İkindi: İnsanın dem alma saatleri

Mevsimler içinde güzü severim, vakitler içinde de ikindiyi. Çünkü ben çayı, sohbeti, rüzgârı, yağmuru, gölgeyi severim. Bunların her biri, insanı dik ve dost tutan şeylerdir. Üstelik zaman, insanı demler. İkindiyle buluşalım...

YAŞADIĞI anı, anın gerektirdiği şekilde değerlendirmesini bilen için, günün her vakti güzeldir. Anın doğru yaşanması, insanın hem sorumluluğu, hem de hakkıdır. “Zaman” denilen yaratılmışın da insan üzerinde -bu bahiste- hakkı vardır. 

Geçen zaman, elden kaçan yabani bir kuş gibidir, geri gelmez. Gelecek zaman ise, gaybubet hali ile illetlidir. Öyleyse şöyle düşünmek en doğrusu: “Yaşanılan an benim nasibim ve nasibime düşen zamanın hakkını vermeliyim. Zamanı yaşamalı ve yaşatmalıyım.” 

Vakti değerlendirebilen için her an kıymetlidir, lakin bazı anlar daha özeldir. İnsan, öyle anları kendine daha yakın hisseder ve onunla ünsiyet oluşturur. “İnsanın dem alma saatleri” diyebiliriz öyle anlara. İnsan da demlenir. 

“Dem” kelimesinin “vakit” kelimesi ile anlam alışverişinden de anlıyoruz ki hayat akışının “dem” anları vardır. Dem, bundan dolayı derin bir kelime. Zaman, vakit ve an anlamı var en başta. Sufî metinlerin vazgeçilmez kavramlarından birisidir dem. “Dem bu dem” dizesi, dillerin aşina olduğu bir nakarattır. Şairin “Geçen geçmiştir artık, an-ı müstakbelse müphemdir” mısraı da “Dem bu dem” dizesindeki sırrın benzer şekilde ifşasıdır. 

“Dem”in “nefes” anlamı da var. Allah yolunda aşk ile yürüyen müridin her nefesini şuur ve uyanıklık halinde alıp vermesini anlatan “Hûş der dem” deyişinde bu anlamı görürüz. Her nefesin farkında olmak için “dem” olmak gerekir. 

Kıvamda dem, demde sabır

“Kıvam” anlamı da var “dem”in. Yemeğin kıvama ermesi için ateş veya buharla belli bir süre birlikte olması gerekir. Çay da öyle. İnsan zaten öyle... “Bu çay demini almamış” cümlesiyle “Şu adam olgunlaşmamış” sözü ne kadar da birbirine benziyor, değil mi? Çayı bardağa dökmeden önce “Demini almış mı?” diye bakarız. Çayın demini alıp almadığını tatmadan anlayabiliriz. Kokusu ve rengi, çayın demi hakkında bilgi verir. İnsan ile çay, bu noktada birbirine benzer. İnsanın konuşmasından, bakışlarından veya konuşurken seçtiği kelimelerden dem mi, dert mi üzerine olduğunu kolaylıkla hissederiz. 

İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya” diyen şairin sözlerini “İnsan bu, çay misali dem dem akar ya” şeklinde okuyabiliriz. Dem için zaman, ateş ve iklim gerekir. Her üçü de sabır ister. “Sabreden derviş, muradına erer” sözünde böyle bir anlam var. Dervişin derdi dem, kıvam ve mutmain olmaya ulaşmaktır. Bu da ancak sabırla pişerek olur. 

Yaygın anlaşılanın aksine “sarhoşluk” anı, insanın dem anı değil, demlenememe halidir. Dem içe doğru bir yolculukla oluşurken, sarhoşluksa iç yolculuktan vazgeçip kendini dışarıya atmak, şuuru dışarıda kaybetmektir. İnsanın, dert anında sabır ile demlenecekken sarhoşluk verenden yardım istemesiyle demlenme serüveni yarım kalır. Demlenemeyen insan da yolu tamamlayamaz ve mutmain olmaya ulaşamaz, kıvama eremez. “Dem”in Arapçada “kan” anlamına geldiğini düşünürsek, demlenme halinin ne denli iç bir yolculuk olduğunu bir kez daha kavrarız. 

Sabır ise “dem”in eşidir. Sabırsız dem olmaz. Sabır ve dem bahsine dair söyleyeceğimiz her sözün daha güzelini Asr Suresi’nde buluruz. “İnsan mutlaka hüsrandadır” diye başlayan Asr Suresi, insana kurtuluşun yolunu anlatır. Reçete şöyledir: İman et, salih ameller işle, hakkı ve sabrı tavsiye et. 

Allah, “sabır” kelimesinin anlamına uygun şekilde, onu en son sırada saymaktadır. “Her şeyi yap, sonra sabret. Böyle yaparsan hüsrandan kurtulacaksın” demektir bu. 

Asr Suresi’nin İnşirah Suresi’nden sonra nazil olmasında özel bir işaret var gibi. Çünkü İnşirah Suresi’nde anlatılanlar, adeta Asr Suresi’yle tamamlanmaktadır: “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi? Yükünü senden alıp atmadık mı, o senin belini büken yükü? Senin şanını ve ününü yüceltmedik mi? Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Boş kaldın mı, hemen (başka) işe koyul. Yalnız Rabbine yönel.”

Allah’ın “Asra yemin olsun ki…” diye başlaması sureye, sanırım ikindiyi ve ikindi sonrasını sekinet kuşağına dönüştürüyor. “Herkesin bir zamanı vardır” demiştik. Kimi gün ortasını sever, kimi sabahın erken saatlerini, kimi de geceyi… “Bu benim zamanım” dediği vakit dilimiyle insanın huyu suyu arasında bir ilişki olduğunu iddia etmek mümkün. İkindi sonrası, günün en sevdiğim iki deminden biridir. Diğeri de yatsı sonrasıdır. Bu iki zaman aralığına kendimi yakın hissederim. Açık söylemek gerekirse, “Vakitten bir an ile kendini özdeşleştir” deselerdi, tereddütsüz “İkindi sonrası” derdim. Hani ikindi olmuştur ve güneş hafiften arkasını dönmüştür de gölgeler uzamaya başlamış, sohbetlere Besmele çekilmiştir ya, işte o an… 

‘Ben çok seviyorum’ desem de ikindi sonrasının, çoğu insan için benzer bir yakınlık hissi yaşattığına inanıyorum. Üstelik her mevsimin ikindi sonrası güzel gelir bana. Özellikle bahar ve yaz günlerinin ikindisi daha bir kıymetli olur. O mevsimlerde güneşin en güzel anı ikindi sonrasındadır. 

Rüzgâr

Rüzgâr da en latif o vakitlerde eser. İkindi sonrasını güzelleştiren pek çok şey var. Biri “rüzgâr”. Rüzgâr, her insan için dosttur. Köylüler için, şehirliler için ve sadece insanlar için değil, pek çok canlı için de öyledir. Fırtına ve kasırga için bunu diyemem, ama özellikle sıcak günlerde, gün boyu devam eden bunaltıcı hava, ikindi sonrasında yerini tatlı bir serinliğe bırakır. Arada esen rüzgâr ise, sıcaktan çatlamış dudaklara değen soğuk su gibidir. İnsanın yanık tenine değer, terini soğutur, içini ferahlatır, nefesini canlandırır. Rüzgâr, insanın hem bedenini, hem ruhunu okşar ve üşütmez ama serinlik verir, saçlarınızla oynar, mutluluk hissi oluşturur. Toprağın, suların ve göklerin de dostudur rüzgâr. Çevredeki ağaçların dallarını sallar, kuşları ve denizi hareketlendirir, yağmuru çağırır.  

Konyalılar, “Es gedavet, es yiğidin bağrına!” derlermiş. Yerel sözlüklerde “gedavet” kelimesi, “Batıdan esen rüzgâr” olarak tanımlanıyor. Konyalı arkadaşlara sordum bu sözü. Özellikle Meram bölgesinde söylenirmiş. Meram’ın çam, çınar ve çiçek kokularını taşırmış bu rüzgâr. İkindi sonrasından başlayarak gece yarılarına kadar bölge insanını mest edermiş. 

Güneş

İkindi sonrasını güzelleştirenlerden biri de güneştir. İkindi sonrasındaki güneş, gözümüze, tenimize ve ruhumuza zarar vermez. Günün diğer saatlerinde parlak bir ışık ile dünyayı aydınlatan güneş, ikindi sonrasındaki saatlerde çevremizdeki eşyalara ve mekânlara farklı renklerde yansır. Bu saatlerde bazen altın sarısı, bazen yanık buğday rengi, mahcup bir kadının yanağı gibidir ikindi güneşi. İkindi güneşi, insanı demleyerek sükûnete eriştirdiği gibi, gölgesini de bereketlendirir, uzatır. Her şeyin gölgesi bu saatlerde yere boylu boyunca uzanmış gibidir. 

İkindi sonrasının en güzel yönü ise “sohbet” ortamlarıdır. Yirmi dört saatlik günün sohbet molasıdır ikindi sonrası. Camilerde ikindi namazını kılanlar, namaz sonrasında diğer vakitlerdeki gibi alelacele dağılmazlar. Özelikle yaşlılar, birbirlerini kollayarak cami avlusundaki banklara birer ikişer yanaşırlar. Biri oturdukça bir başkası oturur. Başlarlar sohbetlere... İkindi sonrası pek çok kasaba ve köyde, hatta büyükşehirlerde bile benzer sohbet ortamlarına rastlamak mümkün. Cami avlularında, duvar diplerinde, asırlık çınar ağaçlarının altlarında, dükkân önlerine kurulan masalarda konuların biri biter, biri başlar, çay bardaklarının boşu toplanır, dolusu gelir.

Bu haliyle ikindi sonrası, akşamın hareketliliğine de hazırlıktır aslında. Güz mevsimini kışa hazırlık olarak düşünürüm hep. İkindi sonrasında da benzer bir durum var. 

Biri bana “Bugün buluşalım mı?” diye sorduğunda, genelde “Tamam, ikindiden sonra buluşalım” diyorum. Benimkisi gönül alışkanlığı. “Sohbet”, “buluşmak”, “muhabbet” deyince zihnim “İkindi” diyor. 

Çocukluğumun köyünde, caminin avlusu en koyu sohbetlerin yapıldığı yerdi. Erkekler, ikindi ve yatsı namazından sonra uzun sohbetler ederlerdi cami avlusunda. Bazen de caminin karşısındaki eve yaslanmış kütük ağaçlar sohbete mekân olurlardı. 

İkindi sonrası güze benzer. Öğleni yaz mevsimine, sabahı bahara, geceyi ise kışa benzetirim. Kocaman yıl, küçük bir çekirdek gibi gelip günün içine kendini sığdırmış. Güz mevsimi, yılın en demli günlerine sahiptir. Güzün sekinet hali, toprağa, gökyüzüne, insana ve kuşlara yansır. Mevsimler içinde güzü severim, vakitler içinde de ikindiyi. Çünkü ben çayı, sohbeti, rüzgârı, yağmuru, gölgeyi severim. Bunların her biri, insanı dik ve dost tutan şeylerdir. Üstelik zaman, insanı demler. İkindiyle buluşalım...