İletişimle huzura ermek

Her şey iyi ve güzel olana bakar, ama kötü olanı görür. İnsanlar birilerinden bekliyorlar, istiyorlar ki, “O birileri bize güzel sözler söylesinler, hatırımızı sorsunlar, derdimize çare olsunlar, feragat ve fedakârlığın destanını yazsınlar, umulmadık bir anda selâm göndersinler, daima bizi arasınlar”… Daima karşı taraftan beklentiler…

İNSANLARIN sosyal medya ile iyi bir ilişkide olduğu düşünülünce, tabiî ki bu alanda samimi olanları tenzih ederiz. Yanlış bir anlaşılmaya mahal vermeden, sadece dil ile veya kalpten gelerek yazılan iyi niyet sözleri değildir elbette kastımız. Kaldı ki, iman etmenin şartı dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve amel etmektir.

Tek bir duygu ve fikirle hedefe varılmaz, sıkıntılar çekilir. Hayatı yaşanmaz hâle getirir. Yaşantıyı güçleştirir. Eğer bir plânınız varsa zora düşebilirsiniz. Bu sebeple de her kişinin -mutlak olmasa da- başvurmak mecburiyetinde kaldığı ikinci bir yol vardır. Bu da çıkış yoludur. Diğer bir deyişle “B plânı (veya plânları)”… Alternatif çok olmalıdır. Bu, varacağınız veya yapacağız iş ve işlemlerin çıkmaza girdiğinde işlerinizi kolaylaştırır. İşlerin kolaylaşmasında saf ve Yaratıcı’ya adanan temiz bir de yürek olmalıdır. Her işinize Allah’ın adını anarak başlamalısınız ki zorluklardan yüz akıyla çıkabilesiniz.

İyi ve güzel niyet, doğru yapılan işlerde sizlere çözüm yollarını işaret eder. “Tek bir şey (veya şeyler)” dedik ama bir de o şeylerin birbirlerine bağlı oldukları yapılar da vardır. “Kontrast” dediğimiz şeyler, yani “zıtlıklar”... Yeşilin kırmızı ile bütünleştiği gibi… İki renk birbirlerine oldukça zıttır. Ancak yeşillikler içinde açan bir kırmızı gül, bu iki rengi birbiriyle ne de güzel bir hâle getirebilir. Bir zamanlar iki tarafı yarı yarıya mavi ve kırmızı renkli kalemler vardı. Kalemde mavi ve kırmızı rengi bir araya getirenler de iki rengi kullanılabilir ve zıt renk olarak görmüş olmalılar demek ki…

Madem renklerin zıtlıklarından bahis açtık, diğer renklere de vurgu yapalım. Birbirlerini tamamlayan, parlaklık veren, değer ve canlılık katan renklere… Kırmızı-yeşil, mavi-turuncu, sarı-mor… Bu anlamda yeşil ile kırmızıyı somutlaştırdık. Mavi ile turuncu içinse günbatımını düşününüz. Bir yanda mavi gökyüzü, havanın da kararmasıyla morarmaya başlar; diğer yandan da akşam güneşi rengini atar, kızarıklık kaybolurken turuncuya dönüşür. Mor ile turuncu sarmaş dolaş olur. İki rengin bütünleşmesiyle de tatlı bir görüntü ortaya çıkar. Bazı sanatçıların “mavi-turuncu” ismini markalaştırmaya başlamasında da aslında sanatsal bir düşünce yatar.

Bir de kırları düşününüz. Pastoral renklerle kaplı alanlar… Bu alanlarda bazen sarı ve mor çiçekler (leylaklar, papatyalar, düğün çiçekleri) güzel bir albeni oluştururlar.

Sanatta başlayan kontrast, gücünü doğadan alır. Hayatımıza giren ve bazı gerçekleri ifade eden “Her şey zıddıyla kaimdir” şeklinde bir söz vardır. Allah dostu Veysel Karani, bu gerçekliğe “Hakk’ın rızası zıtlıklardadır” sözüyle işaret etmiştir.

İnsanların yapmak istedikleri işlerde farklı alternatifler denedikleri gibi, kuvveden fiile uzanan bir çizgi vardır. Bu sebeple beşeriyetin en muhtaç olduğu iki temel saik vardır: Biri manen, diğeri de madden iyi olmak... İyi olmanın, hem aile, hem de toplum içinde mazbut kalmanın yolu, manen arınmak ve insanlarla iyi geçinmektir. Bütün mesele Yaratıcı’ya yönelmek ve insanlarla Allah’ın selâmıyla iletişim sağlamaktır.  

Selâm ile varılan huzur    

Selâm, Müslümanların en iyi (ve etkili bir) iletişim yöntemidir. İnananlar arasında selâmın fevkine varan, idrak eden, mutlak surette huzuru görür. Rahata erer. İyi ve yerinde yapılan iletişimle birlikte insanlar, hayatın derinliklerinde yatan hazza vasıl olurlar. Çünkü selâm, en verimli bir muhabere ve sonrasında başlayan musafahadır. Selâm verme ve akabinde yapılan musafaha, yani tokalaşma, kucaklaşma, birbirine güler yüz gösterme, İslâmî kardeşliğin bir icabıdır. Bu davranışların tamamı sadakadır ve ibadet olması sebebiyle insanın ömrüne ömür katar. Sevgili Peygamberimiz (sav), "İki Müslüman karşılaşıp musafaha yaparsa, Cenab-ı Hakk, onlar ayrılmadan her ikisinin de günahını bağışlar" buyurmaktadır.

İnsanların içine düştükleri birbirinden girift hâller, negatif bakış açıları ve zanlar, toplumda içinden çıkılmaz bir durum ortaya çıkarıyor. Her şey iki güzel cümle ile başladığında yüzler birden aydınlanıverir. Filhakika, insanın içine aydınlık düşmeyegörsün…

Selâm vermek neden huzur verir? Neden insanı içinde bulunduğu karamsar hâlden başka bir âleme sürekler? Cevabı elbette çok basittir: Çünkü selâm, “güven, huzur, selâmet, sağlık, barış, rahatlık, iyi sonuç, kurtuluş ve en güzel dua” demektir. Eğer bir kimse birine karşı ihtiramda bulunmak ve o kişinin sevgiyle bakmasını istiyorsa, Allah’ın selâmını eksik etmemelidir.

Selâm sadece bu güzelliklerden yekpare bir hâl de değildir. Selâm, kalplerin de yumuşaklık kazanması demektir. Fakat beşeriyet, kendini yükselten değerleri terk edegeldiğinden olumsuzlukları yaşar olmuştur. Kararan ruhlar, fırtınaya yakalanan yelkenliler gibidirler. Sizlere kötü davranışlarda bulunan, eğik bakan gözleri fenalıktan çevirmek her ne kadar zor olsa da daima iyi niyetinizi ve davranışlarınızı göstermek olmalıdır. Sizi üzerler, sıkıntıya düşürürler, belki de sizlere yapmadıklarını bırakmazlar, “sabır” denen denek taşı çatlar da nihayetinde; ancak itidalli olmak ve zarar görmeden mukabelede bulunmak gerekir. Yine de bir çıkış yolu bulunamıyorsa, en doğru olanı Allah’a havale etmektir. Hz. Mevlâna, fena kişiler için şu yerinde sözü söylemiş: “Eğer sizi üzen kişilere hâlâ selâm verebiliyorsanız, bu, vicdanınızın sadakasıdır.”

İletişimde gereklilik

Her şey iyi ve güzel olana bakar, ama kötü olanı görür. İnsanlar birilerinden bekliyorlar, istiyorlar ki, “O birileri bize güzel sözler söylesinler, hatırımızı sorsunlar, derdimize çare olsunlar, feragat ve fedakârlığın destanını yazsınlar, umulmadık bir anda selâm göndersinler, daima bizi arasınlar”… Daima karşı taraftan beklentiler… Ve fakat dünya gittikçe nankörlüğün batağına saplanmaktadır. Değerleri elinden alınan veya bu değerleri kaybeden, insanın kendisinden uzaklaşmasıdır. Bu bir kaçıştır! Âdeta kendisini tecrit ediştir! Sevgi, saygı ve aile bağlarının çözülmesi bu kaçışları hızlandırıyor. İmkânı olanlar dinî bayramlarda huzuru tatillerde arıyor. İmkânı olmayanlarsa kahve köşelerinde arabesklerin namelerinde…

Yukarıda zıtlıklardan söz ettik. İyi-kötü, güzel-çirkin, mutluluk-hüzün, siyah-beyaz, gece-gündüz, acı-tatlı… Bu kelimeler, kavramlar da olsa uzar gider. Birbiriyle var olan kelimeler, değerler veya değersizler…

Siz ne kadar mükemmel bir düşünce içinde olsanız da, bu kelimelerin zıtlarını yok etseniz de, insan hayatı tek taraflı şekilde yine mutluluklardan uzak kalacaktı. Hayatta çalışmadan mutlu olmak diye bir şey yoktur. Kazanımınız sizi güçlü kılar. Huzur bahşeder. Gelecek kaygısının olması, miskinliği ve kaderciliği bertaraf eder. İnsan âleme bir gaye üzere gönderilmiştir. Gaye de, amaç da, erek de hayatın iletişimin gerektiği hâl üzere nail eylemektir. Sırf bir amaç olmaksızın yaşamak neye yarar hiçliğin kitabını yazmaktan başka? Gelecek için, geleceğe göre, Allah rızasınca yaşamak… Bütün arzu bu olmalıdır!

Gelecek nedir, ne olmalıdır? İlk başta beşeriyetin madde âlemiyle müşerref olması mı, yoksa daha da ötesi mi? Elbette maişet kaygısı insanın kuşkusuz ömrü boyunca büyük emek ve umutlarını temsil eder. Fakat aslî unsur bu değildir; bir ömürlük saadettir!


Edebî metinlerde “zıtlık” kavramı iletişimi gösterir

Edebiyatımızda, bazı şiir ve hikâyelerde ve özellikle de romanlarda “zıtlık” kavramı insan hayatını anlamak açısından önemli bir yer tutar. Kendine yetmediği için çatışmalı bir varlık olan insan, farklı yönleriyle kendi içinde ve toplum içinde karşıtlar oluşturulmak suretiyle konu edinilir.

Edebiyatımızda da bir ömürlük saadetin kapısını aralayan sırlanmış cam fanuslarına nakşeden, ilmek ilmek dokuyan mısralar vardır. Tıbbiyeli şair Ahmet Tevfik Ozan’ın mısralarında manevî derinlikler yer alır. Hayat mücadelesinde çekilen sıkıntılar, zahmetler tavsif edilir.

Hayat her yanıyla güllük gülistanlık değildir. Bu bakımdan iki dörtlüğünü alıntıladığımız şair, “Bir Ömürlük Kış” şiirinde şöyle sesleniyor: “Her kış, bir baharın ak sevincidir./ Bu ömür kışının baharı nerde?/ Yalnızlık, denizde inci incidir./ Burada yalnızlık, bir ateş perde!/ Gün olur, nur yağar; bu dert biter mi?/ Bir mezarda yeşerir mi çiçekler?/ Ağlar belki, lâkin o yaş yeter mi?/ Mahzun mahzun iç çeker mi çiçekler?”

Hayatta neye nasıl vasıl olunacağı gayet güzel tasvir edilmiştir. İnsan ömrü daima baharı yaşamak ister. Kıştan kaçar. Çünkü kış demek, “soğuk, durağanlık, hareketsizlik hâliyle âdeta tabiatın ölü yanlarını işaret eder”. Ama bahar öyle değildir. Hayat yeniden canlanır ve şenlenir. Dallar yapraklanır, çiçekler tomurcuklanır, kelebekler daldan dala konar. Doğanın her köşesinde yeniden diriliş başlar. Şair sembollere sığındığı şiirinde zıtlıklarla hayatın en güzel ve anlamlı yerine vurgu yapar: “Her kış, bir baharın ak sevincidir.”

İkinci mısrada ise gerçek hayat vardır. Yani ölümden sonrası… Şairin diğer kıtasında iç çekişlere yer verdiği mısralar, bugün yaşananlara bir nazire ve cevap niteliğindedir.

Şurası bilinmelidir ki, insan düşüncesi, gönlü ve aklı çiçeklerle bezenmediği takdirde, yaşamanın ne hazzına varılabilir, ne de asıl gayeye vasıl olunabilir. Gözyaşları beyhude akar insanlığın. Amaçsız hayatın hiçbir etkisi de olamaz.

Kişisel gelişim uzmanı genç bir yazar olan Hint kökenli ve Kanada doğumlu Robin Sharma diyor ki, “Yaşamın en temel hedefini, potansiyelinin zirvesine erişmek, başkalarına hizmet etmek, başkalarının yaşamında fark yaratmak, kendinden daha önemli şeyler için yaşamak olarak belirle!”.

Mutlu olmak için yaşayan bizler, başkalarına hizmet ederiz. Çalışmalarımız kendimize dönük sonuçlar verir. Ancak başarıda başkalarının etkisini de gözeterek, başkalarının da işlerini yaparak veya kalkınmalarına katkı sağlayarak (diğer yandan kendimiz de kalkınmaya çalışarak) kendi potansiyelimizle o işleri yaparız. Toplumsal bir katkı da sağlarız.

İslâm dini, insan hayatını toplum merkezine alan cihanşümul bir dindir. Fertler kendi ailesinden başlamak suretiyle su üzerindeki dalgalar mucibince genişler. Her insanı önemser. Birlikte olmasını, hayırda yarışmasını, kalkınmasını, zayıfların ve güçsüzlerin ellerinden tutulmasını, eşit ve adil olunmasını emreder.

Başkasını düşünme, yardım etme temeline dayanan gayeler insanları hep canlı tutar. Heyecan verir. Coşkuyu, hayatın enerjisini artırır. Bu yüzden de yardım etme amacı taşıyanlar sabırlı ve dinamiktirler.

İletişimle başlayan, sevgiyle dokunan müşfik, munis ve cana yakın eller her mevsimi bahara çevirirler. Gülünce gözleri de güler. Çünkü insanlığa adanan yüzlerin sevinci, üzüntüsü ve dostluğu vardır. Bu dostluklar da ahlâkî gerekçelere dayanır. Ahlâk, kendisiyle bütünleşip başkalarıyla kaynaşmaktan geçer. Kardeşini, komşusunu, ötekini düşünmekten geçer. Böyle bir ahlâk anlayışı ve de sevgi ve dostluk, içgüdüsel tavır, sembolik davranış ve sahtelikten uzaktır.

Sadece bir selâm ile başlayan imanlı, iradeli insanların güçlü inancı vardır, sevgileri ve dostlukları tamdır. Onların sevgisi ve dostluğu kişisel değil, ilke eksenlidir. Bir gayesi olan insan, imanlıdır. İnanç ise kişiyi harekete geçiren en önemli güçtür. Allah rızası gözetilerek yapılan doğrular ve iyilikler, onların doğru, iyi ve gerekli olduğuna inanıldığı için yapılırlar ve ümit edilirler. Bizler de ümit ediyoruz ki, kalpleri yumuşatan, sevgileri yerleştiren, kâinatı yoktan var eden, yaratan, sayısız güzellikler bahşeden ve nimetlerle donatan güzel Rabbimizin selâmı dillerden eksik olmasın!