İKLİM değişikliği, yalnızca bir çevre sorunu olmanın çok ötesine geçerek 21. yüzyılın en kapsamlı küresel meydan okumasına dönüşmüştür. Artık bu kriz, devletlerin güvenlik stratejilerinden ekonomik kalkınma planlarına, diplomatik pozisyonlanmalardan enerji politikalarına kadar birçok alanda belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda Türkiye’nin iklim değişikliği karşısındaki politik duruşu, geç katılımına rağmen gelişmekte olan bir ülke olarak sergilediği özgün stratejiyle dikkat çekmektedir. “Türkiye Modeli” olarak adlandırılabilecek bu yaklaşım, yeşil dönüşüm hedefleri ile kalkınma ihtiyaçları arasında denge kurmayı hedefleyen, gerçekçi ve pragmatik bir çizgide ilerlemektedir.
Küresel Bağlam: Paris Anlaşması ve Yeni İklim Rejimi
2015 yılında imzalanan Paris İklim Anlaşması, küresel sıcaklık artışını 1,5°C ile sınırlamayı amaçlayan bağlayıcı hedefler ortaya koymuştur. Ancak bu anlaşmanın temel ilkesi olan “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar”, gelişmekte olan ülkelerin iklimle mücadele süreçlerine daha esnek biçimde dahil edilmesini öngörmektedir. Türkiye, bu noktada kendisini bir eşitsizlikle karşı karşıya bulmuştur. Ekonomik göstergeler açısından orta düzeyde gelişmiş bir ülke olmasına rağmen, OECD üyesi olduğu için “gelişmiş ülke” kategorisine alınması, iklim finansmanı ve teknoloji transferi gibi destek mekanizmalarına erişimini sınırlamıştır.
Türkiye, bu nedenle Paris Anlaşması’nı imzalamış ancak 2021 yılına kadar onaylamamıştır. Gecikmeli de olsa gerçekleşen bu onay süreci, aynı zamanda yeni bir stratejik yaklaşımın da habercisi olmuştur: Kendi kalkınma önceliklerine dayanan, kademeli ve dengeli bir yeşil dönüşüm modeli.
Türkiye Modeli: Kavramsal bir çerçeve
“Türkiye Modeli” olarak tanımlanabilecek bu yaklaşım, iklim değişikliğiyle mücadeleyi yalnızca emisyon azaltımıyla sınırlamayan, ekonomik kalkınma, sosyal istikrar ve bölgesel diplomasiyle entegre bir politika çerçevesi sunmaktadır. Bu model üç temel sütun üzerinde yükselmektedir:
1. Enerji dönüşümünde gerçekçilik: Türkiye’nin enerji dönüşümü politikası, ani ve radikal kopuşlardan ziyade, kademeli bir geçişi esas almaktadır. Doğal gaz hâlâ önemli bir geçiş enerjisi olarak değerlendirilirken, rüzgâr, güneş ve hidroelektrik gibi yenilenebilir kaynaklara yapılan yatırımlar artmaktadır. Akkuyu Nükleer Santrali ve planlanan ikinci nükleer enerji projeleriyle nükleer enerji de bu geçişin parçası hâline getirilmektedir.
2. Sanayi ve ticarette yeşil uyum
Türkiye’nin dış ticaretinin yaklaşık yüzde 50’sini Avrupa Birliği ile gerçekleştirmesi, AB’nin Sınırda Karbon Düzenlemesi (CBAM) gibi mekanizmalarını Türkiye açısından stratejik hâle getirmiştir. Bu nedenle, yeşil dönüşüm yalnızca çevresel bir gereklilik değil, aynı zamanda ekonomik bir zorunluluk hâline gelmiştir. Türkiye, bu süreçte sanayiciyi cezalandırmadan, teşvik ve destek mekanizmalarıyla yeşil üretim biçimlerine yönlendirmeyi hedeflemektedir. TÜBİTAK ve KOSGEB gibi kurumların destekleri bu süreci hızlandırmaktadır.
3. Kalkınma Öncelikli İklim Politikası
Türkiye, iklim hedeflerini belirlerken büyüme, istihdam ve bölgesel kalkınma gibi parametreleri göz ardı etmemektedir. Bu yaklaşım, iklim politikalarının sosyoekonomik sürdürülebilirliğini esas alan bir anlayışı temsil etmektedir. Bu doğrultuda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları, Türkiye’nin bu alandaki vizyonunu ortaya koymaktadır. Erdoğan, Paris Anlaşması’nın Meclis’te kabulünün ardından yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmıştır:
“2053 yılı net sıfır emisyon hedefimiz, sadece bir çevre politikası değil, aynı zamanda bir kalkınma stratejisidir.”
Erdoğan ayrıca iklim değişikliğiyle mücadelenin Türkiye için bir yük değil, bir fırsat olduğunun da altını çizmiş, yeşil dönüşümün yerli üretim ve istihdamı destekleyeceğini vurgulamıştır. Bu çerçevede yeşil ekonomi, dijitalleşme ile birlikte Türkiye’nin yeni kalkınma paradigmasının temel ayaklarından biri olarak konumlanmaktadır.

Küresel rekabetin yeşil dönüşüm etrafında yeniden şekillendiği bir dönemde, Türkiye’nin bu süreci kaçırma lüksü yoktur. Bugün alınacak kararlar, yalnızca bugünü değil, yarını da belirleyecektir. Bu nedenle halkımıza şu gerçeği açıkça ifade etmeliyiz: İklim değişikliğiyle mücadele etmek, Türkiye’nin kalkınma hedeflerine zarar vermez; tam aksine, bu hedeflere ulaşmanın yeni ve sürdürülebilir yoludur.
Türkiye’de İklim Yasası’na yönelik eleştiriler ve muhalefet
Türkiye’nin iklim Anlaşması’nı onaylamasının ardından, iklim değişikliğiyle mücadelede yasal çerçevenin güçlendirilmesi amacıyla bir “İklim Kanunu” hazırlığına girişilmiştir. Ancak bu kanun taslağı kamuoyunda ve bazı çevrelerde eleştirilere konu olmuştur.
Eleştirilerin başında, kanunun içeriğinin yeterince katılımcı bir süreçle hazırlanmadığı ve taslak metnin birçok kesimin görüşünü yansıtmadığı iddiaları gelmektedir. Özellikle çevre örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve bazı akademik çevreler, yasa metninin karbon emisyonlarını azaltma konusundaki yaptırım gücünü zayıf bulmaktadır. Ayrıca, kömürden çıkış konusunda somut bir takvim belirlenmemesi ve fosil yakıt teşviklerinin sürdüğü iddiaları, eleştiri oklarının odağında yer almaktadır.
Sanayi ve ticaret çevrelerinden gelen bazı itirazlar ise daha çok ekonomik maliyet odaklıdır. Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeler (KOBİ’ler), yeni düzenlemelerin maliyet artışlarına yol açabileceği ve bu durumun rekabet gücünü olumsuz etkileyebileceği endişesini taşımaktadır. Bu kesimler, iklim düzenlemelerinin ani ve kapsamlı değil, aşamalı ve destekleyici bir biçimde uygulanması gerektiğini savunmaktadır.
Muhalefet partileri ise iklim yasasını, siyâsî iktidarın çevre politikalarındaki samimiyetini sorgulamak için bir fırsat olarak görmektedir. Bazı muhalefet temsilcileri, yeşil dönüşüm hedeflerinin sık sık dile getirilmesine rağmen uygulamada gereken kararlılığın sergilenmediğini öne sürmektedir. Ayrıca, yerel yönetimlerin ve belediyelerin bu sürece daha etkin katılımını sağlayacak düzenlemelerin eksikliği de eleştirilmektedir.
Bütün bu görüş ayrılıkları, Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelesinde yalnızca teknik değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir uyum süreciyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
Türkiye Modeli’nin başarısı, yalnızca merkezî hükümetin politikalarıyla değil, aynı zamanda özel sektörün, sivil toplumun, akademinin ve yerel yönetimlerin katılımıyla şekillenecek çok aktörlü bir yönetişim anlayışına bağlıdır.
Uluslararası kamuoyunun “Türkiye Modeli”ne yaklaşımı
Türkiye’nin iklim değişikliği politikaları, özellikle Paris Anlaşması’na geç onay vermesi ve OECD üyeliği sebebiyle “gelişmiş ülke” kategorisinde yer alması nedeniyle uluslararası arenada karmaşık bir algıya sahiptir. Batılı ülkeler, Türkiye’den daha hızlı ve radikal adımlar beklerken, Türkiye ise kendi ekonomik ve sosyo-politik koşullarına uygun, kademeli ve sürdürülebilir bir dönüşümü savunmaktadır. Bu durum zaman zaman eleştirilere yol açmaktadır; özellikle AB’nin karbon sınır vergisi uygulamalarında Türkiye’nin rekabet gücüne etkileri konusunda endişeler dile getirilmektedir.
Ancak uluslararası kamuoyu, Türkiye’nin 2053 net sıfır emisyon hedefini açıklaması ve son dönemde yeşil enerji yatırımlarını artırması gibi somut adımları olumlu karşılamaktadır. Ayrıca Türkiye’nin gelişmekte olan ülkeler arasında iklim finansmanı taleplerini yükseltmesi, finansman adaleti konusundaki tartışmalarda Türkiye’nin güçlü bir aktör hâline gelmesini sağlamıştır. Bu bağlamda Türkiye, iklim müzakerelerinde “gelişmekte olan” ülkeler bloğu ile “gelişmiş ülkeler” arasındaki dengeyi kendi lehine kullanmaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin jeopolitik konumu, enerji koridoru olarak stratejik önemini artırmakta ve bu durum iklim politikalarının da uluslararası ilişkilerle iç içe şekillenmesine neden olmaktadır. Bu nedenle Türkiye modeli, yalnızca çevresel bir konu değil, aynı zamanda diplomatik bir araç olarak da değerlendirilmekte, iklim diplomasisi ile bölgesel güç projeksiyonu arasında bir köprü kurmaktadır.
“İklim Masası”nda zıt yönler: ABD çıkarken Türkiye neden girdi?
Paris İklim Anlaşması, imzalandığı günden bu yana küresel siyasetin turnusol kâğıdı oldu. ABD, Donald Trump döneminde “ekonomiye zarar” diyerek masadan kalktı. Gerekçeler netti: Çin ve Hindistan gibi rakipler bağlayıcı yükümlülükten muafken, Amerikan sanayisinin küresel rekabette geriye düşeceği kaygısı… Üstüne, fosil yakıt lobisinin etkisi ve “ulusal egemenlik” hassasiyeti eklenince Washington, iklim diplomasisini rafa kaldırdı.
Türkiye ise tam tersini yaptı: Yıllarca bekledikten sonra anlaşmaya taraf oldu. Neden? Öncelikle, uluslararası imaj… Ankara, küresel çevre masasında yer alarak “sorumlu aktör” kimliğini pekiştirdi. İkinci olarak, iklim fonları ve teknoloji transferi imkânı. Müzakerelerle elde edilen “özel koşullu” statü, Türkiye’ye finansal destek kapısını açtı. Ve belki en kritik sebep: AB’nin Yeşil Mutabakatı ve karbon vergisi tehdidi… Paris Anlaşması’na taraf olmak, ihracat pazarlarını korumak için stratejik bir zorunluluk hâline geldi.
Sonuçta, aynı anlaşma iki ülkeye iki farklı anlam taşıdı. ABD, masadan kalkarak iç siyasete mesaj verdi; Türkiye ise masaya oturarak hem diplomaside hem ticarette elini güçlendirdi. İklim diplomasisi bazen gezegeni değil, satranç tahtasındaki hamleleri kurtarmanın aracı oluyor.
Türkiye’nin Afrika ve Orta Asya’daki “İklim Diplomasi” açılımları
Türkiye’nin iklim değişikliğiyle mücadelesi yalnızca iç politikalarda değil, dış politika hamlelerinde de kendini göstermektedir. Özellikle Afrika ve Orta Asya’da geliştirilen yeni diplomatik açılımlar, Türkiye’nin iklim odaklı dış politika vizyonunun temel unsurlarından biri hâline gelmiştir. Bu bölgelerdeki ülkeler, hem iklim değişikliğinden en çok etkilenen bölgeler arasında yer almakta hem de kalkınma süreçlerinde sürdürülebilirlik ilkesini ön plana çıkarmaktadır. Türkiye, bu ülkelerle kurduğu iş birliklerini sadece ekonomik değil, aynı zamanda çevresel ve sosyal kalkınma hedefleriyle de ilişkilendirmektedir.
Afrika’da Türkiye, TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı), DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) ve çeşitli sivil toplum kuruluşları aracılığıyla yeşil kalkınma projelerine destek vermektedir. Bu projeler arasında güneş enerjisi santralleri kurulumu, tarımsal sulamada modern tekniklerin kullanımı ve kuraklıkla mücadeleye yönelik eğitim programları öne çıkmaktadır. Aynı zamanda Türkiye, Afrika ülkelerinin küresel iklim fonlarına erişimini kolaylaştırmak amacıyla diplomatik destek de sağlamaktadır. Bu yönüyle Türkiye, küresel iklim adaleti savunuşunu sahada da somut projelerle desteklemektedir.
Orta Asya ise, Türkiye’nin tarihî, kültürel ve dilsel bağlara sahip olduğu bir coğrafya olarak stratejik önemdedir. Burada geliştirilen iklim temelli iş birlikleri, genellikle su kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi, enerji verimliliği ve ekolojik tarım uygulamaları ekseninde ilerlemektedir. Özellikle Türk Devletleri Teşkilatı çatısı altında yürütülen çevresel iş birliği projeleri, bölgesel dayanışma ve bilgi paylaşımını artırmaktadır. Türkiye, bu iş birlikleriyle hem kendi modelini ihraç etmekte hem de bölgesel liderlik kapasitesini iklim politikaları üzerinden pekiştirmektedir.
Bu bağlamda Türkiye’nin Afrika ve Orta Asya’daki diplomatik yaklaşımı, yalnızca ekonomik çıkarlarla sınırlı olmayan, kalkınma ve iklim adaleti perspektifinden beslenen çok boyutlu bir dış politika anlayışını temsil etmektedir.
Halkı ikna etmek: Gelecek nesiller için ortak sorumluluk
İklim değişikliği, artık yalnızca bilim insanlarının ya da siyasetçilerin değil, her bireyin doğrudan hayatını etkileyen bir gerçekliktir. Türkiye gibi genç ve dinamik nüfusa sahip bir ülkede bu mücadele, sadece bir çevre meselesi değil, çocuklarımızın sağlığı, ekonomimizin istikrarı ve ülkemizin bağımsızlığı açısından da stratejik bir zorunluluktur.
Küresel rekabetin yeşil dönüşüm etrafında yeniden şekillendiği bir dönemde, Türkiye’nin bu süreci kaçırma lüksü yoktur. Bugün alınacak kararlar, yalnızca bugünü değil, yarını da belirleyecektir. Bu nedenle halkımıza şu gerçeği açıkça ifade etmeliyiz: İklim değişikliğiyle mücadele etmek, Türkiye’nin kalkınma hedeflerine zarar vermez; tam aksine, bu hedeflere ulaşmanın yeni ve sürdürülebilir yoludur.
Kömüre bağımlılığın azaltılması, daha temiz şehirler, daha sağlıklı nesiller ve daha rekabetçi bir ekonomi demektir. Yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım, hem enerji bağımsızlığımızı güçlendirir hem de dışa bağımlılığı azaltır. Yeşil üretime geçmek, sanayicimizi küresel pazarda avantajlı kılar. Bu adımlar, geleceğin Türkiye’sine yapılan yatırımlardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleriyle ifade edilecek olursa:
“Yeşil kalkınma devrimi, Türkiye Yüzyılı vizyonumuzun en temel sütunlarından biridir.”
Dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadele, sadece hükümetin değil, her bireyin ortak sorumluluğudur. Gençlerimizin geleceği için, toprağımızı, suyumuza ve havamızı korumak için, Türkiye’nin iklim vizyonuna sahip çıkmak bir vatandaşlık görevi hâline gelmiştir.



