“TATMAYAN bilmez, dokunmayan
hissetmez, görmeyen inanmaz” denir bazen. Acaba kastedilen, “Bir başkasının
yaşadıkları yetmez bize, bizim de yaşamamız gerekir her şeyi her şeyden önce” şeklinde
midir?
Örneğin
çocuklarımız… Onlar, bizim hayatımızın bastığı yerlere bakarak iz sürebilirler
mi acaba? Yoksa kendi ayak izlerini bırakarak mı devam ederler yola? Meselâ
çocuklarımızın, bizim yaşadığımız ve bedelini ödediğimiz şeyleri tekrar
yaşamamaları için bazı şeylere dokunmamalarını, tatmamalarını, görmemelerini
isterken doğru yapmış oluyor muyuz? Yaşadığımız şeyleri dinleyerek aynı anlama
eremezler mi acaba?
Bir
başka açıdan kendimize soralım: “İnsan şiir, roman, hikâye okuyarak hangi
anlama erer ki? Erer mi? Resim sergisi gezerken, film seyrederken hangi anlama
ereriz? Bir de “ermiş” deriz bazıları için. “Ermiş” deyişinin içine, erilecek
çok şey yerleştiririz bir de. Çünkü insan için “anlama ermek”, her şeyin başı
gibidir.
Anlama
ermeyi ve daha sonra bunu paylaşmayı betimleyelim yeri gelmişken…
Kurgulayalım
meselâ ve diyelim ki, “Çocuğumuz sobaya dokundu ve bir ‘anlam’a erdi”. Çünkü
“dokunma”nın onun bedeninde ve psikolojisinde yaşattığı “gerilim”i hissetti ve
bu gerilim onun canını yaktı. Tekrar sobaya bakınca, erdiği ilk anlamı kavradığı
hâliyle kurguladı tekrar ve bunu bir sembol ile (örneğin harflerle) bir kelime
olarak adlandırdı: “Acı”…
Çocuk
bundan sonra soba ile kendi arasında harfler üzerinden bir “iletişim” kurmuştur
artık. Bir daha dokunmak istemeyecektir sobaya; çünkü iletişim kurmak,
etkileşimi tekrarlamayı gerektirmez her zaman. Üstelik acı veriyorsa…
Sobaya
hiç dokunmamış bir çocuk merakla yönelse aynı sobaya, tecrübeli çocuk uyarsa
arkadaşını ve seslense ona: “Acı!” Acaba bu kelimeyi, yani “acı”yı duyunca veya
okuyunca ikinci çocuk, diğeriyle aynı anlama erer mi? Diyelim ki “Acı nedir?”
diye merakla sorsa, tarifi yapılabilir mi ki?
O
zaman bir “iletişim” metaforu olarak, sobaya dokunmanın “acı” kelimesiyle
taşıdığı bir anlam var: “Yaşandı”!
Çoğu
zaman “konuşmak” ile “iletişim” arasındaki fark ve inceliği unuturuz. Konuşmak,
kelimeleri anlamaktır; iletişim ise kelimelerin anlamında taşınan “yaşanmışlığı”
fark etmektir. O nedenle konuşmak, ama iletişim kuramamak mümkündür.
Nitekim
bu noktada, temel bir ayrım yapmamızda fayda var. Bir lisanın (örneğin Türkçenin)
anlamı ile yaşanarak elde edilen anlamı ayırt etmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla
dinlediğimizde veya okuduğumuzda anlamayı iki aşamalı fark etmek durumundayız:
“Kelimenin anlamı” ile o anlamın -âdeta sırtında taşıdığı- “yaşanmışlık anlamı”…
Bu
bağlamda yaşanmışlıktan damıtılmış “anlam”, insandaki bellek-hafıza ile
ilgilidir ve bilinci de inşa eden bir edinimdir. Bu tecrübeyi harflere
döktüğümüzde ortaya çıkan “acı” kelimesinin tarifini içeren “acı: (…)” tanımı
ise, konuşmayı sağlayan “lisan” ile ilgilidir. O zaman şu cümle, tecrübeden
yararlanmak noktasında önem arz edecektir: “Aynı lisanı kullanmak ve konuşmak,
‘iletişim’ için yeterli değildir. İletişim için konuşmak, sadece bir ‘ilk adım’dır!”
İletişim
ile “tecrübe” arasındaki ilişki, etkileşim ve bütünleşik roller önemlidir.
Çünkü iletişim, zamanla elde edilebilecek bir deneyimdir. Örneğin bu deneyimi
en iyi betimleyen repliklerden biri, “iletişimin çağdaş kulvarı olan “sinema” kültürü
üzerinden verilmekte ve “Gerçek hayatla filmlerdeki farklı!” denmektedir. Veya “Okuyamadık
ama feleğin çemberinden geçtik biz!” derken de aynı deneyime gönderme vardır.
Bir
başka açıdan bakıldığında “Hayata atılmak…” veya “Seninkisi de hayat mı
kardeşim?!” yahut da “Soluk alıp vermek hayat değildir!” derken, hepsi de “sobaya
dokunmak” gibi devşirilmiş bir kazanıma işaret edilir. Nitekim “yetişkin”
olanların çocuk ve gençlere kıyasla iletişimlerinin güçlü olma sebebi de bu
deneyimdir.
Filtreli
iletişimden adalet, kalkınma ve ahlâka
Deneyim
vurgusu, iletişimle konuşmayı değil, iletişimle bilinci yakınlaştırır.
Dolayısıyla “ebeveynlerle çocukların iletişimi” derken kastedilen, ebeveyndeki
bilinci çocuklara aktarabilme yetisidir.
Bilinçli
olmayan bir aile, sadece çocuğunun konuşması ile ilgilenir. Oysa bilinçli bir
aile, konuşmaktan çok iletişim içinde olmayı önemser ve iletişimin gereğini
yerine getirir; ebeveyn, hayatı bir “anlamlar bütünü” olarak kavratmak ister. Bilinçli
aile, “anlam” edinimini çok önemsediğinden ötürü kelimeleri özenle seçer,
dokunulacak şeylerin izini sürmeyi ve tavsiye veya uyarı diyalektiğini önceler.
Hatırlanacağı
üzere, “aile içi iletişim” ifadesi de konuşmayı değil, anlamlar arası köprü
kurmayı ve anlam zincirini hayat gerdanlığı yapacak şekilde örmeyi betimler.
Soba metaforunda olduğu gibi, dokunulduğunda beden, psikoloji ve bellekte
oluşan “anlam”ı iletişimin motoru kılmak o kadar önemlidir ki, insanın
kendisiyle, toplumla ve dünya ile iletişim içinde olmasının önkoşulu
olmaktadır.
Zengin
ve fakir arasındaki iletişim sorunu, bilen ile cahilin arasındaki iletişim
krizi veya farklı kültürlerden gelenlerin iletişim kazası, özünde, anlam
uyumundaki makastan kaynaklanmaktadır. Öyleyse iletişimi güçlü birey, toplum ve
çevre, anlamları benzeştirmeye dikkat etmeyi gerektirir. Adalet, kalkınma ve
ahlâkın yaygınlığı da iletişim gücünden beslenmektedir.
Öyleyse adalet, kalkınma ve ahlâk, konuşarak değil, iletişim ile gelebilir!