İletişimin ahir zamanı

Doğal olarak bu evrensel mesaj, her yıl hac döneminde Hicaz bölgesine gelen cümle âleme iletilmekteydi. Onlar da “tabiatı gereği ve İlâhî bir kolaylama anlamında ezberlemesi zaten olağan içi olan bunca mesajı” akıl defterlerine yazıp gittikleri yerlere taşıyorlardı. Yani İslâmiyet, iletişim çerçevesinde kendi zamanının en işlek merkezinden neşrediyordu mesajını.

ÇOĞU kez yaptığımız gibi yine konuya çok uzaklardan girelim; yani bugünkü gibi bir sosyal medyanın olmadığı dilimlerden… Ya da ahir zamanın bir öncesi ya da başladı başlayacak olduğu aralıktan...

Madem başlıkta “ahir zaman” dedik, makalenin başlangıcında da bir postülatı ortaya koyalım ve ilk cümle olarak diyelim ki, “Ahir zaman, nübüvvetin bittiği peygambersizlik zamanıdır”.

Evet, vecizeye benzeyen bu cümleyi postülat kılan retorik ruh da nazarımızda Son Nebî’nin, “ahir zamanın başlangıcı veya kıyametin ilk alâmetinin, Bizzat Kendisi olduğu” mealindeki hadîsi. Zannediyoruz, iddia ve hadis sahih olsa gerek.

Burada aklımıza bir sual takılmakta: Zamanın ahiri ile nübüvvetin hitamının çakışması, herhangi bir tarife ihtiyaç duyar mı?

Cevaben denilebilir ki, “Peygamberliğin sonlanmasının üzerinden yüz veya iki yüz yıllık bir zamanın geçmesi ve bu kısa aralıkta herhangi bir nebi ya da resulün gelmemesi veyahut gecikmiş olması doğal bir durum sayılır; ancak aradan geçen zamanın bin 500 yıl olması ve bu ‘boş zaman’ın nereye kadar uzayacağı da bilinemezken, insan ‘ahir zaman’ diye bir dilim nedeniyle risaletin noktalanmasının ilişkisini anlamakta zorlanıyor doğrusu, ama böyle!”.

Buradan hareketle, “Uzak uzak zamanlarda, iki elçi arasında bin 500 seneye varan, hatta bu süreci geçen boşluklar olmuş mudur?” diye soracak olsak galiba cevap “Hayır” olurdu. Bizim kesin olarak bildiğimiz aralık, Hazreti İsa ile Sevgili Peygamberimizin doğumu arasındaki süre. O da belli: 570 (571) yıl…

“Bu iki Resul arasındaki süreyi ahir zaman saymak mümkün mü?” diye bir soru karşısında denilebilir ki, “Hayır sayılmaz! Gerçekte de sayılmadığı gibi”. Çünkü bu süre, yeni bir peygamberin gelmesini gerektireceği gibi, gerektirmeyebilir de. Belki geçmişte de gerektirmemiştir. Çünkü zamanın çok yavaş işlediği ve değerlerin uzun zamanda eskidiği geçmiş çağlarda “İlâhî mesaj”, uzun sürelerde geçerliliğini koruma imkânına sahipti. Bir dağ köyünde veya küçücük bir klan arasında olsa dahi özgünlük korunabilirdi. Çünkü mesajı geçerli ya da geçersiz kılacak haberlerin yayılma hızı ve yayılma alanı şimdikinin çok çok gerisindeydi. Bu nedenle fikirlerin ya da inançların eskimesi, epey bir zaman almaktaydı ya da alabilirdi, hatta almalıydı.

Buna karşın, görüyoruz ki geçmiş zamanın bir özelliği de aynı zamanda birçok peygamberin devirlerinin çakışması olarak karşımıza çıkmakta. Bu durumun elbette birçok nedeni olabilir ya da “İlâhî murâd” öyle gerektirmiştir; ama yine de temel olarak neden hakkında “iletişimsizlik zafiyeti” denilebilir. Bu yüzden de bir bölgede çıkan peygamberin mesajının kendi bölgesinden çıkıp uzaklara taşınması epey bir zamanı gerekli kılmaktaydı. Hatta bazen imkânsızdı da diyebiliriz. Bu nedenle aynı dağın iki yüzündeki iki ayrı kasaba ya da yerleşim yerinde aynı anda iki peygamber olması doğaldı. Var olduğu ihtimâli de yüksek. Meselâ Hz. İbrahim ve Hz. Lût… Aynı zamanda akraba da olan bu iki elçi, iki komşu yerin peygamberleriydi. Daha da ötesi, Hz. Musa ve Hz. Harun kardeşti ve aynı anda aynı toplumun peygamberleri oldular. Başka örnekler de var.

Elçi göndermenin sebebi ne olsa gerek?

Bir başka soru da şu: Ahir zaman karakteristiği, peygamberlere ihtiyaç duyulduğu dönemlerdeki dünya şartlarıyla karşılaştırıldığında, “Gayretullah’a dokunma” anlamında daha mı uygun ki elçi silsilesi sonlandırılmış oldu?

Bu sorunun cevabı olarak teorik kanaati söylemeden önce tarihe de bakmak gerekmekte. Peygamberleri birer ihtiyaç hâline getiren şartların başındaki ölçü olarak, insanlığın tam mânâsı ile yıkımı ve yaşanan mezalimin doruğu anlamında bir devir aramak gerekirse karşımıza neler çıkar? Meselâ Dünya Savaşları böyle iki zaman sayılabilir. Tarihî bilgiler ışığında denilebilir ki, beşeriyetin yaşamış olduğu bu iki savaş, ahir zaman düzleminde olmuş durumda. Hem de öyle olmuş ki, iki savaşın toplam zayiatı 50 milyon insan! Ve onların çevrelerindeki yüz binlerce insanın hayatının altüst olmasına mâl olmuş vaziyette bu iki savaş. Ama buna karşın menfi gidişatın önüne geçecek, korkunç mezalimi durduracak, zalimi engelleyecek, mazlumun ahına karşılık verecek bir peygamber gelmiş değil. Ne 1. Dünya Savaşı'nda, ne de ikincinin sonunda…

Peygamberin gelmesini gerekli kılan ölçü “bu iki savaşta yaşananlar” gibi şeyler ise nerede elçi? Yok, eğer İlâhî mesajın gelişini yeniden geçerli kılacak şey medeniyet ve hayatın telef olması, ruhun ve genetiğin ifsatı ise, zirve hâli yine şimdi! Yani görüldüğü gibi her menhiyat ahir zamanda. Hani elçi?

Bu zaviyelerden başka, şu an aklımıza gelen ya da gelmeyen hangi hiza üzerinden bakılırsa bakılsın sonuç değişmiyor. Kesinlikle “evvel zaman”, içinde bulunduğumuz “ahir zaman”dan daha sabıkasız çıkmakta. Dediğimiz gibi, geçmişte bir hamlede 40 milyon insanı öldüren savaşlar yaşanmamış. İnsanın ruhuna ve hatta genetiğine bugünkü anlamda bir müdahaleden de söz edilemez. Ve hatta ahlâksızlığın da bu kadar geniş alanlarda ve kalabalık kitleler arasında yayıldığını söylemek mümkün değil. Peki elçi nerede?

Rivayete göre 124 bin küsurunun gelip geçtiği peygamberlik yolunun bazen komşu köylerde dahi yan yana elçilere rastlanıldığı da göz önüne alınınca, “ahir zaman”ın nübüvvet coğrafyasının bu kadar tenha, hatta ıssız olduğunu anlamaya çalışmak zorluyor insanı. Hâlâ kafamızda aynı sual: Neden?


Anlaşılmayan bir fark!

Makalenin ana başlığındaki sıfatından yola çıkarak “münafıklık” üzerinde duralım bir kuble. Önce yine bir soru: “Mümin” ve “kâfir” nitelemelerinin ortasındaki gri alana işaret eden “ikiyüzlülük” veya “münafıklık” kavramı, mutlaka Son Resul’den önceki Peygamberlerin lügâtlerinde da yer almış olmalı. Lâkin ne oranda? Yani bu kavramın üzerinde en fazla duran Resul ya da Nebî kimdi acaba? Cevap olarak “Elbette Hz. Muhammed!” desek, yanlış söylemiş olur muyuz? Kanaatimizce hayır! Neden dersiniz?

Hâddi aşan bazı densizlerin derekesine düşmekten Yüce Gaffar’a sığınarak söylemeliyiz ki, Yüce Resul, layıkıyla yaptığı İlâhî görev açısından asla bir nevi “postacı” gibi algılanamaz. Eğer hâd aşılır ve yapılırsa bu yakıştırma, O’nun Kutlu Zâtına ve kutsal vazifesine hakaret sayılır. Ama O, yine de bir elçidir, Allah’ın Elçisi…

Evet, Kendinden herhangi bir şey katmadan, Rahman’dan inzal olanı Allah’ın kullarına ulaştırmaktı O’nun görevi: Tebliğ etmek ve uyarmak… Devrin iletişim araçlarını kullanarak bittabiî…

Yakın çevreye ulaşmayı, zengin bir dilin hitap kıvraklığını ve Şahsının mahir hitabet gücünü kullanarak başarıyordu. Edebî bediatin şahikada olduğu Arap insanının gelişkin “kelâm estetiği”ne mevcut olan bilgi, beceri ve naiflik de “söz”e meydan vermekteydi. Ve sözün en güzeli ve kelâmın en kibarı da O’nda neşet etmişti. Devrin yüksek sanatına bir örnek olarak, her yıl hac zamanında, Kâbe duvarlarına yüksek seciyeli şiirler asılmaktaydı. Bir nevi duvar panoları misali… Bu şiirler çok katılımlı edebî yarışmalar neticesinde belirlenmekteydiler. Böylesi bir kelâm ve edebî sanat kalitesinde olup biten bir ortamdan söz ediyoruz. Ve bu kaliteye meydan okuyordu Hz. Muhammed’e inzal olan “Kutsal Kelâm-ı Kadim”.

Bakara 23 ve 24. ayette buyuruyordu ki Azze ve Celle, “Eğer Kulumuza indirdiğimiz hakkında şüphedeyseniz, haydi onun benzeri bir sure getirin! Ve eğer doğru söyleyenlerseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın! Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız-, o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! O ateş, kâfirler için hazırlanmıştır”. İşte böylesi bir meydan okuma!

Doğal olarak bu evrensel mesaj, her yıl hac döneminde Hicaz bölgesine gelen cümle âleme iletilmekteydi. Onlar da “tabiatı gereği ve İlâhî bir kolaylama anlamında ezberlemesi zaten olağan içi olan bunca mesajı” akıl defterlerine yazıp gittikleri yerlere taşıyorlardı. Yani İslâmiyet, iletişim çerçevesinde kendi zamanının en işlek merkezinden neşrediyordu mesajını. Hatta şunu söyleyebiliriz ki, o devirden önce gelmiş geçmiş Peygamberlerin dahi bu kolaylık ve hususiyette bir iletişim merkezleri olmamıştı. Geçmişteki herhangi bir peygamberin böylesine işlek bir Kâbe’sinden ve sayıları binleri aşan hacısından söz edildiğini dinler tarihi yazmıyor. Unutmuş da olamaz. Demek ki yoktu!

Kâbe’nin ikinci mimari olan Hz. İbrahim’in devr-i Nübüvvetinde bile böyle bir iletişim olanağından söz edilemez. Zaten yoktu. Evet, Kâbe’nin inşaatının ustası oydu. Bu bağlamda insanları “hacca davet eden” de oydu. Ancak ıssızlığın ortasına inşa ettiği “kare prizma” yapının damına çıkıp “yakın devir”in ilk çağrısını yaptığında, onu duyan sadece iki kişiydi: Eşi Hacer ve oğlu İsmail…

“Kutlu mesaj”ın ilk antenini kuran Hz. İbrahim, ahir zamana doğru seyreden “dördüncü boyut”un, iletişim teknolojisinin “proto hâli’”nin mühendisi olduğunu elbette biliyordu. Bildiği bir şey daha vardı: O, Son Nebî olmadığının da farkındaydı. Çünkü ondan “mesajı ve çağrı”yı ilan etmesini “Buyuran”a olan teslimiyetinde en ufak bir bit yeniği olmadığı hâlde, tenhaların tenhası “Mekke vadisi”ne bakıp içinden “Kim duyacak ki beni?” biçiminde bir umutsuzluk dalgası geçirdiği rivayet edilir. E haklı olsa gerek. Çünkü Halilullah her şeyi biliyordu ama “kitlesel iletişim”in alacağı boyutu bilmiyor olmalıydı. Hele karakteristiğini iletişimin renklendireceği “ahir zaman”ı bilmesi veya biliyorsa çapını tahmin etmesinin olanağı yoktu. Eğer olsaydı, “Kim duyabilir ki?” ifadesini asla geçirmezdi içinden.

İki önemli mesaja dair

Hazreti İbrahim'in Kutlu Kâbe'yi inşası ve “ilk çağrı”yı yapmasının üzerinden, insanlığın “ahir zaman”a ulaşabilmesi için 2 bin yıl geçti. Bununla beraber, başta “kutsal iletişimin ilk anteni” olarak sıfatlandırdığımız Kâbe’nin ilk peygamberi İsmail olmak üzere pek çok peygamber şereflendirdi yeryüzünü. Bunların neredeyse tamamı kutlu vazifelerini lokal boyutta yapabildiler. Bununla birlikte, yapabildikleri zamanla ve hatta mekânla sınırlı kaldılar. Zira “iletişimin ahiri”ne daha çok zaman vardı.

Sadece bunların aralarından iki tanesinin “bahtı açık”tı: Hz. Musa ve Hz. İsa… Ve bugün sadece onların isimleri ve kendilerini onlara intisap eden birer cemaatleri bulunmakta. Tabiî “İletişim enstrümanını sırf bu ikisi kullanabilmiş” diyemiyoruz; çünkü o ikisinin takipçileri olduğunu iddia eden iki grup ulaşmışlar “iletişim çağı”na ve seslerini zaman-mekân aşırı bir ölçüyle duyurabilmişler. Ancak “Musa ve İsa mesajı”nın aslını ve özgün hâlini görmenin imkânı yok. Her iki grup da şu an ciddî oranda tahrif edilmiş hâlde. Onları bu zamana taşıyan iletişim enstrümanları ne yazık ki, özgünlüğü korumaya yeterli bir sahihliğe sahip değillermiş ki yolculuk esnasında uhdelerindeki “kutsal mesaj”ın bozulmasını önleyememişler. Yani “yakın geçmiş zaman iletişimi”nin kullanımıyla taşınabilen “İlâhî mesaj”ın, ismi dışında aynı orijinaliteyle cisminin taşınmasına zaten imkân yoktu. Çünkü “ahir zaman iletişimi”nin koruma gücü ancak kendi zamanıyla sınırlıydı.


Son işaret

Ve Hz. Muhammed… Dedik ya, “O’nunla başladı ahir zaman (yani ‘antenler devri’ veya ‘kitle iletişiminin start aldığı vakit dilimi’”. Son Resul arzı şereflendirdiğinde, Kendisinden 2 bin yıl önce yaşamış olan büyük dedesi Hz. İbrahim’in diktiği ilk “kutsal mesaj anteni” Kâbe, artık zerre-i miskal kuşkuya mahâl vermeyecek ölçüde “vazife-i mukaddes”ini yapmaktaydı artık. Kemiyet ve keyfiyet olarak şahikada...

Devr-i Saadet’inde, O’nu duyan/işiten sadece iki kişi değildi dedesi duyanların sayısı gibi. Meselâ Veda Haccı esnasında, Arafat Meydanı’nda devesinin üzerinde doğrulup sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladığında 100 bini aşan sayıda insana hitap edebiliyordu. Bu ne demekti? Bir anda “Veda Hutbesi” adıyla meşhur kutlu mesaj, yüz bin yere, milyonlarca eve ve ev halkına taşınacaktı. Dalga dalgaydı çağrı artık. Yani iletişimin “altın çağı”ydı girilen. Ve aynı zamanda bu, “nübüvvetin sonu”, “zamanların da “ahiri” demekti.

Bir daha ve de teorik olarak söylemek gerekirse, bundan böyle iletişim, kendi zirvesindeydi. İletişim araçlarının koruyuculuğu mükemmeldi, hızları ise o zamana dek hiç olmadığı bir ölçüdeydi ve kapsama alanları da bütün dünyaydı. Denilebilir ki bu durumda, “Nübüvvete bir nokta konulmuş olmasında bir mahzur yoktu”. İşte o nokta, zaten zamanın sonunun da işareti, yani “ahir zaman”ın gerekçesiydi. Tam da öyle oldu!

Korunan

Ve bir gün Hz. Ebubekir “Eğer Muhammed’e tapıyorsanız, bilin ki O öldü. Yok eğer Allah’a inanıyorsanız, O ölümsüzdür!” diyerek hakikati ilan ettiğinde, geride O’na inen her harf, her hece, her kelime, her cümle (yani ayet ve sureler) hayattaydı. Bununla birlikte, dünya hacminde “ölümsüz” sayılabilecek bir mesajlar manzumesi olduğu gibi her biri sabit duruyordu. O Kur’an’dı. Artık ahir zaman da başlamıştı. Yani iletişim az buz değildi; istikbâl içinde daha da ivmelenecek olan kitle iletişimi, dünya yüzeyini antenler ormanına götürecekti.

Kısacası “mesaj” asla susmayacaktı. Akılalmaz bir ölçüde kolaylaşan iletişim sayesinde insandan insana, beldeden beldeye, ülkeden ülkeye akıp gidecekti. İnsanlar asla susmayacaklardı. Onlar sussa antenler taşıyacaktı mesajı. Antenler işlevsiz kalsa radyolar yüklenecekti görevi. Olmadı televizyonlar, internet, sosyal medya… Zira zaman “ahir”di ve “ahir iletişim çağı” başlamıştı. Belki bu nedenle peygamber gelmeyecekti. Çünkü “mesaj” ortada ve ilk günkü gibi tazeliğini korumaktaydı. Günbegün artan bir sağlamlıkta korunacak ve her yerdeydi, her yerde olacaktı, öyle de oldu.

Son söz

Dediler ki bir ara, “Ahir zamanın Deccal’i ‘medya’dır”. Bu yaftalamanın adaletli olduğundan kuşkuluyuz. Hatta buna “haksız bir isimlendirme” ve “yargısız infaz” da diyebilirim. Elbette “iletişim” denen zaruretin gerektirdiği enstrümanların en gelişkini olarak medya ve onun aparatları, tanıdıkları kolaylıklar nedeniyle kötü niyetlilere de açmış olabilir kapısını. Hem de ardına kadar… Ve her türlü mesaja, fikre ve zikre fırsatın şahikasını vermiş durumda. “Aynı fırsat müspet düşünce ve pozitif güç için de geçerli, hatta daha da fazla” demenin bir mahzuru da yok.

Hülâsa böylesi bir ortamda, yani “antenler çağı”nda (zaman ahirinde) ve ahir zamanın iletişimiyle iyi ya da kötünün harman olduğu bir ortamda yaşayan insanlık, her şeyi evinin içinde, hatta avucunda görebilecek. Bu arada asıl göreceği şey ise “mukayese zenginliği”.

Bununla beraber, aynı zamanda kötü olan her şeyin eskidiğini ve yok olduğunu da müşahede edebilecek. Aynı zamanda sahihlik ölçüsüyle alanda bit tek olan İlâhî mesajın her daim kendini “ilk günün tazeliğinde sabit olarak” silikon zerrelerinde dahi kopya etmeye devam ettiğine de şahit olacak. Kısacası zaman “ahir”, fakat iletişim ve mesaj asla ahir değil. Zaman günbegün azalırken, iletişim olanakları güçlenerek artmakta ve mesaj daha çok noktaya ulaşmakta. Yani bir bakıma nübüvvet değilse bile nübüvvetin meyvesi hayatta ve artık her yerde.