BİZİM irfânî
geleneğimiz, olayların seyrini farklı bir açıdan bakarak değerlendirir. Bu
değerlendiriş biçimi, bizim aklî ve zihnî verilerle yaptığımız değerlendirmeden
çok büyük farklılıklar gösterir.
Bu
durum bizim aldığımız eğitim sistemiyle eskilerin içinden geçtikleri terbiye
sisteminin taban tabana zıt olmasından kaynaklanır.
İrfânî
bakış açısı insanı özne değil, nesne olarak ele alır. Olayların seyrindeki
gizli özne Cenâb-ı Allah olduğu için fail-i mutlak da Cenâb-ı Hakk’tır.
Bu
anlayışa göre olayları biz üretmeyiz, bilakis olaylar bizi üretir. Yani insanın
bir durum karşısındaki pozisyonu ile ortaya çıkan herhangi bir olay, eş
değerdir. O da nesnedir, bu da nesne.
İçinde
bulunduğumuz dünyayı ve dünyanın muhtelif yerlerinde cereyan eden hâdiseleri bu
bakış açısına göre değerlendirdiğimizde, daha farklı ancak şaşmaz sonuçlara
ulaşırız. Çünkü bir olayı irfânî bakış açısına göre değerlendirdiğimizde bir
ölçüde ölümsüz ve bâki olan prensiple temas etmiş oluruz.
Şimdi
bu bakış açısına göre ülkemizin içinde bulunduğu durumu ele alalım: Bugün
itibarıyla Türkiye’nin, yaşanan olaylar eliyle dört noktada bayrak göstermeye
itildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki Irak ve Suriye kuzeyi, ikincisi
Akdeniz, üçüncüsü Libya ve dördüncüsü de Azerbaycan’dır.
Türkiye’nin
yüz yıllık içine kapanmışlığından çıkarılıp bu noktalara sevk edilmesi mevcût
gerçekliği aşan daha büyük bir gerçekliğin murâdı olarak ortaya çıkan bir
durumdur. İrfânî mirasımız, zulmün ve adaletin nöbetleşe hüküm sürdüğünü
söyler. Çünkü âlem, zıtların arasından kavranır. Zulüm olacak ki adalet
anlaşılsın, adalet tavsayacak ki zulüm hüküm sürsün.
İçinde
bulunduğumuz zaman itibarıyla olayların eli, zulmün hükümranlığına son vermek
üzere harekete geçmiş ve bu son verme hareketinin bayraktarı olarak da bu
milleti seçmiştir.
On
yedinci yüzyıldan itibaren ön plâna çıkmaya başlayan Batı medeniyeti Hakk’tan
kopuk bir medeniyet olduğu için, süreç içerisinde bir zulüm, inkâr ve yok sayma
medeniyetine dönmüştür. Bu yükselişin nedeni, adalet ve vicdan merkezli
anlayışın tavsamasından dolayıdır.
Dünyanın
nizâmı bir oluş ve yok oluş sistematiği ile ilerlediği için, adalet ve insafın
çağı, yerini dünyayı üç asırdır boğan zulme bırakmıştır.
Ancak
devran yeniden dönmüş ve bugün itibarıyla olayların eli, bir tür firavunluk
olan bu zulüm çağını kademe kademe geldiği yere doğru itmekte, ondan boşalan yerlere
de adalet ve ümit tohumlarını yeniden ekmektedir.
Kuyunun
çıkrığı sarılıyor!
Bugün
itibarıyla zulüm döneminin surlarında gedikler açılmaya başlamıştır. Asıl
sevindirici olanıysa, dünyayı kuşatan bu zulmü durdurma ve geriletme görevinin,
olayların eli vâsıtasıyla Türkiye’ye verilmiş olmasıdır.
Olayların
bu tür geliş ve gidişlerinin arkasında insanın mevcût duyularla
algılayamayacağı hikmetler gizlidir. İlâhî irade, insanlığın azgınlaşması
karşısında bu azgınlığa set çekecek ve bu azgınlığın yerine sulh ve esenliği
ikâme edecek bir işleyişi olayların eliyle oluşturmaya başlamıştır.
İlâhî
murâd, zulmetin gelmesini isterse zulmetin önünde hiçbir güç duramaz ve zulmet
dünyayı örter. Nitekim insanlığın vicdanı olan İslâmiyet, kendisini temsil eden
ülkelerdeki tavsama ve gevşeme nedeniyle 17’nci asırdan itibaren gerilemeye
başlamış ve Batı’nın zulmü İslâm dünyasının alanını daralta daralta, nihâyet
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen bitirmiş ve onu Yûsuf (as) gibi kuyuya
atmıştır.
Zulmün
hâkim olmasından murâd, adalet ve insafın özlenen ve aranan yüce değerler hâline
gelmesidir. Bunlara bugün olduğu gibi insanlığın topyekûn özlem duymasından
itibaren zulüm çağı, olayların eliyle durdurulmuş ve yüz yıl önce kuyuya atılan
insanlık vicdanı tekrar kuyudan çıkmaya başlamıştır.
Şimdi,
mevcût konumda Batı’nın ve bâtılın hegemonyasına “Dur” diyecek tek ülke vardır,
o da Türkiye’dir. Nitekim “Dünya beşten
büyüktür” demek, zulme ve sömürüye “Dur” demekle eş anlamlıdır.
İlâhî
irade, bir döneme son verip öbür dönemin önünü açmak istediğinde akla hayâle
gelmeyecek kadar sebep yaratarak dönüşümü başlatır.
Bu
bağlamda Türkiye’yi ele alalım: İnsanlığın en âdil devletlerinden biri olan
Osmanlı’yı kaybedeli yüz yıl oluyor. Zulmün, sömürünün ve inkârın medeniyeti
Batı, bizi yüz yıldır kuyuya attı. Başımızı sınırlarımızdan çıkaramadık.
Zihnimizi ve gönlümüzü onların pozitivist ve materyalist kavramlarıyla
doldurduk. İrfânî damarımızı kestikleri için, dünyayı bize telkin edildiği gibi
yorumlamaya başladık. Hâsılı Batı, süreç içinde bizi ve İslâm dünyasını mankurtlaştırıp
kullanışlı köleler hâline getirdi.
Fakat
dünya zulümle âbâd olacak değildir. Nöbetin bir gün adâlet tarafına geçeceği
aşikârdı. Batı bizi yüz yıl sınırlarımız içine kapatmakla yetinmedi, bu
sınırlarda da rahat vermemek için PKK ve türevi sol örgütleri üzerimize salarak
bizi sınırlarımız içerisinde bölüp parçalamak ve ayağa kalkamayacak hâle
getirmek istedi.
Ancak
zulmün, hilenin, kalleşlik ve ikiyüzlülüğün de varıp duracağı bir hudut vardır.
Aynen öyle oldu ve bölüp parçalamak istedikleri bu ülke, iki bin yıllık bir
ordu geleneğine sahip olduğu için yurdunu, onurunu, milletini ve dinini
savunmak gibi bir reflekse sahipti ve derhâl bu refleksi harekete geçirdi.
Onlar
üzerimize gelip bizi yıkmak istedikçe direndik ve ayağa kalktık. Önce elli
yıldır kılcal damarlarımıza kadar soktukları Atlantik ittifakının hainlerini
temizledik. O yapıların temizlenmesi bizi güçlendirmeye başladı.
“FETÖ”
denen Atlantik ötesinin kuklalarından arınınca PKK’nın üzerine daha etkili
gitmeye başladık. Terörle kırk yıldır yaptığımız gölge boksundan vazgeçip ringe
gerçek mânâda girdik ve terörü ringden yani hudutlarımızdan dışarı attık.
Aslında
15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi, İlâhî iradenin bizim önümüzü şer
görüntüsüyle açtığı bir rahmet oldu. Bağımsızlığımızı kan ve can bedeli
ödeyerek yeniden kazandık.
Ülkemizi
gerçek mânâda savunabilmek için hudutların dışına çıkmamız gerekiyordu, çıktık.
Kuzey Irak’ta ve Suriye’de ülkemizin altını oyacak kukla terör devleti
projesini çöpe attık. Gördük ki, bu kukla devleti denize indirmek istiyorlar,
deniz yetki alanımızı belirledik ve onun hukukî statü alması için Libya ile
anlaştık. Suriye ve Libya’da hiç kimsenin tahmin etmediği bir biçimde tutununca
kararlılığımızı tavsatmak için Azerbaycan’daki can damarımız olan petrol ve
demiryolu hatlarımıza saldırdılar ve Akdeniz’de üzerimize geldiler.
Böylelikle
zulmün karşısında adaleti yüceltmek isteyen İlâhî irade, olayların eli
vasıtasıyla bizi başta söylediğimiz bu dört noktaya taşıdı. Şurası kesindir ve
tekrarlamakta fayda vardır: İlâhî irade kaosu murâd ederse, kaosun karşısında
hiçbir güç duramaz. Nitekim öyle oldu ve kaos dalgası yirminci yüzyılın
başından itibaren insanlığı kastı kavurdu.
Bunun
tersi de geçerlidir. İlâhî irade nizâm ve adâleti tesis etmeyi murâd ederse,
onun karşısında da hiçbir güç duramaz. Nitekim karşımızdaki güçler, bir araya
gelseler bizi bir kaşık suda boğacak bir güç ve servetin sahibi oldukları hâlde
karşımızda duramıyor ve durdukları yerde de bizim ilk hamlemizde saman
çuvalları gibi devrilip gidiyorlar.
Bu
durumdan da anlaşılacağı üzere, bu ülke, yukarıda zikrettiğimiz dört önemli
noktaya, dört önemli cepheye ve dört hususî kapıya olayların eliyle İlâhî
iradenin murâdına uygun olarak çekilmiştir.
Hazret-i
Yezdân, bize ve bizim şahsımızda mazlumlara zafer vaat ediyor ve yol haritamızı
da -şartlar ne olursa olsun- geri dönmemek üzere çiziyor. Bize düşen,
bulunduğumuz noktaları terk etmemek, beklemek, güç biriktirmek ve ileri doğru
hareket etmektir.
Tuhaf
bir şekilde, önümüzdeki engellerin yıkıldığını, kilitli kapıların açıldığını,
imkânsız sandıklarımızın mümkün olduğunu göreceğiz.
Dünya
yakın zamanda “Türk-İslâm” adlı yeni bir barış ve adâlet dönemine gebedir ve
doğum da çok yakındır!
Vesselâm...