LALETTAYİN
bir gözlemdir: Bebekler doğar doğmaz anne kucağına verilirler. Her ikisi
arasında wireless misali bir koku eşleşmesi gerçekleşir. Henüz dünyaya gelmiş
olan bebek sevgi, güven ve merhameti kimden bekleyeceğini anlamış olur. Bilir
ki, o ilk koku kimden gelmişse, huzur ve rahmet de ondadır.
Şöyle de düşünebiliriz: Koku en saf, en masum
demimizin, yani sıfır önyargı ve minimum bilinçaltına sahip olduğumuz zamanın
etkileşim aracıdır, en erken hafıza modelimizdir. Haliyle ilk algı odağımız da
burnumuz olmakta.
Ebeveynler yakinen şahit olmuşlardır: Bebek, gecenin
bir yarısı kalkar ve yok yere ağlamaya başlar. Bilinen tüm ihtiyaçları
giderilmiş olmasına rağmen annesini çağırır. Ta ki kucağa alınana değin… Böylelikle
ilk etkileşimin, ilk hafızanın işareti olan anne kokusu bebeğe ulaşır ve küçük
afacan rahatlar. Bu yüzden anneler, bazen tülbentlerini ve sair kıyafetlerini
beşiğin başucuna bırakırlar. Bebek, annesinin kokusunu almaya devam ettiği için
şikeli bir şekilde kendisini güvende hisseder ve uyumaya devam eder.
Koku sayesinde ilk tanımayı/öğrenmeyi/tatmin olmayı
gerçekleyen bebek usul usul büyür ve ne bulsa ağzına götürmeye başlar. Dili
damağı değmezse, sanki hiçbir şeyi tanıyamayacaktır. Oyuncak da bulsa ağzına
götürür, terlik veya kalem de olsa sonuç aynı. Zira zaman içerisinde algı
yoğunluğu burundan ağza kaymış durumdadır. Üstelik bir süre sonra bu sıradan
Âdem evlâdı konuşmaya başlayacak. Konuşabilmesi içinse önce isimlendirmelere vâkıf
olması lazım. “Anne” diyecek, “Baba” diyecek, “Mama”, “Çiş” vs. diyecek.
Bu evre de sindirildikten sonra bebeğin sözlü
terbiye süreci başlıyor: “Çaya dokunma, elin yanar”, “Yavaş yürü, düşeceksin”
vs... Yani bebeğin algılama kapsamı içerisinde artık kulak da var. Zaten
duyamazsa, bebeğin konuşabilmesi de mümkün değil. Üstelik konuşabildikçe
duyduklarını daha derin şekilde anlayabilecek. Eski algı merkezleri ile yeni
eklenen algı merkezi birbirlerini beslemek durumunda.
İlerlemeye devam ediyoruz… İşitip konuşan insan,
artık kendisini beyân etmeye de başlamış: Meğer küçük beyimiz/prensesimiz parka
gitmek istiyormuş. Makarnayı pek severmiş de, pilavdan hazzetmezmiş…
Böylesi konuşma/beyân derinleştikçe bilinçaltı ile
üstünün paralellikleri ve farklılıkları da ortaya çıkmaya başlıyor. Hazreti Ali’nin
(k.v.) buyurduğu gibi konuşan insan, artık konuştuğu dilin ve o dili oluşturan
kültürün insanı olma yolunda ilerliyor. Kendisini veya hislerini o dilin
sunduğu imkânlar dâhilinde tasvirliyor. Bu tasvirler üzerinden kendisini ve
yaşamı tanımlıyor.
Buraya nereden gelmiştik? Kokudan, algının ilk
merkezi olan burundan... Ardından erken dönem algımıza ağzı ve kulağı dâhil
ettik. Nitekim büyüdükçe algımız “kulak yoğun” hale döndü. Kendimize lazım olan
bilgileri/nasihatleri bu süreçleri evvelce yaşamış olan büyüklerden işitip
öğrenmeye başladık.
Genel risalet tarihiyle bireyin algı gelişimi münasebeti
İsterseniz, herhangi bir bireyin algılama gelişimini
genel risalet tarihiyle mukayese edelim şimdi de...
Âdem Nebi’ye “Nefes-i Rahmân”ın üflenmesi insanlığın
doğum anına, yani “koku” evresine tekabül eder. Devamında gelen isimlerin
öğrenilmesi ise, ayette “Ona isimleri öğrettik” denilen Âllame’l-Esmâ talimini
hatırlatır. Algı burundan dile döner.
Aynı bakışla Musa (a.s.) ile inen Tevrat, insanlığın
çocukluktan çıkıp delikanlılığa yürüdüğü evredir ve “İşit!” diyerek başlar.
Zımnen, “Duy hakikati ve sözü anla!..” der. Amiral algı merkezi, hakkı işitmesi
gereken kulaktır bu kez.
Peki, sıradan bir bireyden bakınca, insanın kulaktan
sonraki süreçte ağırlığını hissettiren algı merkezi neresidir? Gözler…
Yeni yetmelikten kurtulup kendince fikirler sahibi
olan herhangi bir delikanlı, artık görüp ettikleriyle kendini inşa etmeye
heveslidir. Nasihat edicilerden ziyade kişisel gözlemlerine önem vermeye
başlar.
Böylesi bir yaş grubunun insanlık tarihindeki iz
düşümünde İsa Nebi bulunuyor. İncil’e bakalım: Muharref de olsa, içerisinde
ilahî bir üslup var. İnsanlık, genel olarak “görmeye” çağırılıyor. Yani göz
üzerinden algılamaya davet ediliyoruz.
Nitekim İncil’de en çok kullanılan kelimelerden biri
“nûr”dur. Işığı, aydınlığı ve görüşün olacağı sahayı betimler. Hedef kitle
ısrarla göklerin melekûtuna çağrılır. Asıl diriliğin arzda değil, semâda olduğu
vazedilir.
Algı yoğunluğu itibariyle kulak merkezli oluştan
göze geçmiş olan insanlığın bir sonraki olgunluk istasyonundaysa “Kâmil İnsan”
olmak var. Bireyden baktığımızda bu, kırklı yaşlara tekabül ediyor. İnsanlık
işte tam da bu aşamaya yetişince Son Nebi ve Son Vahiy hedef kitleyle
buluşuyor. Peki, şimdiki ilk emir nedir? “Oku, Yaratan Rabbinin adıyla!..”
Dikkat edelim! Layığınca okuyabilmek olgun insanın
işidir. Üstelik böylesi bir okumanın içerisinde evvelen Esmâ bilinci var.
Dünyevî nazarda objelerin isimleri, Rahmânî nazardaysa Rabbin güzel isimleri
olan Esmâ-ı Hüsna…
İsimler ve Esmâ hakikatleri üzerinden varlığı ve kendimizi okuyabilmemiz için evvelki evrelere dair gözlemsel, işitsel veya kokuya dair algılarımızın da gelişmiş olması lazım.
Layığınca okuyabilmek, olgun insanın işidir. Üstelik böylesi bir okumanın içerisinde evvelen Esmâ bilinci var. Dünyevî nazarda objelerin isimleri, Rahmânî nazardaysa Rabbin güzel isimleri olan Esmâ-ı Hüsna…
İnsanın algı miracı
İsterseniz seküler sahadan örneklendirelim: “Fatih
Terim maçı iyi okudu ve oyuncu değişikliklerini zamanında yaptı” deriz. Ya da
“Hoca oyunu okuyamadı, kötü gidişe dur diyebilecek tedbirler alamadı…”
İstanbul gibi bir metropolde yaşıyorsanız, özellikle
iş saatlerinde trafiği doğru okumak zorundasınız. Yoksa mesafe itibariyle kısa
zannettiğiniz bir yola girer, ama saatlerce trafikte oyalanırsınız. Mesafeyle
uzağın, aslında vakten yakın olabileceğini idrak edemezsiniz.
Evet, buradaki anahtar kelimemiz “idrak”… Okumak,
tamamen idrak etmeye yönelik bir eylem. Hem geçmişe, hem şimdiye, hem de
geleceğe yönelik. Zaman üstü bir duruşu var. Sebep-sonuç ilişkilerini ve niyet
sorgulamalarını bir araya getirip oluk oluk buluşturuyor her şeyi. Belli bir
muratla bir araya gelenler, nihayetinde bireyin şuurunu oluşturuyorlar. Bu
noktada hatırlamamız gerek: Her ikisi de Arapça olan “arş” ve “şuur”
kelimelerinde kökensel akrabalık var. İlki mekânsal nazarda zirveye işaret
ederken, ikincisi ise akıl-idrak sahasındaki yüceliğe bakıyor.
Tekrar bireye dönüp kendimize dair yeni bir okuma
yaparken yine bilmemiz lazım ki “semâ” ve “sima” kelimeleri de akrabadır. Şimdi
simaya, yani yüze yoğunlaşalım, ilk algı merkezlerimiz neresidir? Ağız-burun
bölgesi… Sonra kulak, ardından göz… Algı merkezlerindeki değişimin hangi
istikameti takip ettiğinin farkında mıyız? Sima/yüz boyunca algı merkezlerimiz
adım adım yukarıya doğru çıkıyor. Tıpkı Rabbi tanıdıkça arzdan semâya yükselen ve
kendi miracı için semâ katları boyunca yükselmeye devam eden “Kâmil İnsan”
misali…
Peki, ağız-burun-kulak-göz istikametinde ilerleyen
algı merkezimiz bu kez nereye taşındı? Beynimize; duyu ve bilgilerin bir araya
geldiği o en girift işletim sistemine… Somuttan bakacak olursak, yüze nispetle
tepe bölgemiz… Okuma ve şuur mahalli, evrene nispetle arş ve onunda fevkinde
olan “Arş-ı Âlâ”… En yüce yakinin istivagâhı…
İnci, mercan ve yüzen ada
Bir hadis-i şerifte arşın, su içinde yüzen ada
misali olduğu ve onun semasının sapasağlam bir zırhla kaplandığı söylenmekte.
Arşın kapısındaysa inciler ve mercan olduğu belirtiliyor.
Tahlile ikinci cümleden başlayalım. “Arşın kapısında
inciler ve mercan var”mış. Öyleyse bir an, dudaklarınızı “kapı” farz edin. Ağzınızı
açtığınızda, muhtemel sayısı 32 olan inciler belirecek ve mercan renginde bir
dil. İşte o kapıdan girip yukarı çıkınca şuur mahalli olan beynimize
ulaşıyoruz. Az evvelki hadiste “Arş” olarak tasvirlenen beyin tamamen su ile
çevrelenmiştir. Üstelik sapasağlam bir muhafaza niteliğindeki kafatasımızın da
içindedir.
Bin yılı aşkın süredir insan için “küçük kâinat”,
kâinat için “büyük insan” diyen sûfiler sizce ne anlatmak istemiş olabilirler?
İsterseniz bir de Muhammedî ilme “Kapı” oluşu bizzat Nebevî beyan ile sabit
olan Hazreti İmam Ali’yi hatırlayalım. Bakınız, ne diyor Nehc’ül-Belâğa adlı
eserinde?
“Derdin kendindedir, bilmiyorsun./ Derman
da yine sende, görmüyorsun./ İçine koca bir âlem yerleştirilmiş,/ Kendini hâlâ
küçük sanıyorsun.”
“İşit!” diyerek başlayan Tevrat’tan ve görmemizi isteyen İncil’den sonra ilk emri “Oku!” olan Kur’ân-ı Kerim gönderilmiştir. Buradan anlıyoruz ki hakkıyla okuyabilmek, ancak kâmil insanın harcıdır. Bu olgunluğu elde edebilmek içinse öncelikle işitebilen ve görebilen insan olmak gerekir.
Arzda ve arşta miraçtan sonra…
Bu âna kadarki anlatımı özetleyecek
olursak, her bir bireyin algı silsilesinin koklamak, konuşmak,
işitmek, görmek ve okumak şeklinde yürüdüğünü görmüştük. Sema/sima örtüşmesinin
neticesinde arş/şuur birlikteliğinden de bahsetmiştik. Peki, nihayeti “arş/şuur”
iklimi olan bu algı silsilesinde esas olan nedir?
Akletmek… Ama kalp ile...
Sözün bu kısmında şunu peşinen hatırlamamız gerek:
Sûfiler, evvel risâletler eliyle bildirilen tüm manaların kemâlâtını
Resûlullah’ta (s.a.v.) buluştururlar, Muhammedi kemâlâtta… İbn-i Arabi
Hazretlerinin “Muhammedî Yusuf”, “Muhammedî İdris”, “Muhammedî İsa” veya
“Muhammedî Musa” diyerek açtığı noktadır burası: -Algı merkezleri üzerinden
bakacak olursak- İşitişin mimlenişi, koklayışın mimlenişi, bakışın mimlenişi…
Tüm mimler bir araya geldiğinde, Kur’an’da “Oku!”
denilerek vazedilen istikamet beliriyor. Aynı şeyler “Miraç” konusunda da
kendini yinelemekte, isterseniz öncelikle ana hatlarıyla tasnif edelim...
Musevî miraç Tûr dağında yaşanmıştı. Yani “arz”daydı.
Nitekim Tevrat, yeryüzü hayatına şekil veren hukuku sistemleştirdi. Musa Nebi,
kendi miraç mahalline bir nâr görerek yönelmişti. Zira meşreben “Celâl”
sahibiydi. Bu miraçta Allah ile ilişkisi perdesiz-aracısız “ses” oldu.
İlginçtir, Musa Nebi ile indirilen “Kitap” ilk
olarak “İşit!” dedi. Bu vahyin birinci muhatabı ve “Yaşayan Tevrat” hükmündeki
Musa Nebi ise kendi miracını ses üzerinden yaşadı ve hakkıyla işitti. Nitekim
O’nun (c.c.) Zâtı’nı da görmek istedi, ama kendisine “Göremezsin” denildi.
Hazreti İsa’nın miracıysa arzda değil “arş”taydı.
Zaten İncil’in temel çağrısı da göklerin melekûtuna şahitlikti. Nitekim İsa (a.s.),
içeriğine vâkıf olamadığımız şeylere tanık oldu. Bir şeyler yaşadı ve Allah,
onu kendi katına aldı, refetti. Arz miracı yaşayıp hukuk vazeden Musa Nebi’ye
mukabil, Hazreti İsa erdemlere çağırdı ve göksel miraç yaşadı. Onun
risâletindeki kilit kavram “nâr” değil “nûr” idi. Zira meşreben Celâl’den
ziyade “Cemâl”e meyyaldi.
Lâ-ilahe-illallah
Peki, Resûlullah’ın (s.a.v.) miracı?
Önce bir gece yarısı Mekke’den Kudüs’e yürütüldü. Bu
kısma “İsrâ” dedik. Mahal itibariyle Musevî miraca tekabül ediyor, arz üzerinde.
Sonra “Uruç” dediğimiz yükseliş yaşandı. Gökler katındaydı. Arşa kadarki kısım
İsevî miraca benziyordu. Devamında, Hazreti Resûlullah (sav) “Arş-ı Âlâ”yı
yaşadı. Rabbine “iki yay kadar, hatta daha da yakin” oldu ve tekrar aramıza
döndü. Hazreti İsa misali semavî miraçta kalmadı. Arzdan semaya çıkış ve
yeniden arza dönüş şeklinde beliren bu zirve yakîn ile Muhammedî miraç kemâle
erdi.
Arz-sema-arz üzerinden Musevî ve İsevî miraçları
Muhammedî kemâlâta taşıyan Nebi, Hazreti Musa misali uyarıcı, Hazreti İsa
misali müjdeleyici idi. Nitekim O’nunla inen Son Vahiy, nârı da hatırlattı,
nûru da; cenneti de vurguladı, cehennemi de…
O, Celâl veya Cemâl tecellileri -birini ötekine
tercih etmeksizin- bir arada yüceltti. Salt hukuk veya salt ahlâk vazetmek
yerine bireyi erdemlere, toplumu hukuka davet etti. Musevî risaletin anayolu
olan tenzihi de uyguladı, İsevî risaletin teşbihini de. Ve tüm bu bütünleyici
ikilleri cem edip “Tevhid” tasavvurumuzu inşa etti. Hakikati işitebilen ve
görebilen insanlığı, okuyup akledebilen “Kâmil İnsan” olmaya çağırdı. Aynı
durum, sembolik arınış ritüellerinde de kendini gösterdi. Hazreti İsa’da olduğu
gibi, arınmak için birinin karşısına geçip vaftiz edilmemiz yerine, herkesin,
kendi abdestini kendisinin almasını istedi. Miraç için arzdan semaya çıktığı
gibi, algı odaklarımızı da önce yüzümüze nispetle aşama aşama yukarı çıkardı.
Peşi sıra Arş-ı Âlâ’dan yeryüzüne dönercesine algımızı da beynimizden kalbimize
indirdi ve “Kalbinizle akledin!” diye seslendi.
Bu ilerleyiş esnasında yönlerini bulamaz durumda
olanlara yeni bir rahmet kapısı araladı, “Koklayın!” dedi. En temiz, en saf, en
erken dönemin hafızasını ihya etmeye çağırdı: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi:
Kadın, koku ve gözümün nûru namaz…”
Ona sevdirilen ilk şey, Resûlullah’ın (s.a.v.) arza
dönük yüzüydü. Topraktan gelen tenin meşru zemindeki kulluğunu anlatıyordu. Sevdirilen
üçüncü şeyse miraç misali secde idi. Kulluğun zirvesini gösteriyordu. Üstelik
öylesi bir namazı tasvir ederken “göz” ve “nûr” kelimelerini de kullanmıştı.
Lâfzen ve kalben “Eşhedü…” diyebilen bir tanıklığın olduğu secdeydi bu.
İşte bu iki sevdirilen şeyin arasındaysa koku yer
almakta. Önyargısız, tertemiz demin hafıza kaydı…
“İşit!” diyerek başlayan Tevrat’tan ve görmemizi isteyen İncil’den sonra ilk emri “Oku!” olan Kurân-ı Kerim gönderilmiştir. Buradan anlıyoruz ki, hakkıyla okuyabilmek, ancak kâmil insanın harcıdır.
Gömlek
İnsanın aklına ister istemez aynı soru geliyor:
Peki, nasıl koklayacağız? Masumiyet demini yeniden yakalayabilmemiz mümkün mü?
Yine vahyin kendisine dönüyoruz, Yusuf Kıssası’na,
orada anlatılan üç gömleğin sonuncusuna…
Yakub Nebi, güzellik timsali oğlunun hasretiyle
ağlamaktan âmâ olmuştu. Hüznü ve hasreti yaşayan nice insanın aksine,
karamsarlık veya isyan batağına yuvarlanmadan tüm acılarını ve umutlarını bir
arada kuşanmış halde Rabbine olan güvenini ve teslimiyetini yitirmedi.
Nihayetinde ona bir gömlek gönderildi: Hasretini çektiği Yusuf’un (a.s.)
gömleğiydi.
Gömlek çok uzaklardayken, önce kokusu ulaşıverdi aşk
ehli Yakub’a (a.s.). Ardından o gömleği yüzüne sürdü ve açılıverdi gözleri.
Davet, Güzelliğin Nebisi’ndendi. Mısır’a gitti. Hasret demi biterken onu gördü,
vuslata erdi. “Koku”nun ve açılan “gözdeki nur”un ardınca Yusuf’un (a.s.) o
meşhur rüyasında yer alan “secde” olayı ayniyle yaşandı.
Mutlak Güzelliğin Nebisi olan Efendimiz (a.s.v.) de
bizleri, nihayeti göz, nur ve secde olan böylesi bir kokuya çağırdı. Kalben
yanmış, neyin hasretini çektiğine vâkıf olan aşk ve umut ehli müminlere o “Muhammedî
Koku”yu alabilecekleri adresi de işaret etti: “Benden bir parça olan Fatıma,
Nübüvvet kokusudur.” “Oğullarım Hasan ve Hüseyin, misk kokan iki reyhanımdır.”
İlk işaretin açılımları için öncelikle yazımızın
başında yer alan “koku” ve “anne” ilişkisini hatırlamamız lazım. Tertemiz demin
hafızasında yer alan rahmeti, huzuru, sevgiyi; vahyin diliyle Kevser’i… Ardındansa
o meşhur Nebevî hitabı hatırlamak durumundayız: Efendimiz (a.s.v.), kızı Hazreti
Fatıma için sıklıkla “Ümmü Ebiha” derdi. Yani “Babasının Annesi”… İsterseniz,
bu hitabı “Muhammedîliğin Annesi” olarak da algılayabilirsiniz.
Yine biliriz ki, vahyin güzellik sembolü olan Hazreti
Yusuf’un (a.s.), Muhammedî kemâlâttaki izdüşümleri de “güzellik” üzerinden isim
aldılar. İlkinin adı “Hasan” oldu, ikincisinin “Hüseyin”. O iki Muhammedî Yusuf
da, hikmetlerine hasret kalmış aşk ve umut ehli müminlere kokuları ile gözler
açmanın vesilesi kılındılar. Üstelik Dedeleri (s.a.v.), onlar hakkında değişik
vesilelerle “İnci” ve “Mercan” nitelemeleri yapmıştı: “Oğullarım Hasan ve
Hüseyin, inciyle mercan gibidir.” “Kevser havzının suyu misk kokar ve inci,
mercan kayalarından fışkırır.”
Az evvel geçen ve beynimizin şuur mahalli oluşunu
arşa nispet ederek “Kapı/Dudak” temsilinin ardınca geçen “inci ve mercan”
bahsini de hatırlarsak, onlarla açılan yol ile nihayetinde secde misal
Muhammedî miraca ulaşıldığını da anlarız.
Söz buraya gelmişken, “Kapı” temsillerinin patent sahibi olan Hazreti Ali’yi (k.v.) başka bir vechiyle yeniden yâd etmek gerek: Mananın detayda ve işaretlerde gizli olduğunu belirterek şunu diyebiliriz: “O, Muhammedî Arş/Şuur Beldesinin Kapısı olan ‘Bâb-ı Muhammed’dir. ‘İnci’ ve ‘Mercan’ hakikatlerini kendinde taşıyan tastamam Kur’anî ‘Beyân’dır O. Ve tüm ‘Kitap’ların manasını içerip altında nokta olan ‘Be’dir; ‘Bismi’deki hakikati okuyabilmek için…”