şimdi git, Amalele’yi vur ve onların her şeylerini tamamen yok et.
Ve onları esirgeme ve erkekten kadına ve çocuktan emzikte olana, öküzden
koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.” (1.Samuel 15,2-3)
“Tanrı
Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan
kimseyi sağ bırakmayacaksın. Onları, Hittileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve
Perrizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, Tanrı Rabbin sana emrettiği gibi
tamamen yok edeceksin.” (Tesniye 20,16-17)
“Ele
geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla
düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edinilecek ve
karıları kirletilecek.” (İşaya 13,15-16)
“Ve
Rab ona dedi: ‘Onun ardınca şehirden geçin ve vurun, gözünüz esirgemesin ve
acımayın. İhtiyarı, genci, ere varmamış kızı ve çocuklarla kadınları helak için
vurun!” (Hezekiel 9,4-6)
Hadi
büyükler tamam da, emzikte olan bebekten ne isteniyor? Öküzün, koyunun, devenin,
eşeğin suçu ne? Hayvanlar neden yok ediliyor? Böyle bir emri, sonsuz merhamet
sahibi Yaratıcı verebilir mi? Asla! Bütün bunlar mal ve intikam hırsıyla
tutuşmuş, o zamanda yaşamış olan cani mizaçlı kişilerin metinlere
sokuşturdukları hezeyanlardır.
Ehl-i
Kitap içindeki birbirleriyle tezat teşkil eden ifadeler de bizi doğruluyor.
Tevrat’ta,
“Babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan
sorarım” derken, “Oğul babasının suçundan sorumlu tutulamaz” da (Hezekiel
18,20) demektedir.
Yine
İncil’de, “Îsâ da onlara dedi: ‘Fakat şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası
olan da alsın ve olmayan elbisesini satsın ve kılıç satın alsın’” (Luka 22,36) derken,
“O zaman Îsâ ona dedi: ‘Kılıcını yerine koy, çünkü kılıç tutanların hepsi
kılıçla helak olacaklardır’” (Matta 26,52) demektedir. Demek ki yukarıdaki
metinler tahrif edilmiştir.
Yine,
“Fakat ben size derim: Kötüye karşı koyma ve senin yanağına kim vurursa ona
ötekini de çevir” (Matta 5,39) diyen bir peygamberin izinden gittiklerini iddia
edenlerin, insanların etlerini parçalayarak işkence etmeleri, ateşte yakmaları
söz konusu olabilir mi? Elbette olmaz. Onlar Îsâ’yı (aleyhisselâm) değil, kendi
nefislerini ilâh edindiler ve nefislerine tapıyorlar.
Yaratılışla
alâkalı bilgilerde de tezatlar bulunmaktadır.
Eski
Ahit (Tevrat): “Ve Tanrı dedi: ‘Gök altındaki sular bir yere biriksin ve kuru
toprak görünsün ve böyle oldu. Ve Tanrı kuru toprağa (yer) dedi ve suların
birikintisine (denizler) dedi. Yer, ot, tohum veren sebze ve yer üzerinde
tohumu kendisinde olup cinslerine göre meyve veren ağaçlar hasıl etsin ve böyle
oldu. Ve yer ot, cinslerine göre tohum veren sebze ve tohumu kendisinde olup
cinslerine göre meyve veren ağaçlar çıkardı ve Tanrı iyi olduğunu gördü. Ve
akşam oldu ve sabah oldu.’ Üçüncü gün…” (Tekvin I,9-3)
“Ve
Tanrı dedi: ‘Suretimizde benzeyişimize göre insanı yapalım’… Altıncı gün…”
(Tekvin I,26-31)
“Ve
henüz yerde bir kır fidanı yoktu ve bir otu henüz bitmemişti. Çünkü Rab Tanrı
yerin üzerine yağmur yağdırmamıştı. Ve toprağı işlemek için adam yoktu ve
yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı. Ve Rab Tanrı, yerin
toprağından adamı yaptı ve unun burnuna hayat nefsini üfledi ve adam yaşayan
can oldu… Ve Rab Tanrı, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı yerden
bitirdi.” (Tekvin 2;5-9)
Yukardaki
metinlere göre 6 günlük (periyotlu) yaratılışta üçüncü gün bitkiler, dördüncü
gün Güneş, altıncı gün insan (âdem) yaratılmaktadır.
Güneş’in, gece ve gündüzün olmadığı bir dönemde tohumlarla çoğalan iyice düzenlenmiş bir bitki örtüsünün bulunmasının hiçbir suretle savunulamayacağını, Fransız Bilimler Akademisi üyesi Prof. Maurice Bucaille (1920-1998) söylemektedir. Bitkilerin gelişebilmesi için fotosenteze, dolayısıyla güneşe ihtiyaç vardır. Tekvin 1’de insanın bitkilerden çok çok sonra yaratıldığından bahsedildiği hâlde, Tekvin 2’de ise Âdem’in yaratılmadan önce yeryüzünün bitkisiz, yalın olduğu, yaratılmasından sonra bitkileri, ağaçları yerden bitirdiğinden bahsolunmaktadır. İşte bu tezattır!
Maurice
Bucaille (1920-1998)
Prof.
Bucaille’nin şahsiyeti hayli dikkat çekicidir. Fransa, 1920 doğumludur. Paris
Tıp Fakültesinden mezun oldu. İyi bir Hıristiyan ve meşhur bir cerrah olarak
tanındı. Orta Doğu’da meslekî faaliyetlerde bulundu. Bir gün kendisine Kur’ân-ı
Kerîm hediye edildi. İçindekileri merak edip göz gezdirdiğinde, gördüğü fen
ayetleri, merakını daha da arttırdı. Zamanında ancak anlaşılabilen bilgiler Kitap’ta
yer alıyordu. Ayetleri çevirenin bunu yapabileceğinden şüphelendi. Hıristiyanlık
İslâm dinini kabul etmiyordu. Fakat bu bilgileri değil 14 asır, birkaç asır
önce yaşayanların bilebilmelerine imkân yoktu. Eğer çeviriler doğruysa,
Kur’ân-ı Kerîm, ona göre İlâhî bir kitap olmalıydı.
Bucaille,
işin aslını anlamaya karar verdi. Arap dili üzerinde çalışmalar yaparak Kur’ân
Arapçasını öğrendi. Araştırmalarında yeni bilgilere de vâkıf oldu. Kanaati
tamdı. Kur’ân-ı Kerîm, ancak son zamanlarda ortaya çıkan birçok ilmî veriyi de
ihtiva eden sonsuz ilim sahibi Allah-u Teâlâ’nın kullarına bir beyanıydı. Müslüman
oldu, şükretti. Yıl, 1981…
Yıllarca
yaptığı tetkiklerde Kur’ân-ı Kerîm’de ilme aykırı bir hususa rastlamadığını
ifade eden Bucaille, İslâm’ın Hak Din olduğunu ispatlayan “Tevrat, İncil, Kur’ân
ve İlim” adlı eserini yazdı. “Kur’ân öyle ifadeler kullanıyor ki, bunların
herhangi bir zamana ve mekâna hapsedilmesi mümkün değildir. Sanki her zamandaki
her insana hitap ediyor. Bir ilim adamı buna hayret etmezse, hayret ederim” demektedir.
İlk
insan Âdem’den (aleyhisselâm) Son Peygamber Muhammed Mustafâ’ya (sallallahü
aleyhi ve sellem) kadar Hak Din’in tek olduğu ve adının İslâm olduğu, bütün
peygamberlerin birer İslâm peygamberi olduğu, peygamberlere gelen vahiylerin
ilmi sonsuz (sınırsız) tek ilâh Allah-u Teâlâ’dan geldiği mutlak (şüphe
götürmez) bir hakikat olduğuna ve bu bilindiğine göre, bu tezat ve yanlışlıklar
nereden kaynaklanmaktadır? İlk insandan itibaren kandırılan, günaha duçar,
nefsine mağlûp, hırsına esir, ihtirasına âşık beşerin müdahalesinin açık bir
neticesidir bu. Bu müdahaleler neticesidir ki, eksiltirilerek, arttırılarak
veya değiştirilerek safiyetini kaybeden vahiy bilgileri yerine âdeta yeni elçilerle
yeniden inzal yapılmıştır. Vahyin son hâli ise, mahfuz tutulmuş (korunmuş) olan
Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Ey
insanoğlu! Artık son istasyondasın. Mazi olan öncekileri hatıra olarak, son
vahiyleri (Kur’ân-ı Kerîm’i) kurtuluşun vasıtası olarak aklında tut, elinle
sarıl ve gönlünde yer et!