İkinci Tanzimatçılar veya cenah-ı laikos

Maalesef, bir kısım Osmanlı aydını, içine düştüğü inkâr fırtınasıyla dini reddederek, Batı’nın ilerlemesine ayak uydurulabileceğini zannediyordu. Oysa aydınlanma dine karşı değil, devlet ve toplumdaki ahlâkî çöküntü ve yozlaşmaya karşı yapılmalıydı. Millî hedefler belirleyerek, ülkenin tamamını kapsayacak ve şekilcilikten uzak plânlamalara ihtiyaç vardı, Mehter yerine bando kurdurmak değil.

SON günlerde bir siyâsî partinin genel başkanı, tıpkı Tanzimat mucidi (!) Mustafa Reşit Paşa misali, başta hayat pahalılığını örnek vererek, ülkemizin her konuda çok geri kaldığını, şayet kendilerine yol verilir ise çağlar üstü bir hamle ile Kafdağı’ndan bile kalburla su getireceğini söyleyerek pembe ufuklara davet ediyor.

Ancak, herkesi maziden bîhaber sanarak ve dahi cemaziyelevvelini de unutarak, adeta Reşit Paşa’ya nazire yapıyor. Tıpkı Abdullah Cevdet (!) namındaki bedbahtın benzeri ve değişik üslûbu ile yâd ellerde, “danışman” adı altındaki akıl babası ecnebi uzmanlarla (!) çağların ötesinde bir sıçrama yapacağı projelerden bahsetmiş. Bu yazıdaki kastımız, ilgili zatın ve beraberindeki zevatın siyaset yapma kabiliyetini sorgulamak veya tenkidi değildir. Aksine, takriben iki yüz yıl önceki bir tarihe yolculuk yapıp,”değişim” denilen bir ara kesitten bahsedeceğiz.  

Büyük şairimiz Akif (merhum) diyor ki, “Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?/ Tarihi tekerrür diye ta'rif ediyorlar./ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”. Aklın yolu bir; denenmişi bir daha denemek ahmaklıktır. Akıl bir mânâda bilgi birikimidir. Bilginin önemli bir kısmı tecrübeye dayanır. İsterseniz iki yüz sene önce tartışılan ve Cumhuriyet’in ilânından günümüze kadar devam eden bir konunun yol yordam değişimini veya Batı hayranlarının ağzı ile Tanzimat ile başlayan reform (!) hareketlerine değinelim…

Bu bağlamda asıl tartışmamız gereken konu, Cumhuriyet’in ilânıyla girilen yeni yolun hedefi olan medeniyet değiştirme ve Batılılaşma meselesidir. Bu karar ve uygulama nasıl başladı, ne sonuçlar verdi, bugün hangi noktadayız, bakalım…  

***

Müslüman milletimize dayatılan medeniyet değiştirme kararı, silah gücüne dayalı bir karardı. Halka sorulmadı. İtiraz edenlerse asıldı, zindanlara atıldı. Sonuçta bu teşebbüs, “medeniyeti değiştirme mânâsında başarıya ulaşamadı”. Biz Batı medeniyetine girmedik. Hatta AB’ye bile girsek bu medeniyete girecek değiliz. Çünkü artık Batı’daki hikmet adamları, tek medeniyet dâvâsının saçma olduğunu ifade ediyor ve “medeniyetlerden” söz ediyorlar. Dünyada tek kültür ve tek medeniyet olmayacak (bu olamaz; çünkü fıtrata, insanlığın yapısına aykırıdır). Olabilirse, daha adil bir dünya düzeni kurulacak, bireyler ve gruplar daha hür ve müreffeh bir hayata kavuşacaklar. Bu olmazsa küçük veya büyük kıyamet kopacak.

Ancak statünün devamını isteyen, bunun için de sırtını askere ve bürokrasiye dayayan zihniyet Türkiye’ye çok zarar verdi. Burada Cumhuriyet’e gelinceye kadarki dönemin de bir hülâsası gerekir. Gerek sosyal bilimcilerin, gerekse tarihin kaydettiği vakıalar, on dokuzuncu yüzyılın Osmanlı Cihan Devleti’nde büyük buhrana neden olmuştur. Öyle ki, Tanzimat Fermanı ile başlayan ve Cumhuriyet ile sonuçlanan süreçte ortaya çıkan fikir akımlarına bakıldığında, hepsinin aynı düşündüğünü söylemek biraz insafsızlık olsa da kahir ekseriyetinin Batı karşısındaki geri kalmışlığımızı (!) kabul etmek zorunda kaldığı görülür. Bu nedenle, dönemin Osmanlı aydınları, bu geri kalmışlıktan kurtulmak ve modern Batı (!) seviyesini yakalamak için farklı birtakım çözüm önerilerini ileri atmışlardır.

Bu çözüm önerilerinin farklılaşmasında din olgusundaki farklı anlayışlar ve din-devlet-toplum ilişkisine yaklaşımların önemli bir yeri bulunmaktadır.

Söz konusu tarihlerde Osmanlı dünya görüşü, günlük hayatın temel problemlerine çözüm üretemez duruma düşünce, teknik olarak reformu kaçınılmaz (!) görmüştür. Bu konu ile alâkalı olarak Batı’yı örnek almışlarsa da, bununla beraber Batı’nın kültürü ve medeniyeti de Osmanlı toplumunun geniş coğrafyasının içerisine inisiyatifinin haricinde sıçranmıştır. Batı’nın ilerlemesinde kültürünün büyük etkisinin olduğunu düşünen bir kısım Osmanlı aydını, gerileme nedeni olarak da kendi kültürlerini ve İslâm dinini görmüş, onları hedef seçmişlerdir. Çözüm üretememe sebebi olarak da yine kendi kültürünü ve dinini görmüştür. Böylece yapılan yenileşme hareketleri kültürel arka plân ve din dikkate alınmadan gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Üzerimize giydirilen/giydirilmeye zorlanan libas dar gelmiş, milletimizin efkâr-ı umumiyesi tarafından yapılanların suni olduğu ifade edilmiştir. Bu hâl bir milletin yani Müslüman Türk milletinin dinine bağlılığını, millî meselelere hassasiyetini göstermiştir. Türk aydınlarının bir bölümü Batı karşısında aşağılık duygusuna kapılmıştır. Üstünlüğü başka bir kültür ve dinin yaşanmasıyla eş değer görmüşlerdir. Bu nedenle kurtuluş, yüzeysel ve bugünkü tabirle palyatif çarelerle, göstermelik/şekilsel metotlarla gerçekleştirilmek istenmiştir.

***         

İnsaf sahibi tarihçilerin hemfikir oldukları bir konudur, ecdadımız Osmanlı Cihan Devleti’nin son yüz yılında Batı terakkisine duyulan hayranlık ağır sonuçlar doğurmuştur. Kanaatimiz odur ki, bu hayranlığın altında yatan sırrı (ve diğer tarafta özü), unutulan Müslüman ecdadın aydın diye güvenmek istediği kimi münevverin itikadımızın iksirinden bîhaber olmasıdır. Bize düşen görev, haberdar olanların ise modaya uyup Batılı kervanına katılmasını, katılmaya mecbur bırakılmasını hülâsa etmek istikametinde olacaktır.

Osmanlı Cihan Devleti, temelinde “aşk ve sevgi” olan bu bakış açısıyla cihana hükmedebilen bir devletin en aslî yapıtaşını oluşturmuştu. Varlığının amacını “yaşamak ve yaşatmak” kavramları üzerine kuran Osmanlı, 18’inci yüzyılda aksiyon gücünü kaybederek kendi kabuğuna çekilmek durumunda kaldı.

Elbette çok can yakan bu krizin arka plânı bir hayli karanlık ve trajiktir. İşin esası ise şuydu: Avrupa teknik anlamda ilerleme kaydetmişti. Savaşa dayalı ilişkilerin yerini artık ekonomik ve siyâsî ilişkiler almıştı. Avrupa insanı medenîleşirken insan olma vasfını kaybetti ve sınırsız bir doyumsuzluk hâlinde hep daha fazlasını istedi. Bugün de dünyaya hâkim olma düşüncesiyle güçsüz olanın ezilip sömürgeleştirildiği “maddeci” bir zihniyetle insanlığın sonunu hazırlayacak kaos/kargaşa plânları yapmaktadır Batı. Maddeye tapan, aklı putlaştıran, pozitivist Avrupa medeniyeti karşısında ahlâk, iman ve İslâm esaslı Osmanlı medeniyetinin ayakta kalabilmesi için kendi özüne sahip çıkması gerekiyordu.

Osmanlı uzun bir dönem bunun nedenlerini ve çıkış yollarını tartıştı. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in (rahmetli) de dediği gibi, “Osmanlı Devleti’nde Avrupa’nın üstün olduğu karmaşık duygular kompleksi oluşmuş ve bu üstünlüğün kabul edilmesiyle ‘onlar gibi olmak’ için birtakım çabalara girişilmişti”. Hâlbuki Avrupa’nın ilerlemesi zaten İslâm dünyasından elde ettiği kazanımlar sayesinde olmuştu. Ancak Osmanlı devlet ricali bunun farkında değildi. “Modernleşmek” adı altında girişilen ıslahatların kaynağı ve modeli Avrupa olmuştu.

Yine allâmeden olan tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat’ın (rahmetli), “Kısa Türkiye Tarihi” adlı kitabında da ifade ettiği gibi, “hedef Avrupalılaşmak” olarak belirlenmişti.

Ancak yapılacak olan bu değişikliklerin Osmanlı medeniyeti ile bağdaşıp bağdaşmayacağı maalesef düşünülmemiştir. Demek ki hangi dönemde olursa olsun, halkın maddî ve manevî değerleriyle oynamak o devletin yapıtaşlarıyla da oynamak demek oluyor. Osmanlı devlet adamlarının Avrupa’daki ilerleyişi kendi ülkelerine tatbik etmek isterken yanlış yol izlediği muhakkak. Önce eğitime verilmesi gereken önem maalesef başka alanlara verildi. Osmanlı eğitim sisteminin temelini oluşturan medreseler, tıpkı ordunun ıslahı gibi bir yeniliğe ihtiyaç duyuyordu. Öğretim ve yöntem, müderrisliğe atanma ve öğrencilerin disiplini gibi alanlarda sorunları olan medreselerin aklî ve müspet ilimlere eskiden olduğu gibi gerekli önemi vermesi göz ardı edilmiş, rüşvet, hatır gönül ve adamsendecilik gibi olumsuz tavırlar alıp başını gitmişti. 

“Özgürlük, eşitlik, hak, adalet, hukuk” gibi kavramlar İslâm dinine yabancıymış gibi, içine düştükleri maddeci dünya görüşüyle dine karşı çıkıyorlardı. Hâlbuki meclis, meşveret, şura, ortak akıl, danışma gibi kavramlar zaten İslâm dininin içinde olan kavramlardı. Eski düzeni değiştirmeye yönelik hareketleri iyi ve ilerici, ona karşı gelenleri ise tutucu ve gerici olarak gören o dönem Osmanlı aydınının kafası şüphesiz ki çok dardı.

Medreselerin, bilim ve fen konularında İslâm dininin yeniliklere açık olduğu ve dolayısıyla kendi kültür ve ananemize bağlı kalmak, özümüzü ve değerlerimizi yitirmemek şartıyla gelişmeleri takip etmek konusunda devletin yanında yer alması gerekirken kendi içine kapanarak taşın altına elini koymaktan çekindiğini görmek gerekiyor. Zaten zamanla tümden etkisiz hâle geldiler bu yüzden. Hâlbuki Batılı hayat tarzını model almakla değil de önce eğitimle aşılması gereken meseleler vardı.

Yurt dışına giden öğrenciler Avrupa’da içine düştükleri pozitivizmin büyüsü ve aldıkları eğitimle devleti yıkacak kadroları oluşturdular. Bu acıklı hâli Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın kendisine ait ve günümüze göre ve okurlar için sadeleştirilen “Hatıralarım” adlı eserde mealen şöyle görebiliriz:

“Devlet-i Âli Osman’ın parasıyla Avrupa’ya, tahsil görsünler diye gönderdiğimiz gençler, dönüşlerinde Batı’nın fenni ve tekniği yerine harsını (kültürünü) getirdiler…”

Maalesef, bir kısım Osmanlı aydını, içine düştüğü inkâr fırtınasıyla dini reddederek, Batı’nın ilerlemesine ayak uydurulabileceğini zannediyordu. Oysa aydınlanma dine karşı değil, devlet ve toplumdaki ahlâkî çöküntü ve yozlaşmaya karşı yapılmalıydı. Millî hedefler belirleyerek, ülkenin tamamını kapsayacak ve şekilcilikten uzak plânlamalara ihtiyaç vardı, Mehter yerine bando kurdurmak değil.

Batı taklitçiliği ve hayranlığı, iyi ile kötünün birbirine karışmasına sebep olacak bir anlayışa neden olmuş ve ahlâk anlayışında bir sarsıntı meydana getirmiştir. Edebe, ahlâka ve geleneklere bağlı, namuslu ve insaflı Osmanlı kişiliğine karşı savaş ilân edilmiştir. Toplumu medenîleştirme gayesi Frenkleşmeye/alafrangalaşmaya indirgenerek, Avrupaî yaşam tarzı, ahlâk ve âdetlerini taklit etmek bir meziyet hâline getirilmişti. Halkın din ve geleneği, toplumun çöküşünün sebebi ve ilerlemenin önündeki engel olarak gösterilmiştir. Bu kişilik yozlaşması ve yabancılaşma, Osmanlı toplumunu çöküşe sürüklemiştir.

Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın ifade ettiği gibi, Avrupa’da materyalist eğitim anlayışıyla eğitilip yurda geri dönen bu zevatın görmek istemediği(!), Batı medeniyetinin tabiî ahlâkî kanunlardan yoksun anlayışıyla büyük bir sosyal buhran içine düşmüş olduğu hakikatidir.

Ne hazindir ki, Batılı aydın tipinin hediyesinin meyvesi olarak, Osmanlı toplumu kendi öz ve değerlerinden uzaklaşarak, kurtuluşunu maddiyatta aramış ve maneviyatını ihmâl ederek yardımlaşma ve sosyal sorumluluk duygularını kaybetmiştir.

***

Bugün geçmişten ders alarak kendimize çekidüzen vermek zorundayız. Ne Batı eski Batı’dır, ne de biz onlara gıpta edecek kadar Frenk mukallidiyiz, ne de “Öldük, bittik, yerlerde sürünüyoruz” propagandasının tarafıyız. Ancak Frenk mukallidi entel takımı ve içimizde mankurtların olduğu unutulmamalıdır. Hâlâ içimizde Sykes-Picot anlaşmasının taraflarının hayranları ve İttihat-Terakki benzeri siyâsî partiler ve bağımlıları olsa da, bağımsızlığın ve güçlü devlet olmanın yolunun hamasetten, Batı hayranlığından, zafer sarhoşluğundan değil, karıncalar gibi çalışmaktan, üretmekten geçiyor, bu artık idrak edilmelidir.

Kalkınmanın, eşref-i mahlûkat kıymetinde müreffeh bir hayat bir sürmenin çaresi; Kur’ân ışığında, Risâlet-i Resulûllah’ın işaret ettiği ve ecdadın bize bıraktığı İlâ-yı Kelîmetullah için nizâm-ı âlem ülküsü yoludur. “İki günü müsavi olan zarardadır” şeklindeki Nebevî düsturu, serlevhamız ve yolumuz olmalıdır. Vesselâm…