İlâhî nizâmı yeniden kurmak kaderimizdir!

Hazret-i Yezdân, bize ve bizim şahsımızda mazlumlara zafer vaat ediyor ve yol haritamızı da -şartlar ne olursa olsun- geri dönmemek üzere çiziyor. Bize düşen, bulunduğumuz noktaları terk etmemek, beklemek, güç biriktirmek ve ileri doğru hareket etmektir.

BİZİM irfânî geleneğimiz, olayların seyrini farklı bir açıdan bakarak değerlendirir. Bu değerlendiriş biçimi, bizim aklî ve zihnî verilerle yaptığımız değerlendirmeden çok büyük farklılıklar gösterir.

Bu durum bizim aldığımız eğitim sistemiyle eskilerin içinden geçtikleri terbiye sisteminin taban tabana zıt olmasından kaynaklanır.

İrfânî bakış açısı insanı özne değil, nesne olarak ele alır. Olayların seyrindeki gizli özne Cenâb-ı Allah olduğu için fail-i mutlak da Cenâb-ı Hakk’tır.

Bu anlayışa göre olayları biz üretmeyiz, bilakis olaylar bizi üretir. Yani insanın bir durum karşısındaki pozisyonu ile ortaya çıkan herhangi bir olay, eş değerdir. O da nesnedir, bu da nesne.

İçinde bulunduğumuz dünyayı ve dünyanın muhtelif yerlerinde cereyan eden hâdiseleri bu bakış açısına göre değerlendirdiğimizde, daha farklı ancak şaşmaz sonuçlara ulaşırız. Çünkü bir olayı irfânî bakış açısına göre değerlendirdiğimizde bir ölçüde ölümsüz ve bâki olan prensiple temas etmiş oluruz.

Şimdi bu bakış açısına göre ülkemizin içinde bulunduğu durumu ele alalım: Bugün itibarıyla Türkiye’nin, yaşanan olaylar eliyle dört noktada bayrak göstermeye itildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki Irak ve Suriye kuzeyi, ikincisi Akdeniz, üçüncüsü Libya ve dördüncüsü de Azerbaycan’dır.

Türkiye’nin yüz yıllık içine kapanmışlığından çıkarılıp bu noktalara sevk edilmesi mevcût gerçekliği aşan daha büyük bir gerçekliğin murâdı olarak ortaya çıkan bir durumdur. İrfânî mirasımız, zulmün ve adaletin nöbetleşe hüküm sürdüğünü söyler. Çünkü âlem, zıtların arasından kavranır. Zulüm olacak ki adalet anlaşılsın, adalet tavsayacak ki zulüm hüküm sürsün.

İçinde bulunduğumuz zaman itibarıyla olayların eli, zulmün hükümranlığına son vermek üzere harekete geçmiş ve bu son verme hareketinin bayraktarı olarak da bu milleti seçmiştir.

On yedinci yüzyıldan itibaren ön plâna çıkmaya başlayan Batı medeniyeti Hakk’tan kopuk bir medeniyet olduğu için, süreç içerisinde bir zulüm, inkâr ve yok sayma medeniyetine dönmüştür. Bu yükselişin nedeni, adalet ve vicdan merkezli anlayışın tavsamasından dolayıdır.

Dünyanın nizâmı bir oluş ve yok oluş sistematiği ile ilerlediği için, adalet ve insafın çağı, yerini dünyayı üç asırdır boğan zulme bırakmıştır.

Ancak devran yeniden dönmüş ve bugün itibarıyla olayların eli, bir tür firavunluk olan bu zulüm çağını kademe kademe geldiği yere doğru itmekte, ondan boşalan yerlere de adalet ve ümit tohumlarını yeniden ekmektedir.

Kuyunun çıkrığı sarılıyor!

Bugün itibarıyla zulüm döneminin surlarında gedikler açılmaya başlamıştır. Asıl sevindirici olanıysa, dünyayı kuşatan bu zulmü durdurma ve geriletme görevinin, olayların eli vâsıtasıyla Türkiye’ye verilmiş olmasıdır.

Olayların bu tür geliş ve gidişlerinin arkasında insanın mevcût duyularla algılayamayacağı hikmetler gizlidir. İlâhî irade, insanlığın azgınlaşması karşısında bu azgınlığa set çekecek ve bu azgınlığın yerine sulh ve esenliği ikâme edecek bir işleyişi olayların eliyle oluşturmaya başlamıştır.

İlâhî murâd, zulmetin gelmesini isterse zulmetin önünde hiçbir güç duramaz ve zulmet dünyayı örter. Nitekim insanlığın vicdanı olan İslâmiyet, kendisini temsil eden ülkelerdeki tavsama ve gevşeme nedeniyle 17’nci asırdan itibaren gerilemeye başlamış ve Batı’nın zulmü İslâm dünyasının alanını daralta daralta, nihâyet Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen bitirmiş ve onu Yûsuf (as) gibi kuyuya atmıştır.

Zulmün hâkim olmasından murâd, adalet ve insafın özlenen ve aranan yüce değerler hâline gelmesidir. Bunlara bugün olduğu gibi insanlığın topyekûn özlem duymasından itibaren zulüm çağı, olayların eliyle durdurulmuş ve yüz yıl önce kuyuya atılan insanlık vicdanı tekrar kuyudan çıkmaya başlamıştır.

Şimdi, mevcût konumda Batı’nın ve bâtılın hegemonyasına “Dur” diyecek tek ülke vardır, o da Türkiye’dir. Nitekim “Dünya beşten büyüktür” demek, zulme ve sömürüye “Dur” demekle eş anlamlıdır.

İlâhî irade, bir döneme son verip öbür dönemin önünü açmak istediğinde akla hayâle gelmeyecek kadar sebep yaratarak dönüşümü başlatır.

Bu bağlamda Türkiye’yi ele alalım: İnsanlığın en âdil devletlerinden biri olan Osmanlı’yı kaybedeli yüz yıl oluyor. Zulmün, sömürünün ve inkârın medeniyeti Batı, bizi yüz yıldır kuyuya attı. Başımızı sınırlarımızdan çıkaramadık. Zihnimizi ve gönlümüzü onların pozitivist ve materyalist kavramlarıyla doldurduk. İrfânî damarımızı kestikleri için, dünyayı bize telkin edildiği gibi yorumlamaya başladık. Hâsılı Batı, süreç içinde bizi ve İslâm dünyasını mankurtlaştırıp kullanışlı köleler hâline getirdi.

Fakat dünya zulümle âbâd olacak değildir. Nöbetin bir gün adâlet tarafına geçeceği aşikârdı. Batı bizi yüz yıl sınırlarımız içine kapatmakla yetinmedi, bu sınırlarda da rahat vermemek için PKK ve türevi sol örgütleri üzerimize salarak bizi sınırlarımız içerisinde bölüp parçalamak ve ayağa kalkamayacak hâle getirmek istedi.

Ancak zulmün, hilenin, kalleşlik ve ikiyüzlülüğün de varıp duracağı bir hudut vardır. Aynen öyle oldu ve bölüp parçalamak istedikleri bu ülke, iki bin yıllık bir ordu geleneğine sahip olduğu için yurdunu, onurunu, milletini ve dinini savunmak gibi bir reflekse sahipti ve derhâl bu refleksi harekete geçirdi.

Onlar üzerimize gelip bizi yıkmak istedikçe direndik ve ayağa kalktık. Önce elli yıldır kılcal damarlarımıza kadar soktukları Atlantik ittifakının hainlerini temizledik. O yapıların temizlenmesi bizi güçlendirmeye başladı.

“FETÖ” denen Atlantik ötesinin kuklalarından arınınca PKK’nın üzerine daha etkili gitmeye başladık. Terörle kırk yıldır yaptığımız gölge boksundan vazgeçip ringe gerçek mânâda girdik ve terörü ringden yani hudutlarımızdan dışarı attık.

Aslında 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimi, İlâhî iradenin bizim önümüzü şer görüntüsüyle açtığı bir rahmet oldu. Bağımsızlığımızı kan ve can bedeli ödeyerek yeniden kazandık.

Ülkemizi gerçek mânâda savunabilmek için hudutların dışına çıkmamız gerekiyordu, çıktık. Kuzey Irak’ta ve Suriye’de ülkemizin altını oyacak kukla terör devleti projesini çöpe attık. Gördük ki, bu kukla devleti denize indirmek istiyorlar, deniz yetki alanımızı belirledik ve onun hukukî statü alması için Libya ile anlaştık. Suriye ve Libya’da hiç kimsenin tahmin etmediği bir biçimde tutununca kararlılığımızı tavsatmak için Azerbaycan’daki can damarımız olan petrol ve demiryolu hatlarımıza saldırdılar ve Akdeniz’de üzerimize geldiler.

Böylelikle zulmün karşısında adaleti yüceltmek isteyen İlâhî irade, olayların eli vasıtasıyla bizi başta söylediğimiz bu dört noktaya taşıdı. Şurası kesindir ve tekrarlamakta fayda vardır: İlâhî irade kaosu murâd ederse, kaosun karşısında hiçbir güç duramaz. Nitekim öyle oldu ve kaos dalgası yirminci yüzyılın başından itibaren insanlığı kastı kavurdu.

Bunun tersi de geçerlidir. İlâhî irade nizâm ve adâleti tesis etmeyi murâd ederse, onun karşısında da hiçbir güç duramaz. Nitekim karşımızdaki güçler, bir araya gelseler bizi bir kaşık suda boğacak bir güç ve servetin sahibi oldukları hâlde karşımızda duramıyor ve durdukları yerde de bizim ilk hamlemizde saman çuvalları gibi devrilip gidiyorlar.

Bu durumdan da anlaşılacağı üzere, bu ülke, yukarıda zikrettiğimiz dört önemli noktaya, dört önemli cepheye ve dört hususî kapıya olayların eliyle İlâhî iradenin murâdına uygun olarak çekilmiştir.

Hazret-i Yezdân, bize ve bizim şahsımızda mazlumlara zafer vaat ediyor ve yol haritamızı da -şartlar ne olursa olsun- geri dönmemek üzere çiziyor. Bize düşen, bulunduğumuz noktaları terk etmemek, beklemek, güç biriktirmek ve ileri doğru hareket etmektir.

Tuhaf bir şekilde, önümüzdeki engellerin yıkıldığını, kilitli kapıların açıldığını, imkânsız sandıklarımızın mümkün olduğunu göreceğiz.

Dünya yakın zamanda “Türk-İslâm” adlı yeni bir barış ve adâlet dönemine gebedir ve doğum da çok yakındır!

Vesselâm...