İlim, âlim ve her ikisinin kapsama alanı daralıyor mu?

Dünya, günümüzde hiç olmadığı kadar ilme ve âlime muhtaç! İnsanlığın geleceği olan çağdaş teknolojinin getirdiği kirlilikle karanlıklar çağı, “cehalet dönemi” kara bulutlarının yeniden geri gelmesinin yolunu döşüyor. Yeni ve gelecek nesilleri bu karanlıklardan korumak gerekmiyor mu?

“OKU! Yaratan Rabbin adıyla oku!” (Alâk, 1)

Günlük yazı ve konuşma dilinde, “bilmek” anlamına gelen “ilim” (ilm) kelimesi kullanılır. Genellikle “bilgi” ve “bilim” karşılığında kullanılır “ilim”. Sözlüklerde, “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan bir sıfat” gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir. İlim, insana ait bir sıfattır. Sıfat ise, dilbilgisi âlimlerine göre mevsufu ile uyum sağlar.

İlmin zıddı “cehl”, bilgisizliktir. İlimle aynı kökten türeyen “âlim, alîm, allâm ve allâme, ma’lûm, ma’lûmât, muallim, müteallim ve muallem” kelimeleri, “bilgi” anlamıyla bağlantılı olarak kullanılmaktadır. “Alîm”, Allah için kullanılır. “Âlim” ise insanlara ait bir sıfattır. Aynı şekilde “Allâm” Allah için, “allâme” ise insanlar için kullanılmaktadır.

Kök harfleri aynı olmakla beraber, “ilm” mastarından türemeyip “bilgi” anlamıyla dolaylı olarak bağlantılı kelimeler de vardır. Bunlardan biri “mârifet”tir. Çünkü mârifette bilmek fiilinin yöneldiği nesne tektir, ilimde ise bilmenin konusu umûmîdir. Ayrıca mârifette, “unutulan şeyin hatırlanıp tanınması” anlamı da vardır. Nitekim mârifetin karşıtı inkâr, ilmin karşıtı ise cehl olarak gösterilir.

“İlim” kelimesi, ilimler tarihi boyunca “belli bir alana ait sistemli bilgi birikimini ifade eden disiplin” mânasında kullanılmıştır. “Fen” teriminin de İslâm’ın klâsik çağında herhangi bir ilmî disiplini yahut bir ilme ait alt disiplinlerin her birini karşıladığı bilinmektedir. Modern dönemde fen, din ilimlerini kapsayacak şekilde de kullanılmış, ancak çok defa din ilimleri için “ilim”, modern bilim içinse “fen” kelimesi tercih edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de “ilim” kökünden türeyen kelimeleri belki merak edenler vardır. İlim, yaklaşık 750 yerde geçmektedir. Bu sayı, “bilgi”nin ve “bilme” faaliyetinin Kur’ân mesajı bakımından önemini ortaya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ilim kavramı, daha ziyâde “İlâhî bilgi” yahut “vahiy” mânâsına gelir. Ayrıca gerek insanın vahyedilmiş İlâhî hakikate dair ilmi, gerekse bilme melekesiyle ilgili kazandığı dünyevî ilmi ifade etmek üzere çeşitli âyetlerde yer almaktadır:

“İlim sahibi olmadıkları için bu hâle düşenler sadece zanna uymaktadırlar.” (Necm, 28)

“‘Bu bana bir ilimden dolayı verildi’ diyerek yaratılışa hükmeden ilâhî kararları yok saymamalıdır.” (Zümer, 49)

“Çünkü Allah, Peygamber’inden, ‘Allah’ın hazîneleri Benim yanımda değil, Bende gaybın bilgisi de yok’ demesini istemiştir.” (En’âm, 50)

“Allah’ın mutlak ilmine göre olup biten hâdiselerde âlimler için deliller, ibretler vardır. Allah’ın kendi hakikatlerini kavratmak için verdiği örnekleri ancak âlimler akleder; O’na hakkıyla saygı duyanlar da yine âlim kullarıdır.” (Ankebût, 35; Rûm, 22; Fâtır, 28)
İlim ile medeniyet ilişkisi

İlimlerin alan ve sınırlarını birbirinden ayırmak, bu alanlar arasındaki ilişkileri belirlemek, farklı ilimlere ait birikimleri sistematik şekilde değerlendirmek ve nihâyet eğitim sisteminin temel müfredatını oluşturmak üzere İslâm düşünür ve bilginleri, çeşitli dönemlerde ilimleri tasnif etmişlerdir.

Ayrıca tarihî süreçte ilimlerin öncelikle “din ilimleri ve felsefî ilimler” şeklinde temel bir ayrıma tâbi tutulması, din-felsefe ilişkisi problemini daima canlı tutmuş, bazı düşünürler tasniflerinde dinî ilimleri, bazıları da felsefî ilimleri ön plâna çıkarmış, büyük sentezler peşinde olanlar ise kapsamlı tasnifleriyle bu problemi aşmayı denemişlerdir. Farâbî, varlık alanlarını “cismânî olan ve olmayan” şeklinde ikiye ayırmış (es-Siyâsetü’l-Medeniyye, s. 31 vd.), bu ayrım onun ilimler sisteminin zeminini oluşturmuştur.

İslâm Medeniyeti’nin Orta Çağ insanlık birikiminin şartlarında parlak bir bilim geleneğine sahip olduğu, modern araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçektir. Nitekim Müslümanların Orta Çağ boyunca meydana getirdiği bilim mîrâsının ve öncülüğünün Lâtince ve İbrâniceye çevrilerek Batı’ya aktarılmasının, Kıta Avrupa’sında yepyeni bir ilim ve eğitim anlayışının doğmasında önemli tesiri vardır. Batılı bilginlerin İslâm bilimine gösterdiği yoğun ilgi, bu birikimi önemli bulmalarının bir sonucudur. Modern zamanlarda Batılı ilim adamlarının fiziğin yöntemi olarak Aristo mantığını değil matematiği koymaları, fizikî varlık alanının niceliğe indirgenmesi gibi metafizik bir sakınca taşısa da, artık ölçülebilir gözlem ve deney verilerine dayalı bilimsel teori anlayışı, yepyeni ilmî ufukların ortaya çıkmasına ve yeni bir ilim anlayışının doğmasına yol açmıştır.

Batı’da söz konusu gelişmeler olurken, İslâm toplumunun ise yeni medeniyetin mensupları karşısında maruz kaldığı askerî yenilgilerin sebebini anlamaya çalıştığı döneme kadar bu gelişmelere kayıtsız kalması, Kilise’nin katı dogmaları ile hayat süren Avrupa ve İslâm medeniyetlerinin arasında hızla artan bilimsel ve teknolojik bir mesafenin oluşmasına yol açmıştır.

19’uncu yüzyılın sonları ile 20’nci yüzyılın başlarında İslâm dünyasının bilgin ve düşünürleri bu mesafe karşısında İslâm ve bilim ilişkilerini yeniden ele alma ihtiyacı duymuşlardır. Ernest Renan’ın Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği “İslâm ve İlim” başlıklı konferansta, “İslâm’ın değerler sistemi itibariyle bilimsel ilerlemeye engel teşkil ettiği” şeklinde bir iddia ortaya atması, başta Cemâleddîn-i Efgânî ve Nâmık Kemal olmak üzere Müslüman aydınların cevabî eserler yazmasına yol açmış, “modern İslâmcı tartışmalar içinde İslâm’ın ilerlemeye engel olmadığı” tezi, önemli bir yer tutmuştur. Bunu “modern bilimin verileriyle İslâmî hakikatlerin çatışmadığı” tezi izlemiş ve ardından Kur’ân’ı modern bilimsel veriler ışığında tefsir etme temâyülü güç kazanmıştır.

Bilim, ilmin nesidir?

“İlim” kavramını son derece geniş, güçlü ve kapsamlı kılan önemli, hattâ en önemli sebeplerden bir tanesi de ilmin “Allah’ın sıfatları”ndan olmasıdır. İslâm tarihinde ve dünyasında ilim, son derece geniş tedailerle kullanılırken, çok fazla geçmişe sahip olmayan bir müdahale ile ilim karşılığı olarak “bilmek” kökünden “bilim” türetilmiştir. Yukarıda son derece zengin bir çerçevede ele alınan ilim karşılığı üretilen “bilim”, sözlüklerde, “evrene ve olaylara ait bir bölüm birbirine bağlı konuları ele alıp deneye dayalı yöntemlerden yararlanarak gerçekleştirilebilir yasalar” ve “kurallar çıkarmaya yönelik düzenli ilim” diye tanımlanmaktadır.

Günümüze gelinceye kadar evrenin tarihinde geçirdiği dönemler çeşitli adlarla anılmaktadır. Cahiliye, Orta Çağ, Yeni Çağ gibi isimlerin yanında, içinde hâlen yaşadığımız çağı, geleceğin tarihçileri hangi adla anacakları bilinmez, ama bu satırların yazarı, geleceğin tarihçilerine yardım için “İletişim Çağı” isminin denenebilir olduğunu sormuştu. Biraz da bu yazıyı okuyanlar düşünseler olur mu?

Ârife târif, âlime tâlim gerekir mi?

İlim sıfatını taşıyan insana “âlim” denilmektedir. Âlim, mübalağa sığasından “hakkıyla bilen” anlamındadır. O sebepledir ki, âlim, Müslümanlar nezdinde önemli bir yer edinmiştir. Çoğulu “ulema” şeklindedir.

Hazreti Peygamber bir hadisinde, “Allah ilmi insanlardan çekip çıkarmak sûretiyle değil, ilim adamlarının canlarını almak sûretiyle (geri) alır. Öyle ki, sonunda hiçbir âlim bırakmaz ve halk, birtakım cahilleri kendisine baş edinir. Onlara sorulur, onlar da bilmedikleri hâlde hemen fetvâ vererek hem sapıtır, hem de saptırırlar” buyurur (811 Buhari, İlim, 34, M6796; Müslim, İlim, 13).

Tarihte önemli bilinen, gerek din ve gerekse fen alanında âlimler yetişmiştir. Onları eserleriyle tanıyoruz. Birçoğu asırlar önce yaşamış olsa bile sanki yanı başımızda ve yaşıyor. Âlimlerin çalıştıkları ilim disiplinleri açısından elbette tasnifleri mümkündür; asıl onları ilim dünyasında şöhrete kavuşturan, yaşadıkları bölgelerdir. Çünkü bazı âlimler vardır, mahallen bilinirler. İştigal alanı itibariyle mahallîdirler. Yaşardıkları mahalle, kasaba, kaza veya vilâyet çapında bilinirler ve etkilidirler. Sözleri kanundur. İster yazılı, ister sözlü olsun, sözleri sonuca götürür.

Bazı âlimler ise bölge çapındadırlar. O bölgenin kanaat önderidirler. Sözü bazen kavgayı keser, bazen yol gösterir, Hakk’a kavuşturur. Bazı âlimler duruşları ve şöhretleri ile bölge sınırları dışında yaşarlar ve vardırlar.

Bir önceki satırlarda bahse konu âlimleri listelemek mümkün değildir. Ama ilmi ve irfanı ile ülke sınırlarını aşarak milletler arası şöhrete ulaşanlar, hangi disiplinde olursa olsun, vardırlar. Dünya bu âlimlere hep muhtaç olmuştur. Enderdirler ilim sıfatını taşıyan bu insanlar. Ünleri ülke sınırlarını aşan söz konusu âlimler (ulema), hem yaşadıkları dönemde, hem de günümüzde insanlığı aydınlatmakta ve yol göstermektedirler.

Yeni tâbirle karşılığını bulamadım ve “kapsama alanı” deyimini tercih ettim; geleceğin insanı, kapsama alanı evren olacak ulemaya muhtaçtır! Çünkü ilim, doğruların miyârıdır. Ölçüsü, tartısı, kanaati, düşüncesinde ilmi ölçü kabul etmeyen iddia sahiplerinin evrende kendilerine bir yer edinmeleri mümkün görülmemektedir. Onlar sabun köpüğüdürler. Dünya, günümüzde hiç olmadığı kadar ilme ve âlime muhtaç! İnsanlığın geleceği olan çağdaş teknolojinin getirdiği kirlilikle karanlıklar çağı, “cehalet dönemi” kara bulutlarının yeniden geri gelmesinin yolunu döşüyor. Yeni ve gelecek nesilleri bu karanlıklardan korumak gerekmiyor mu?

Yazının burasında, Keçeci İzzet Molla’ya kulak verelim: “Meşhûrdur ki, fısk ile olmaz cihan harâb/ Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb.” (Meşhurdur ki, fısk ile dünya harap olmaz, âlim geçinenlerin dalkavukluğu cihanı yıkar.)