
Akıl ve nefs
“SEVGİ ve hikmet” kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan (philosophie) “filozof” unvanını meslek edinen düşünürler, “her şeyin aslını aramak” gayesi ile yola çıkarlar. Yanlarında “akıl” gibi her derde deva azıkları vardır. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan, “ne menem şey” olduğu kişinin yapısına göre farklı endam arz eden akıl, birçoğunu daha yolun başında yanlış istikamete sevk edecektir.
“Nefs”in ne olduğunu bilmeyen bir insan “akla” danıştığını sanarak en büyük hatayı işlemiş, hakikate açılan kapıyı kendi eliyle yüzüne kapamıştır. En korkuncu, hâlâ “akıl” ile yoldaş olduğunu sanmasıdır. Yoldaşına danışacak, bütün bilmediği soruların cevabına ulaşacaktır. Ne mümkün! Bulunduğu her cesedin kalıbında şekillenen “nefs”, diğer insanlardaki nefslerden farklıdır. Başkalarını beğenmemesi, kendini üstün görmesi bundandır. Sokrat’ın talebesi Eflatun (Platon) (M.Ö. 429-347) hocasının yolundan ayrılmış, Eflatun’un talebesi Aristo (MÖ 384- 322) ise hocasının ideallerini kabul etmemiştir. Nefisleri tavan yapmış bu iki meşhur filozof, Sokrat’ın (M.Ö. 470-399) “Bir şey biliyorsam, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü üzerinde muhakeme yapsalardı, kibir denizinden selâmet sahiline ulaşabilirlerdi. Eflatun kendisine, zamanında yaşayan bir peygamberin mucizeler gösterdiğini, insanları hakikate davet ettiğini söylediklerinde, “Biz olgun, temiz insanlarız; başkalarının bize yol göstermesine ihtiyacımız yoktur” diye cevap vererek kibrin zirvesinde olduğunu ispatlamıştır. Hâlbuki akıllı bir insanın, insanların yapamayacağı mucizeler gerçekleştiren bir insanın yanına gidip şahit olması, davetinin hakikatini tetkik etmesi, söylenenlerin doğru olup olmadığını anlaması gerekirdi. O ise bunun araştırılmasına bile lüzum görmemiştir. Akıl diye nefsine danışan insan, melek diye şeytana sarılana benzer. Ki o ise, onu daima felâkete sevk edecektir. Sevgi ve hikmetten mahrum olarak…
Felsefecilerden Eflatun ve bilhassa Aristo, yanlış ve bozuk fikirleriyle asırlarca dünya insanını etkilemiştir. Farabî, İbni Rüşd, İbni Sina gibi felsefeyle uğraşan İslâm âleminin düşünürleri de bundan payını almıştır. Eski Yunan felsefesinin kafaları karıştırdığı, Müslümanların imanını tehlikeye düşürdüğü zamanlarda İslâm âlimleri felsefecilerin bozuk fikirlerini açığa çıkaran kıymetli eserler neşretmişlerdir. İmam-ı Gazalî (1058-1111) bunların en meşhurudur.
Gazalî, Yunancayı öğrenerek filozofların kitaplarını aslından üç sene tetkik ederek maksatlarını açıklayan “Mekâsidü’l-Felâsife” eserini yazdı. Daha sonra da sapık görüşlerinin tutarsızlığını ispatlayan “Tehâfütü’l-Felâsife” eserini meydana getirdi. Gazâli, bir yaratıcıya inanan filozofların Allah-ü Teâlâ’ya noksanlık izafe ettiklerinden, ahiret hayatına inanmadıklarından ve kâinatı kadim yani ezelî kabul ettiklerinden dolayı küfre düştüklerini bildirmiştir. Gazalî, felsefecilerin fikirlerini çürütürken, onların kullandıkları usulü (metodu) tatbik etmiş yani aklî muhakeme yapmıştır. Maddenin ezelî olmayacağına dair birçok misâl getirmişse de bunlardan beğendiğimiz biri şudur: Art arda sıralanmış bir insan dizisini ele alıyor âlim. Her insan bir öncekinden aldığı altın parayı bir sonrakine aktarıyor. Altın para elden ele dolaşmakta. Felsefecilerin âleme olan kabulüyle bu sıranın bir başlangıcı olmadığını varsayıyor. Sıra ezelî. Yani sıranın başındaki ilk insan bulunmamakta fakat altın para elden ele dolaşıyor. “Parayı ilk defa elde tutan biri olmaz ise, paranın elden ele aktarımı yani paranın mevcudiyeti muhal (imkânsız) olur” diyor Gazalî. O hâlde bir ilk başlangıç olmalı.
Orta Çağ’da Müslüman âlimler tıp, fizik, kimya, astronomi ve matematik gibi fen ilimlerinde deneyler yapar, eserler neşrederken, Avrupa’da Aristo felsefesinden başka ders yapılmamaktaydı. Aristo’ya inanan Avrupalılar her şeyin akıl yoluyla elde edilebileceğini zannettiklerinden fen ilmi mevzuunda cahil kaldılar. Meşhur Alman kimya âlimi Prof. Fritz Arndt (1885-1969), 1934 yılında İstanbul Üniversitesi öğretim üyeliğine katılmış, 1934-1955 yılları arasında kimya enstitüsü müdürlüğü yapmıştı. Türkçeyi öğrenen ve ders kitabı yazan Prof. Fritz, “Tatbikat-ı Kimyevî” adlı eserinde, “Fen ve ilmin hemen hemen bin beş yüz sene durmuş olması, Aristo felsefesinin kabahatidir” demektedir.
İlk ve Orta Çağlarda gökyüzüne bakan filozoflar, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi gökcisimlerini ilâhî birer varlık olarak vehmetmişlerdir. Üstlerinde, göğün tavanlarında parlayan bu cisimler, yeryüzünde asırlarca insanlar göçüp gittiği hâlde varlıklarına devam ettirdiklerine göre “kadim” yani ezelî olmalıydılar. Görüntülerine uygun birer isim de uydurdular. Venüs yıldızı aşk tanrıçası, Mars’ın savaş tanrısı olması gibi… Diğerlerine göre daha büyük olarak gözlemledikleri Jüpiter ise babaları olmalıydı.
Uzay boşluğunda üst-alt mefhumu izafidir öncelikle. Farz edelim ki, bir insan dördüncü gezegen olan Merih’e gitse, Arz’a baktığında onu gökyüzünde, yukarıda görecektir. Diğer bir husus ise, mevzubahis bu gökcisimleri yıldız olmayıp birer gezegendir sadece. Parıldamaları Güneş’ten aldıkları ışığın yansımasıdır. 142 bin kilometre çaplı Jüpiter, gezegenlerin en irisidir ama orta ölçekli bir yıldız olan Güneş’in yanında esamesi okunmaz. Yaklaşık 1 milyon 400 bin kilometre çaplı Güneş, Samanyolu’muzdaki 200 milyar yıldızdan biridir sadece. Uzay boşluğunda Güneş’ten yüzlerce, binlerce büyük ve parlak yıldızların olduğu bilinmektedir. İlim olmadan yapılan değerlendirmeler nefsi tatminden başka bir işe yaramamaktadır.
Kâinatın başı ve sonu olmayan sonsuz bir mekân olarak kabul edilmesi ateist felsefecilerin işine geliyordu. Dinî yasaklar emreden bir yaratıcının olmaması, insanların başına buyruk (daha doğrusu nefsin esiri) bir hayat tarzına imkân tanıyordu. Hür olarak istediklerini düşünürler, istediklerini söyleyebilirlerdi. Yasağa ve günaha mahkûm olmadan…
Yirminci yüzyıla gelindiğinde durum pek değişmedi. İlim ve teknik gelişmiş, fen inkişaf etmişti. Güçlü teleskoplarla uzay taranıyor, yeni yeni yıldızlar, yıldız grupları, galaksiler keşfediliyordu. Kâinatın sonsuz, başlangıcı olmayan, statik (durağan) bir yapıda olduğu kabul edilmekteydi. Hatta ünlü teorik fizikçi Einstein, kâinatın statik yapısını gösteren bir formül ortaya atmıştı. Formülü inceleyen meslektaşları, denklemlerin statik değil dinamik (hareketli, değişken, bir başlangıcının olabileceği) bir kâinatı gösterdiğini söyleyip ikaz ettiklerinde dahi (!) Einstein afalladı, şaşırdı, canı çok sıkıldı. Nasıl olmuştu da böyle yanlış bir iş yapmıştı? Neyse ki üçkâğıdı ilminden daha ileri safhada olduğundan buna da bir çare bulacaktı. Denklemin sonuna bir “sabite” ekleyerek dinamik hâlden statiğe dönüştürdü. Meseleyi hâlletmişti, içi rahattı. Ama şimdilik!
1929’lara gelindiğinde “Palomar Rasathanesinde” gözlem yapan Edwin Hubble (1889-1953), yıldız tayflarının kırmızıya kaymasından hareketle, gökcisimlerinin süratle birbirinden uzaklaştıklarını bütün dünyaya ilân ediyordu. Kâinat, şişen bir balon gibi genişliyordu. Gittikçe genişlediğine göre bunun bir öncesi, bir başlangıcı olacaktı. Başlangıcının olması demek, yoktan var edilmesi demekti. Kâinat yaratıldığına göre bir yaratıcısının olduğunu kabul etmek de zorunlu oluyordu. Astronomi tarihindeki bu büyük keşif, yeryüzü ilim çevrelerinde büyük yankı yaptı. Yeni düşünceler, yeni teoriler üretilmeye başlanmıştı bile. Fakat siz şoka duçar olan Einstein’in yüzünü görmeliydiniz. Yaptığı üçkâğıdın mahcubiyetiyle, ilâve etmiş olduğu “sabiteyi” silerek “kariyerinin en büyük hatasını yaptığını” itiraf edecekti.
Hubble’nin kâinatın bir balon misâli genişlediğini bulması, -göz ardı edilen- bir başka balonun da varlığına işaret ediyordu: Einstein balonu… İnsanlık tarihinde, hak etmemiş olduğu hâlde kahraman ya da kurtarıcı olarak lânse edilen sahtekârlara rastlanmıştır fakat “dâhi âlim” unvanının kullanıldığı görülmemiştir. Einstein’e gelene dek! Einstein’in kimler tarafından niçin ve nasıl kullanıldığını (nasip olursa) bir başka zaman, bir başka dizide ele alacağız.
Genişleyen kâinat
Gökyüzüne baktığımızda, parlayan yıldızların yerlerinde sabit olarak durduklarını sanırız. Hâlbuki her biri kendi yörüngelerinde hareket etmektedir. Bu yanılgı yıldızların bizden çok uzak konumda olmalarından kaynaklanmaktadır. Astronomlar yakın yıldızlara yaptıkları gözlemlerde bir yıl içinde yapmış oldukları yer değişmeleri tespit ederler. Bu yıllık kaymaya yıldızın “öz hareketi” denmektedir.
Yakın yıldızların öz hareketi, bir derecenin çok altında (0,0015 derece gibi) bir açıya tekabül eder. Uzak yıldızların öz hareketini ise tespit etmeye imkân yoktur. O hâlde nasıl oldu da astronom Edvin Hubble yıldız sistemlerinin bizden hızla uzaklaştığını keşfetti? Bunun için “Doppler Etkisi”ne değinmemiz lâzım.
Doppler Etkisi
Prag’da matematik profesörü olan Johan Christian Doppler’in 1842 yılında bulduğu ses ya da ışık kaynağından çıkan dalgaların, kaynağın hareketine göre gözlemciye olan etkisine ait bir hâdisedir bu etki.
Duran bir kaynaktan yayılan (ışık ya da ses) dalgalarından ardışık iki dalga boyu, gözlemciye aynı zamanda varır. Fakat kaynak uzaklaşıyorsa, ardışık dalga tepelerinin varışları arasındaki zaman, kaynaktan ayrılışları arasındaki zamandan büyük olur. Ardışık iki tepe arasındaki zaman, dalga boyunun dalga hızına bölümüdür (zaman eşittir yol bölü hız). Buna göre her tepenin bize gelirken alacağı yol, bir öncekine göre biraz daha fazladır. Eğer kaynak gözlemciye doğru hareket ediyorsa, her tepe bir öncekinden daha kısa bir yol gideceği için ardışık iki dalga tepesinin varışları arasındaki zaman azalır ve dalga, daha kısa dalga boyuna sahip görünür.
Bu etkiyi bizler de deneyleyebiliriz. Bir karayolu kenarında durduğumuzda bir vasıta bize hızla yaklaşırken, motorunun, uzaklaştığı zamandakine göre daha tiz perdeden yani daha kısa dalga boyunda ses çıkardığını fark ederiz.
Doppler Etkisi’nin astronomi ilmi için önemi, uzaktaki yıldız sistemlerinin ışık tayflarını incelemeye başlanınca anlaşıldı. Işık tayflarındaki renkler dalga boyları ve enerjileri ile alâkalıdır. Mavi, lacivert ve mor renkler kısa dalga boyunu ve yüksek enerjili ışık dalgalarını gösterir. Turuncu ve kırmızı renkler ise daha uzun dalga boyu ve düşük enerjili ışık dalgalarını göstermektedir. Yeryüzünde yapılan bir gözlemde yıldız bizden uzaklaşıyorsa ışığı kırmızıya doğru kayacak, yaklaşıyorsa ışığı maviye doğru kayacaktır. Hubble’nin bu çalışmalara olan katkısı, 1929 yılında galaksilerin (gökadaların) kırmızıya olan kaymalarının bize olan uzaklıklarıyla doğru orantılı olarak artmasını keşfetmesidir. Bu gözlemin önemi, patlayan bir kâinatta (Big Bang) madde akışı modelinin Hubble’nin bulduğu sonuçla çakışmasıdır.
Güçlü teleskoplarla uzay taranıyor, yeni yeni yıldızlar, yıldız grupları, galaksiler keşfediliyordu. Kâinatın sonsuz, başlangıcı olmayan, statik bir yapıda olduğu kabul edilmekteydi. Hatta ünlü teorik fizikçi Einstein, kâinatın statik yapısını gösteren bir formül ortaya atmıştı. Formülü inceleyen meslektaşları, denklemlerin statik değil dinamik bir kâinatı gösterdiğini söyleyip ikaz ettiklerinde dahi (!) Einstein afalladı, şaşırdı, canı çok sıkıldı. Nasıl olmuştu da böyle yanlış bir iş yapmıştı?
Kozmik mikrodalga arkaalan ışınımı
Kozmik ışınlar, dış uzaydan gelen enerji yüklü parçacıklardır. Mikrodalga ışınımı, çok yüksek frekanslı radyo dalgaları ile kırmızı ötesi ışınımı arasında yer alan 0,001 santimetre ile 10 santimetre arasında dalga boylarına sahip elektromanyetik dalgaların ışınımıdır.
Büyük Patlama sonucu genişleyen kâinatın en uzak bölgelerinden gelen ışımalar, uzayın her bölgesinde aynı özellikler ihtiva etmeliydi. 1948 yılında George Gamow, Ralph Alpher ve Robert Harman, yaptıkları çalışmalarla böyle bir ışımanın değerlerini teorik olarak ileri sürmüşlerdi. 1964 yılında Amerikalı radyo astronomları Arno A. Penzias ve Robert W. Wilson, uzun ve sabırlı bir araştırmadan sonra bu dalga boyundaki ışımayı keşfetmeyi başardılar. Bu başarı onlara müşterek 1978 Nobel Fizik Ödülünü kazandırdı.
Arz’ı saran atmosfer, ışımalara engel teşkil etmektedir. Acaba yapılan ölçümler doğru muydu? Bunun teyit edilmesi için NASA, 18 Kasım 1989’da uzaya “Cobe” adlı uyduyu gönderdi. Cobe’den gelen resimler uzaydaki kozmik arka plân ışımasını gösteriyordu. 1993’te görevi sona eren Cobe sondası yerine 30 Haziran 2001’de WMAP sondası uzaya yollandı. WMAP’tan gelen bilgiler daha ayrıntılı ve netti. Gelen veriler üzerinde çalışan George Smoot ve John C. Mather adlı iki Amerikalı araştırmacı, kâinatın Büyük Patlama’dan 380 bin yıl sonraki hâlini keşfetmiş oldular. Böylelikle 2006 yılı Nobel Fizik Ödülünü almayı başardılar.
Kâinatın düzgün ve eş yönlü genişlediğinin ispat edilmesi, zamandan geriye doğru gidildiğinde galaksilerden oluşan bütün maddenin bir noktadan çıkış yaptığını göstermektedir. Astronomların ifadelerine göre bugünkü kâinat, çok önceleri (10 milyar yıl ile 20 milyar yıl önce) bir noktadan “Büyük Patlama” (Big Bang) adı verilen bir hâdisenin inkişafıyla meydana gelmiştir.
Zamanın ve mekânın olmadığı bir anda sözü edilen nesnelerin var edilmesi, bilemeyeceğimiz ve anlayamayacağımız bir kudret tarafından yaratıldığını gösterir. İlmimizin kifayet etmediği ve sözün bittiği yerde Yaratanımıza kulak verelim: “O, gökleri ve yeri yoktan var edendir…” (En’am, 101)
“Göklerle yer bitişik bir hâldeyken Biz onları birbirinden yarıp ayırdığımızı, her diri şeyi de sudan yarattığımızı o küfr (ve inkâr) edenler görmedi(ler) mi? Hâlâ inanmayacaklar mı onlar?” (Enbiya, 30)
“Hâlâ şu hakikati bilmediler mi ki, gökleri, yeri yaratmış, onları yaratmaktan yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet, O her şeye elbette kadirdir.” (Ahkaf, 33)
Kâinatın yaratılışı
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümran olan Allah’tır…” (Araf, 54)
Kâinatın muazzam bir patlamayla var edilişinde kozmologların ittifakı olduğundan bahsetmiştik. Mekânla birlikte zaman da yaratılıyordu. Burada üzerinde duracağımız mevzu, sıfır zamandan itibaren ileriye doğru meydana gelen hâdiselerin tefekkürü ve tetkikidir. Galaksiler, içindeki yıldızlar, üzerinde yaşadığımız küre gibi gezegenler, birdenbire oluşmadı şüphesiz. Doğum ile hayata (hatta ana karnında şekillenmeye) başlayan insanın bebeklik, çocukluk, ergenlik, delikanlılık ve olgunluk dönemlerinin olması gibi madde âleminin de kendine has safhaları var mı? Anlamaya ve anlatmaya çalışacağız.
Fen âlimleri zamanın başlangıcından itibaren meydana gelen hâdiseleri ilimlerine göre izah etmeye çalışırlar. Deneye tâbi tutacakları mekâna, laboratuvarlarında çalıştıkları alet ve edevata sahiptirler. Zamanın ve mekânın başlangıcından evvelki durumla alâkadar olmazlar. İsteseler de bunu başaramazlar. Çünkü bu hâl fen ilminin tabiatına aykırıdır. Bu, “metafizik” adını verdikleri bir alandır. Dinin, daha doğrusu İslâm’ın tasavvuf ilminin sahasıdır.
Kâinat yaratılmadan önce ne vardı? Mutasavvıfların bahsettiği “yokluk âlemi” yani “âdem” nasıl bir âlemdir? Canlı-cansız her nesne nasıl meydana geldi? Bu sorulara gelecek sayılarda cevap vermeye çalışacağız, biiznillah.
Yeni düşünceler, yeni teoriler üretilmeye başlanmıştı bile. Fakat siz şoka duçar olan Einstein’in yüzünü görmeliydiniz. Yaptığı üçkâğıdın mahcubiyetiyle, ilâve etmiş olduğu “sabiteyi” silerek “kariyerinin en büyük hatasını yaptığını” itiraf edecekti.
“Altı gün” altı safha mıdır?
Ayet-i kerimelerle yaratılış süresinin altı gün olduğu bildiriliyor. Fakat bu bizim bildiğimiz 24 saatlik gün müdür? Arzın kendi ekseni etrafında bir tam dönüşüdür bu. Güneş Sistemi’nin diğer gezegenlerinin günleri farklıdır. Iraküs’ün bir günü, Arz saatiyle 10 saat 49 dakika iken en iri gezegen Müşteri’nin bir günü 9 saat 50 dakikadır. İlk gezegen Utarit’in günü ile senesi aynı sürededir. Yani gezegen, kendi ekseni etrafında bir tur atarken aynı zamanda Güneş’in etrafındaki turunu da tamamlamış oluyor. Kâinatta milyarlarca galaksi var. Her galakside milyarlarca yıldız, her yıldız etrafında dönen birçok gezegen… Daha ortada hiçbir gökküresi yokken yaratılış zamanı olarak neden Arz’ın günü ile ifade edilsin? Bu, daha önceki din adamlarının yanlış değerlendirmelerinden kaynaklanıyor. Muharref Tevrat’ta geçen ifadeler şöyle: “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Boş olan yeri ve içindekileri altı günde yarattı. Gök ve yer elemanlarıyla tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Tanrı yapmakta olduğu işi bitirdi. Ve o gün dinlendi.” (Yaratılış 1/1-2)
Yahudilerin yaratılma zamanını Arz günü olarak söylemeleri, Müslümanları da etkilemiştir. Burada dikkatleri çeken diğer bir husus, Tanrın’ın yaptığı işten yorulup dinlenmesidir. Hiç öyle şey olur mu? İlmi ve kudreti sonsuz olan Allah-u Teâlâ’nın yorulduğu nasıl söylenir? Subhan Allah! Allah-u Teâlâ noksanlıklardan ve kusurdan münezzehtir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim bunu tekzip ediyor: “Andolsun ki, Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk da dokunmamıştır.” (Kaf, 38)
Ve yine: “Hâlâ şu hakikati bilmediler mi ki, gökleri, yeri yaratmış, onları yaratmaktan yorulmamış olan Allah, ölüleri de diriltmeye kadirdir. Evet, O her şeye elbette kadirdir.” (Ahkaf, 33)
Altı gün çalışıp yedinci gün dinlenen Yahudiler, Tanrı’nın da aynı hareketi yaptığına vehmetmişler ve Tevrat’a ilâve etmişlerdir. Mevcut Tevrat’ın muharref olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
Uzayın farklı noktalarında zamanın farklı işlediğine dair teoriler vardır. Ayrıca yüksek hızlarda zamanın yavaşladığı deneysel çalışmalarla ispatlanmıştır. Günümüz âlimlerince zamanın izafi olduğu kabul edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu tarz bilgilere rastlamak mümkün: “Melekler ve Ruh da oraya bir günde yükselip çıkar ki mesafesi elli bin yıldır.” (Mearic, 4)
Netice olarak ayet-i kerimede geçen bir günü, bildiğimiz Arz günü olarak ele almamamız lâzımdır. Bu süreyi “6 periyot”, “6 safha” veya “6 devir” olarak değerlendirmemiz bize göre daha doğrudur. (Devam edecek…)