İkinci Kuvva-yı Milliye: Cumhur İttifakı

Milletimiz, Vahdeddin’e “hain” denilmesini kabullenmedi. Ancak onun çaresizliğini ve cesaretsizliğini eleştirdi. Atatürk’ün getirdiği heyecan ve direnişi kabullendi ve onu kurucu lider yaptı. Aynı şekilde aziz milletimiz, CHP’yi bu çizgisi sebebiyle hiçbir zaman “hain” görmedi, görmeyecek; zaten böyle hissetseydi 31 Mart gecesinde ona iktidar avansı vermezdi. Ancak 15 Temmuz gecesinden bu yana milletin cesur bulduğu çizgi ve Atatürk gibi etkin-bağımsız ülke yolunda en sahici yol haritasını Cumhur İttifakı’nda gördü. CHP, bu noktada erken seçime zorlarsa ülkeyi, bu tespitimizin doğru olduğuna tanık olacaktır.

Giriş: Cumhuriyet’in 100’ü

BİRİNCİ Dünya Savaşı’nda mağlûp olduk. Altı yüzyılı aşkın yönettiğimiz üç kıtadan, köklerimizin bulunduğu Anadolu’ya çekildik. Galip ülkeler, bir Türk devleti olan Osmanlı gibi tekrar dünyada etkin ve güçlü bir devlete sahip olmamızı istemedikleri için çok yönlü tedbirler aldılar. En büyük tedbirleri, Anadolu’yu işgal etmek ve galip ülkelere hizmet edecek bir “taşeron ülke” var etmekti.

Bunun için “İngiliz aklı”na teslim olacak bir yönetime ve “İngiliz diplomasisi” hayranı bürokraside bir elitler grubu oluşturmak gerekiyordu. Osmanlı’nın son dönemlerinde, birçok sebeple, İngilizlerin bu stratejisine hizmet edecek yapılar ve akımlar vardı. Kuşkusuz bu “Batı hayranı” akımlar içinde hatırı sayılır derecede Fransız aklına öykünenler de vardı. Ancak ortak bir yönleri ve iradeleri mevcuttu ve şöyleydi: “Osmanlı dönemi kapatılmalı, kurulacak yeni devlet Batı dünyasının içinde yer almalı ve Batı’daki ülkelerle uyumlu şekilde çağdaş, seküler, lâik ve ulusalcı bir ülke olarak kalmalı.”

İngilizler başta olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri için söz konusu stratejinin uygulanması hususunda “Osmanlı öldü!” kabulünün yayılması çok önemliydi. Ve öncelikle buna bizzat Anadolu halkı inanmalıydı. Osmanlı’yı temsil eden devletin görünür yüzü olan Saray da resmî olarak dünyaya “Osmanlı dönemi kapandı!” şeklindeki ilânı yapmalıydı.

Fakat Anadolu insanı, İngilizler ile müttefiklerinin bu stratejisini bozdu. Peki, nasıl?

Anadolu topraklarında yaşayan Müslüman halkın mayasında bir direniş ve diriliş ruhu vardı: “Anadolu Devrimciliği”.

Anadolu Devrimciliğini tarif edelim…

15 Temmuz gecesinde yaşanan işgal girişimine karşı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan halkı meydanlara inmeye çağırdığında, zaten saatler öncesinde meydanlara inenler vardı. Yani “İnin!” denilmeden önce inenlerdir Anadolu Devrimcileri. Ya da Alparslan, Anadolu’ya gireceğinin haberini gönderdiğinde, “Biz Anadolu’dayız Alparslan, gecikme, seni bekliyoruz!” diyenlerdir. Yani “Girin!” denilmeden Anadolu’ya girenlerdir Anadolu Devrimcileri.

Birinci Murad, Kosova’ya gittiğinde, “Geciktin Murat!” diyenlerdi Anadolu Devrimcileri. Yahut da Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı devlet görevlisi olarak Anadolu’yu örgütlemek için Samsun’a çıkıp “Örgütleneceğiz” mesajı verdiğinde, zaten Anadolu’da örgütlenenler vardı. İşte o örgütlenmiş halka “Anadolu Devrimcileri” diyoruz.

Dolayısıyla Anadolu’da Millî Şair Akif’in İstiklâl dizelerinde hatırlattığı üzere “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım/ Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” ruhuna sahip bir halk vardı. Bu halk, iki konuda çok hassas ve bilinçliydi: İslâm ve Devlet.

Anadolu halkı, İslâm ve Devlet konusunda yıpratıcı, şüphe uyandırıcı, zarar verici her türlü fikre, örgütlenmeye ve uygulamaya karşı durmayı bilirdi. İçindeki Anadolu Devrimciliğini gerektiği yerde gerektiği kadar devreye alırdı. Daha sonra günlük hayatına dönen Anadolu halkı, İslâm’ı âlimlerine, Devlet’i de liderine teslim edecek özgüvene sahipti. Fakat dünyadaki büyük sanayi ve ideolojik alandaki gelişmeler o kadar etkin ve hızlı yayıldı ki Anadolu halkı İslâm hakkında güvendiği âlimlerin bu değişim karşısında yetersiz kaldığına tanık oldu. Hatta âlimlerin gittikçe tutucu, geleneği taklit edici ve gelişmelere kapalı hâlleri, İslâm konusunda halkta farklı yönelim ve gruplaşmalara yol açtı.

Devlet ise dünyadaki gelişmeler karşısında yetersiz kalıyor, Osmanlı sürekli toprak kaybediyordu. Ve en önemlisi, Hilâfet’in merkezi olan Topkapı Sarayı, halktan kopuk hâlde kendi derdine düşmüştü. Üstelik bu kendi derdine düşme, çare üretmekten çok, saraydakilerin ezici çoğunluğunun kendi hayat standartlarını sürdürmeleri yönündeydi.

Halkın iki yüce değeri olan İslâm ve Devlet, Batı merkezli dünyadaki her türlü gelişme karşısında adeta rüzgâr önünde savrulan yaprak gibiydi. İkinci Abdülhamid’in parçalanma ve savrulmayı ertelemek ve durdurmak adına tüm çabası da finaline varmış ve İkinci Abdülhamid tahttan “darbe” ile indirilmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş hikâyesini ve bu hikâyenin içindeki şartları İkinci Abdülhamid dönemi ve özellikle de tahtan indirilişi ile başlatmak mümkün. Çünkü dünyadaki, bölgedeki ve hayattaki tüm ayak sesleri çok net bir mesaj veriyordu: “Cumhuriyet rejimine geçiş kaçınılmaz!”

Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı’nın siyâsî şecere olarak ve dünyadaki muhataplık açısından sonlanacağını hesaba katıyorlardı. Cumhuriyet rejiminin de ilân edileceğini öngörüyorlardı. Çünkü cumhuriyet fikri Osmanlı’nın son dönemlerinde hem halk, hem devlet içinde kabul görüyordu. Ancak galip devletler için Osmanlı’nın yıkılmasının sonrasında kurulacak yeni Cumhuriyet rejiminin ve yeni devletin kendilerine ne kadar hizmet edeceği, uyum sağlayacağı ve hatta teslim olacağı çok önemliydi. Bu, şu demekti: Anadolu topraklarında kendileriyle uyumlu olacak bir devlet yapısı ve toplum modeli inşâ etmek gerekiyordu. Peki, nasıl?

Madem Anadolu halkı zor günlerde Anadolu devrimcisi oluyor ve bunu, yücelttiği İslâm ve Devlet fikri ile gerçekleştiriyordu. O zaman gerçek ve sürdürülebilir stratejide İslâm’ın ve Devlet’in kendi geleceğini Batı dünyası içinde görmesini ve aktifleşmesini sağlamak gerekiyordu.




Galip devletler Anadolu’da İslâm ve Devlet fikrinin Batı dünyasına yolculuk yapması için adeta akıl ve kalp limanına üç ana gemi yanaştırdılar: Bilim, lâiklik ve ulusalcılık. Yani Anadolu mutlaka bu üç gemiye binmeye ikna edilmeliydi. Üstelik o dönemde ve şartlarda dünyanın özellikle de Batı dünyasının devletleri ve halkları akın akın bu üç gemiye biniyorlardı. Teşbih yerinde olacaksa eğer, adeta bir irade bu üç gemiyi, büyük tufanda Nuh’un gemisi gibi sanayi ve ideoloji tufanı içinde olan halklara “kurtuluş gemileri” diye sunuyordu.

Nitekim Anadolu halkı da bu üç geminin limana yanaştığını ve akın akın gemiye binenleri görüyordu. Kuşkusuz bu gemilere Batı’da gördükleri eğitim ve yaşam tarzı sebebiyle erken binen çevreler de vardı. Bu çevrelerin içinde İslâm ve Osmanlı Devleti düşmanlığı yaparak Batı’ya teslimiyetlerini ifade edenler de mevcuttu. Ancak ortada bir gerçek vardı: Üç gemi limandan kalkıyor ve “Batı’ya yolcu kalmasın!” anonslarıyla insanlar akın akın bu gemilere biniyordu. Üstelik hem halkın farklı kesimlerinden, hem de Devlet’in farklı kademelerinden insanlar biniyordu bu rotası Batı olan gemilere.

Bu sadece galip devletlerin politik plânı değildi. Aynı zamanda dünyanın “yeni trend” ekseniydi. Yani bilim, lâiklik ve ulusalcılık 20’nci yüzyıl gerçeğiydi. Bu üç gemi düzenli şekilde seferlerini yapıyor ve her seferde devlet ve toplum içinden “Batıcı” çevreler hızla çoğalıyorken Anadolu’nun her köşesinde ise direnen ve “Ya bağımsızlık, ya ölüm!” diyerek şehadet şerbetini içmeyi İslâm ve Devlet fikrinin ödevi bilen örgütlenmeler vardı.

Son tabloda İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar Anadolu’yu işgal etmişler, Yunanlıları “savaş taşeronu olarak” Anadolu içlerine doğru sürmüşlerdi. İşgal kuvvetleri bir yandan Anadolu’nun her bir köşesinde yakılan bağımsızlık ateşlerini söndürmeye çalışıyor, öte yandan üç geminin seferlerini konsolide ediyorlardı. Bunun için galip devletlerin esir aldıkları bir adres daha vardı: Saray.

Saray çaresizdi. Sarayın müdavimleri üç geminin yani bilim, lâiklik ve ulusalcılığın yolcusu olmakla yetinmiyor, aynı zamanda Batı dünyasına “Sizdeniz, elimizi taşın altına koyabiliriz” diye mesajlar çekiyordu. Zaten bu “sarayın içindeki Batıcılar” diyebileceğimiz çevreler, İkinci Abdülhamid döneminde örgütlenen sosyal dokuydu ve İkinci Abdülhamid’in devrilmesinde de önemli rol oynamışlardı.

Saray o kadar çaresizdi ki Anadolu’daki bağımsızlık ateşlerinin sönmemesi için dua etmek dışında neredeyse bir şey yapamıyordu. El altından gösterdiği çabalar da sonuç vermiyordu. Bu tabloda ülkesini seven, vatanperver, kahraman Osmanlı subayları, yaverleri ve generalleri vardı. Nitekim bunlardan biri olan Mustafa Kemal, Anadolu’da yakılmış bağımsızlık ateşini destekleyecek, örgütleyecek ve galip devletlerle girdiği askerî ve diplomatik savaşları bir sonuca ulaştırarak 1923 yılında ilân ettiği cumhuriyet ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu lideri olacaktı.

Ancak gerek üç gemi sürecinde, gerekse bağımsızlık mücadelesinin destansı direniş hikâyeleri sonunda ilân edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde ve bu devlete tâbi halkta “bölünmüş sosyoloji” diyebileceğimiz bir durum ortaya çıktı. Yani 1923 yılında mevcut durumun fotoğrafını çektiğimizde, ortada “bölünmüş sosyoloji” diyeceğimiz ölçekte, halkta ve de devlet kademelerinde bir görüş, bir tavır ayrılığı vardı.

Dolayısıyla Anadolu halkı, 1923 yılında Cumhuriyet ilân edildiğinde ikiye bölünmüş bir halktı. Direnişte birlikte hareket eden Anadolu Devrimcileri, “gelecek” senaryolarında ikiye bölünmüştü. Dolayısıyla üç gemi serüveninde ve verilen direnişin sonunda elde edilen kazanımlar noktasında halk iki ana blok ve sosyal pozisyona ayrılmıştı. Hatta bu görüş/tavır farkı zamanla çok büyük kamplaşmalara evrildi. Dolayısıyla Cumhuriyet, “bölünmüş sosyoloji” üzere yola çıkmış oldu.

 

Gazi Mustafa Kemal, özellikle 1934 yılına kadar bölünmüş sosyolojiyi kontrol etmek ve ortak millî hedeflerde buluşturmak noktasında çok büyük çaba sarf etti. İki sosyolojinin de radikal gruplarına izin vermedi ve provokasyonlarını bastırdı. Ancak…

 

Bölünmüş sosyolojinin 100’ü

2023 yılındaki Cumhurbaşkanlığı Seçimi sürecinde “Millet İttifakı” ve “Cumhur İttifakı” etiketiyle sandığa giden halkın fikir, tavır, söylem ve hedef gösterici saha hareketlerinin fotoğrafını çektiğimizde bir gerçeğimizle yüzleştik: 1923 yılında var olan “bölünmüş sosyoloji” yüz yıldır tüm fark ve karakter değişimine, dil ve söylem evrilmesine rağmen aynıyla duruyor. Yani 2023 yılında seçim sebebiyle ortaya çıkan halk tablomuz, “Değişen bir şey yok!” dedirtecek cinstendi.

Peki, 1923 yılında nasıl bir bölünmüş sosyoloji vardı ki yüz yıldır varlığını sürdürüyor. Yüz yıldır bu bölünmüş sosyoloji neden çözülemedi? Yoksa “bölünmüş sosyoloji” Birinci Dünya Savaşı’nda galip ülkelerin büyük sosyolojik tuzağı mıydı veya tarihî akışın getirdiği bir kırılma yaşandı da artık Anadolu’da gerçeğimiz olan bir sosyal fay hattımız mı var? Bölünmüş sosyolojiden kurtulamaz mıyız? Sahi, bu bölünmüş sosyolojinin fotoğrafında ne var?

Bölünmüş sosyolojinin bizdeki fotoğrafı, diğer bir ifadeyle hikâyesi şöyle:

Anadolu halkının yarısı, “Osmanlı Devleti’ni ve yönettiği toplumu çağın şartları içinde güncellemek, değiştirmek ve geliştirmek çok zor; bu nedenle yeni bir sayfa açalım kendimize ve bu yeni beyaz sayfada çağdaş, seküler, lâik bir devlet kuralım, dünya medeniyetinin yeni yüzü ve lideri olan Batı dünyasında yerimizi alalım” dedi. Hatta, “Gerekirse Birinci Dünya Savaşı’nın galipleriyle konuşalım, uzlaşalım ve onların bizi kabulü için Osmanlı konusunda bazı fedakârlıklar yapalım” fikrini savundular. Üç gemiyi yani bilimi, lâikliği ve ulusalcılığı ise olmazsa olmaz biçimde Batı’nın parçası olmanın gemileri kabul ettiler. Anadolu’daki direnişin en büyük kazanımının bir daha Osmanlı’yı hatırlamamak olduğunu bile ileri sürdüler. “Osmanlı öldü!” dediler ve hatta mezarını bile ziyaret etmeyi Batı ile uyumsuzluğun yanı sıra huzursuzluğa işaret saydılar. Osmanlı dönemini hatırlatacak her şeye itiraz ettiler. Devlet kurumlarında ve hatta “kamusal alan” adı altında sokaklarda bile Osmanlı’yı hatırlatan her şeye müdahale ettiler.

Bir ara bu sosyoloji içinden radikal gruplar çıkararak İslâm’ı düşman bile ilân ettiler. İslâm’ın bu yolculukta büyük bir ayak bağı olduğunu ileri sürdüler. “İslâm ve bilim uyuşmaz” diyerek bilim üzerinden İslâm hakkında şüphe uyandırdılar. Lâikliği adeta Müslümanlara hayatı zindan edecek şekilde yorumladılar. Ulusalcılığı da ümmet karşıtlığında alternatif siyasal adres gösterdiler. Doğal olarak Hilâfet’i tarihsel bağlamından koparıp istemedikleri her çevreyi “Hilâfetçi/Osmanlıcı” diye suçladılar. Kuşkusuz bu radikal gruplar marjinal kaldı ancak Devlet içinde esaslı yerleri tuttular. Darbelerin çoğu bu radikal mutfak tarafından örgütlenip uygulandı. Üstelik her darbeyi bizzat Batılı ülkelerin istihbaratlarıyla yaptılar.

Anadolu halkının diğer yarısı ise farklı düşündü ve tavır aldı. “Osmanlı Devleti’nde ve onun yönettiği toplumda değiştirilmesi ve geliştirilmesi gereken çok konu var ancak Osmanlı ile bağları bıçak gibi kesip atmak veya galip ülkelerin taleplerini yerine getirmek mümkün değil. Cumhuriyet’in, evet ancak Cumhuriyet’in etkin, bağımsız ve güçlü olması için Osmanlı devlet geleneğinin güncellenerek devam etmesi ve Anadolu halkının millî ve manevî değerlerini terk etmeden terakkiye eşlik edilmesi gerekir. Bilim, lâiklik ve ulusalcılık hemen binilecek gemiler olmamalıdır; çünkü bu gemiler sadece bizi Batı’nın parçası yapmayı sağlıyor; rotaları ise Batıcı kılmak amaçlı. İslâm ve Devlet’i yıpratacak, zarar verecek şekilde yorumlanacak bilim, lâiklik ve ulusalcılık yorumlarına karşıyız” diye tepki verdiler ve örgütlenme çağrısında bulundular. Bu sosyolojinin de içinden radikal gruplar türedi. Tuhaf bir bilim karşıtlığı, demokrasiyi, cumhuriyeti ve lâikliği İslâm’dan çıkmak, hatta küfür ve şirk olarak niteleyen gruplar türedi. Hilâfeti anlamından kopararak Cumhuriyet ile karşıt bir siyâsî rejim gibi sundular. Marjinal kalsalar da bu radikal gruplar çoğu zaman darbeleri davet eden ortamlar için çok kullanışlı oldular.

İşte bu bölünmüş sosyolojide iki ayrı/karşıtlanmış halk, kendi içlerindeki radikal grupları barındırarak tam yüz yıldır bir politik mücadele hâlinde ve sürekli bölünmüşlüğü canlı tutan bir operasyon olarak varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla işgal edilmiş Anadolu topraklarında destansı bir mücadele veren Müslüman Anadolu halkı yani Anadolu Devrimcileri, bu topraklardaki geleceğimize ilişkin yöntem, dil ve tarz olarak ikiye bölündü.

Nitekim Cumhuriyet’in ilânından sonra Birinci ve İkinci Meclis’in siyâsî yapısına, diline ve Meclis mebuslarının seçilme, tercih edilme şekline bakıldığında bu “bölünmüş sosyoloji” çok açık görülecektir. İkinci Meclis tablosunda politik mücadelede bölünmüş sosyolojinin bir tarafı lehine pozisyon alındığı da ayrıca fark edilecektir.




Fakat Kurtuluş Savaşı’na liderlik eden Gazi Mustafa Kemal, bu bölünmüş sosyolojinin Devlet’in bölünmesine, millî mutabakatın dağılmasına, Cumhuriyet’in zafiyete düşmesine izin vermemek adına birçok tedbir aldı ve gönlünde bir taraf olsa da süreci dengeli ve bütüncü yönetti. Özellikle 1934 yılına kadar bölünmüş sosyolojiyi kontrol etmek ve ortak millî hedeflerde buluşturmak noktasında çok büyük çaba sarf etti. İki sosyolojinin de radikal gruplarına izin vermedi ve provokasyonlarını bastırdı. Ancak…

1934-1938 yılları arasında ise yani hastalığının arttığı ve dünyanın İkinci Büyük Savaş’a sürüklendiği dönemlerde Atatürk’ün kendisi radikalleşti. Radikalleşmeye mecbur kaldı. Bu radikalleşme iki yönlü işledi: Devlet’in bekâsı için devlet politikalarında keskin bir ulusalcılık çizgisi var etti. Bilim, lâiklik ve ulusalcılık gemilerinin seferberliğinin riskte kalmaması için toplum mühendisliği riskini alarak yolcuların sayısının artmasına yönelik din ve eğitim konusundaki politikalarında radikal ve sert uygulamalara yöneldi.

Nitekim bölünmüş sosyolojinin bir tarafı 1934-1938 yılları arasında “radikalleşen Atatürk” yıllarını gerekçe göstererek sosyolojinin diğer bölümüne karşı daha sert söylemlere girmeye başladı. Kendi içindeki radikal gruplara büyük cesaret geldi. Atatürk’ün vefatından sonra ise bu son dört yılı bahane eden çevreler istedikleri her şeyi “Kemalizm” ve/veya Atatürkçülük etiketiyle diğer tarafa boca etmeye başladı. Artık her devlet politikası ve halka yapılan her muamele “Atatürk dedi ki…” cümlesiyle başlıyor ve her operasyon Atatürk resmiyle taçlandırılıyordu. Bunun o kadar şirazesi kaydı ve o kadar çok Atatürk tipolojileri üretildi ki hayattayken millî mutabakatla “Millî Lider” kabul edilen Atatürk, ölümünden sonra halk arasında araçsallaştırıldı ve özellikle İslâm hakkındaki her operasyonda bir “Atatürk” tipolojisi üretilip kullanılmaya başlandı. Toplum “Hangisi Atatürk?” deme noktasına sürüklendi.

2023 yılına kadar “Hangi Atatürk?” tartışması hiç durulmadı. Bölünmüş sosyoloji de yeniden dalga boyu artarak Cumhurbaşkanlığı seçiminde sandık kıyısına vurdu. Şimdi Cumhuriyet ikinci yüzyılında ve bölünmüş sosyoloji her cephede hararetlenmiş durumda. O zaman bir soru sormamız gerekiyor: 1923 yılındaki dünya şartları ve o dönemki bilim, lâiklik ve ulusalcılık zihniyeti ile 2024 yılı dünyasındaki bilim, lâiklik ve ulusalcılık anlayışı aynı mı? Değil. Peki, 2024 yılında dünya bir üçüncü dünya savaşından söz açıyorken acaba savaş stratejileri aynı mı? Değil. 1923 yılındaki bölünmüş sosyolojide var olan gündemler, dil ve tavır ile 2023 Seçimlerindeki bölünmüş sosyolojinin tavrı ve dili aynı mı? Değil.

Değil, çünkü değişim ve gelişim her zaman var. Ancak dün değişim ve gelişmelere rağmen bir ülkede “bölünmüş sosyoloji” varlığını sürdürüyorsa, o zaman o ülkede operasyonlar sürüyor, fay hatları aktif ve olası savaşlarda bu ülkenin kullanılması için şartlar ona göre hazırlanıyor demektir. Dolayısıyla 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimindeki Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı çatısı altında toplanan halkın fikir, tavır ve politik ataklarına baktığımızda hem bölünmüş sosyolojinin varlığını sürdürdüğünü, hem de ortada çok büyük bir operasyon olduğunu bize resmetmektedir. Hatta 1923 yılını hatırlatan bazı benzer koşullar oluşturulmuş demektir. Daha doğrusu, 1923 yılında olan bölünmüş sosyolojiyi yüz yıldır galip ülkeler canlı tutmayı başarmış demektir. Ve 2023 Seçimindeki kamplaşmış dozaja ve sonrasında yaşananlara baktığımızda bizi ürpertecek bir “işgal girişimi” içindeyiz aynı zamanda. Bunu nereden biliyor ve gözlemliyoruz? Tabiî ki 15 Temmuz işgal girişiminden!

O zaman tereddütsüz şu cümleyi kurabiliriz: 15 Temmuz işgal girişimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına ayar vermek ve “ikinci bir Batılılaşma dönemine start vermek” için denendi.

15 Temmuz işgal girişimindeki amaç “ikinci Batılılaşma dönemi” stratejisine start vermek içinse, o zaman bir şey iddia ediliyor demektir: Türkiye Cumhuriyeti’nde Batı dünyasını ve Batı ülkelerini rahatsız eden, oradan tehdit olarak görülen ve Batılılaşmaya karşı dalgakıran görevi gören bir durum veya süreç var demektir. Peki, Batı dünyasının devre dışı bırakmak istediği ne vardı Türkiye’de?

15 Temmuz işgal girişiminde bulunanlar hangi iddia ve gerekçe ile ortaya çıktılar? İşgal girişimi karşısında bölünmüş sosyoloji nasıl refleks verdi? 15 Temmuz gecesinde yaşananlar ile Kurtuluş Savaşı döneminde verilen mücadele arasında benzerlik var mıydı?

Daha kritik bir soru soralım: Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı çatısı altında seçime gidilirken yaşanan büyük kamplaşma ile bölünmüş sosyoloji arasında bir ilişki veya geçiş var mıydı? 15 Temmuz işgal girişiminde bulunanlar ve başarısız olanlar neden 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde ısrarla Millet İttifakı bloğunu desteklediler? Bu destek karşısında Millet İttifakı seçmeni bu provokasyon ve operasyona geldi mi?

Tüm bu soruların tek bir cevabı var: “Cumhur İttifakı neye karşı ittifaktır?”

Aynı soruyu aynı kapıya çıkacak şekilde şu formatta da tekrarlayabiliriz: “Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli, 1923 ve 2023 ruhunun ruh ikizleri midir?”

Bunun analizi için ve bölünmüş sosyolojinin 15 Temmuz gecesindeki reflekslerini doğru okumak adına 15 Temmuz’da Türkiye’nin devlet ve toplum olarak fotoğrafını çekmemiz gerekiyor.

 

15 Temmuz gecesi Atatürk tişörtleri “Allah-u Ekber!” tekbirleriyle çığlığa döndü. Sarıklı cübbeli olanlar sarhoş kardeşleriyle omuz omuza tanka yürüdüler. Öyle bir sabaha uyandı ki Türkiye, “ikinci yüzyılın” yol haritasının başlangıcını çiziyordu. Türkiye Yüzyılı’nın özünü hatırlatıyordu. Fakat…

 

15 Temmuz’da kimler Vahdeddin, kimler Atatürk rolündeydi?

Evet, bu soru cümlesi her şeyi deşifre edecek bir etkiye sahip. Özellikle “Kim Vahdeddin, kim Atatürk rolünde?” bakışı, deşifre edici etkiye sahip olacaktır. Çünkü bu sorunun cevabını bulduğumuzda gerçekten “şok” olacağız. Gözlerimize inanamayacağız ve aklımız karışacak. Etrafımızda olup bitenleri okuma biçimimiz değişecek. Bir illüzyon kalkacak. Batılı ülkelerin yaptığı operasyonun kodları deşifre edilmiş olacak. Neden? Çünkü günümüzde hiç kimse kendisinin “Vahdeddin’in rolü” ile özdeşleştirilmesine izin vermez, buna itiraz eder. Oysa neden bu iki ana rolü ortaya koyduğumuzu gerekçelendirir ve bağlamını resmedersek, o zaman doğru ve etkin bir soru olduğu anlaşılacaktır. Dolayısıyla önce “Vahdeddin’in rolü” ve “Atatürk’ün rolü” kodlarını deşifre/tarif edelim.

Kuşkusuz “Vahdeddin’in rolü” ve “Atatürk’ün rolü” iki yöntem ve adresle tarif edilebilir. Birinci yöntemde, bugünden o güne bakışı eksen alarak bu rolleri tarihçiler tarif edebilir. İkinci yöntemdeyse, “O zaman hangisi doğru ve çözüm sunucu idi?” sadeliğinde bir rol kıyaslaması yapmak mümkündür. Yani savaş ortamlarında mağlûp tarafta kalan ülkede yapılması gerekenler noktasında bir duruş ve yol haritası müzakeresi yapacaksak eğer, o zaman Anadolu tecrübesi içinde yaşanmış bir dönemimiz var. Üstelik Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti tercihine yönelmekle sonuçlanan destansı bir mücadelemiz var. O mücadele sürecinde özellikle Vahdeddin’in rolü ile Atatürk’ün rolünü karşılaştırarak bir “duruş rolü” çıkarmak mümkün. Bu rolleri metafor anlamında günümüze taşıyarak mevcut süreçleri deşifre etmek için kullanmak, tarihi çarpıtmak olmasa gerek. Aksine, günümüzü çarpıtanların maskesini düşürmeye yarar. Ayrıca bu tarz rolleri “hain ve kahraman” kadrajında manipüle etmeye de gerek yok. Aksine, “Devlet’e ve millete faydalı rol” duyarlılığında ve bilincinde ele almak icap eder. Dolayısıyla Vahdeddin Han için “hain” deyip kesip atmak veya İkinci Abdülhamid dönemini “Cennetmekân ile Kızıl Sultan” kıskacında boğmak çok anlamlı olmadığı gibi, gereksiz ve kullanışsız da metotlardır.

Bu bağlamda Vahdeddin’in rolüne baktığımızda üç kritik ödev/muhataplık tespit etmekteyiz:

İlki, galip devletlerin resmî muhatabıdır. İkincisi, halkın meşru temsilcisidir ve üçüncüsü, savaştan halkını çıkarmaktan sorumlu öncelikli adrestir. Ancak büyük bir dünya savaşını kaybetmiş ve halkı savaşın ağır bedelini ödemiş durumdayken Vahdeddin Han, resmî muhataplıkta bağımsız ve güçlü değildir. Aksine teslim olmuştur ve politik esaret içindedir. Halkın temsilcisi olmak noktasında iktidarda, ama muktedir değildir. Savaştan halkını çıkarmak noktasında ise adeta seçenek olmaktan çıkmış durumdadır.

Vahdeddin Han için geriye tek seçenek kalıyordu: İngilizlerin izin verdiği kadar Osmanlı’nın ömrünü uzatmak ve onların istediği modelde bir devlet ve halk yaşamıyla var olabilmek… Üstelik bilim, lâiklik ve ulusalcılık gemileri adeta filo hâlindeydi ve sahipleri galip ülkelerdi. Vahdeddin Han’ın bir kurtuluş mücadelesini yani bir direnişi örgütlemesi ve ölümüne bağımsızlık için direnmesi hem şartlar icabı yoktu, hem de bu cesaretle liderlik yapabilecek ruhta değildi. Yani Vahdeddin Han asla hain değildi ancak içinden geçtiği tarihî rolü üstlenecek imkânlara ve bireysel donanımlara sahip değildi. Yani Vahdeddin Han’ın ömrünün sonundaki tarihî rolü netti: Batı ülkeleriyle uzlaşarak, onların rotasında devleti ve halkı Batı’nın parçası yapmak.

 

 

 

Üstelik hatırı sayılır ölçekte hem Devlet bürokrasisinde, hem halkın elitlerinde bu rota benimseniyordu. Hatta “İngiliz Severler Derneği” gibi açıktan bu rotayı savunanlar çoğalıyordu. Fakat bir de Türk devlet geleneğinde var olan “devletin bağımsızlığı” ve “İslâm’ın yüceliği” konusunda “direniş çizgisi” vardı: “Anadolu Devrimciliği”. Birilerinin bu çizgiyi sürdürmesi, direnmesi ve galip ülkelerle masada pazarlık yapabilecek güçte olması gerekiyordu. Yani “efendi-köle” ilişkisi değil, “taraflar ve anlaşmalar” ilişkisini zorlamak gerekiyordu.

Altını kalın çizgi ile çizmek isterim: Efendi-köle ilişkisine “Hayır!” demek ve yerine “taraflar ve anlaşmalar” eksenini almak, beraberinde bir gerçeği kabullenmeyi gerektiriyordu ki o gerçek, bütün yolların İngilizlere çıktığıydı. Fakat sonuçları ve gelecek için elde edilecek kazanımlar açısından efendi-köle kabulü ile taraflar-anlaşmalar ekseni arasında her açıdan çok fark vardı. İşte Mustafa Kemal’i zaman içinde “Atatürk” yapan da bu taraflar-anlaşmalar eksenini iyi yönetmesidir. Kuşkusuz bu yönetmede savaşlar, uzlaşmalar, diplomasi, politik oyunlar, şantajlar ve dostluk gösterileri gibi çeşitlenmiş mücadeleler vardı. Nitekim bir sonuç elde edildi: Lozan Antlaşması ve ilân edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti.

1923 yılından 15 Temmuz işgal girişimine kadarki süreçte Cumhuriyet tarihimizde dikkatimizi bir şey çekiyor: Anadolu halkı ne zaman taraflar-anlaşmalar ekseninde kazanımlar elde etmişse, mutlaka bu kazanımlar Batı dünyası tarafından bilim, lâiklik ve ulusalcılık üzerinden ya pasifleştirilip edilgen kılınarak Batı hayranlığına dönüştürülüyor ya da darbeler üzerinden kazanımları geri alınıyordu. Yani Atatürk rolünü oynayıp kazanım elde edenler kısa sürede Vahdeddin Han rolüne düşürülüyordu.

15 Temmuz gecesinde gerçekten “şok görüntüler” oldu. İlk şok dalgası geldiğinde inanılmaz bir “durum” ortaya çıktı. Cumhuriyet’i kuran parti olmakla övünen, kurulduğu günden beri her fırsatta Vahdeddin rolüne “ihanet rolü” diye saldıran ve kendisini “Atatürk rolünün devamı” diye sunan CHP, 15 Temmuz 2016 gecesi, darbe teşebbüsünde bulunanlara ve onları azmettiren Batı ülkelerine açıktan destek verdi. Yani işgal girişimi karşısında, o güne kadar ve hâlâ ihanet suçladığı Vahdeddin rolünü bizzat üstlendi. Direnişe çağrı yapıp en ön saflarda mücadele etmesi gereken CHP, maalesef aksi yönde pozisyon aldı ve darbenin olumlu sonuçlanmasını bekledi. Neden?

CHP neden 15 Temmuz gecesinde işgalcilere karşı “Çaresizim, uzlaşmak zorundayım, üzgünüm” diyen Vahdeddin Han gibi işgalcilerle uzlaşmaya ve işgali seyretmeye yöneldi? Mesele sadece Erdoğan’ın devrilmesi ve Hükümet’in düşmesi miydi? Hayır!

CHP, maalesef konu İslâm olduğunda “Atatürk rolü” maskesi takarak ve Atatürk’ün devrimlerini istediği kalıba sokarak opere ediyorken, konu emperyalizm, işgal ve Batı ülkelerinin ülkeyi sömürmesine gelince “Önce bilim, lâiklik ve ulusalcılık” etiketleriyle Batı dünyası içinde kalmak iradesini suiistimal edip, ardından da çok net bir şekilde emperyalist güçlerle uzlaşmaya yönelir duruma gelmiş durumdaydı. Yani nereden nereye!

Üstelik bir ironidir ki, emperyalizme karşı olduğunu söylen “Sol” fraksiyonların tamamı kendisi için CHP’yi şemsiye parti görüyor olsa da emperyalist operasyonlar çıkageldiğinde CHP içindeki bu Sol kanat, emperyal güçlere muhalefet etmek yerine sessizleşiyor. Üstelik “Sol” fraksiyonların tamamı emperyal operasyonlarda sessizliklerini örtmek için hemen konuyu İslâm’a (daha çok şeriata) getirerek muhafazakâr-dindar çevreleri “Bunlar Vahdeddinci ve Atatürk karşıtları” propagandasıyla süreci provoke ederek Batıcılıklarını örtmeye çalışıyorlar.  

Tam da bu bilindik oyunun gereği olarak CHP kendi tekelinde olduğunu düşündüğü “Atatürk rolü” üzerinde istemediklerini “Bunlar Vahdeddinci” diye suçluyordu. Nitekim CHP’nin 2002 yılında tek başına iktidara gelen AK Parti’nin lideri Recep Tayyip Erdoğan’ı da ısrarla “Cumhuriyet ile sorunu olan bir Vahdeddinci” diye iç ve dış kamuoyuna adeta ispiyonluyordu.

CHP 2002’den beri ısrarla Batı ülkelerine AK Parti’yi “Batı’dan kopmaya kitlenmiş, Batı düşmanı, Neo-Osmanlıcı ve özellikle bilim, lâiklik ve ulusalcılık düşmanı Hilâfetçi” diye raporluyordu. Fakat CHP bu kara propagandayı sürdürdükçe Erdoğan halktan daha çok destek alıyordu. Halkın desteği Erdoğan için arttıkça CHP darbe çağrıları yapıyor, AK Parti’nin kapatılması için gündemler oluşturuyordu. CHP bu provokatif çizgide ısrar ettikçe halk daha fazla destek veriyordu AK Parti ve lideri Erdoğan’a.

Halk neden CHP’nin tüm hamlelerine rağmen AK Parti’yi destekliyordu? Üstelik CHP ısrarla halka ve özelde 1934-1938 döneminden cesaret alıp bir hayli mesafe almış bölünmüş sosyolojinin bir tarafına “Erdoğan Atatürk’ten ve Atatürk rolünden hazzetmez” demesine rağmen neden halkın çoğunluğunu ikna edemiyordu? Çünkü halkın çoğu, Erdoğan’ın yapıp ettiklerini ve Batı ülkelerine karşı tutumunu Atatürk rolüne daha yakın, CHP’ninse Atatürk’ün kurduğu parti olmasına ve de Atatürkçü geçinmesine rağmen millî projelere karşı tutumunun yanı sıra özellikle PKK başta olmak üzere emperyalizmin oyunlarına karşı çekimser ve uzlaşmacı tavrını Vahdeddin’in çaresizliğine ve teslim oluşuna benzetiyordu. Yani son yüzyılda bilinen ve söylenenin aksine CHP ve AK Parti’nin üstlendiği 2023’teki tarihî rollere bakıldığında, Erdoğan, Atatürk’ün Cumhuriyet’le başlattığı etkin ve bağımsız çizgisine uygun bir mücadele içinde görülürken, maalesef CHP özünden ve hatta sözünden uzaklaşarak daha çok Vahdeddin’in çaresiz ve teslimiyetçi çizgisine benzer bir çizgide siyaset üretiyordu. Hatta siyaset diye sunduğu çoğu şey, Batı dünyasının taleplerinin elçiliğini yapmaktı.

CHP ısrarla perde önünde bilim-lâiklik-ulusalcılık oyunu oynayarak ve bunu “gelişmiş ve medenî Batı’da yer almak” şeklinde izah etse de politik konum ve sahadaki rolleri açısından Erdoğan’a ve AK Parti’ye kıyasla emperyalizm karşısında direnişçi, dirilişçi ve bağımsızlık adına Kuvva-yı Milliye refleksi göstermekten çok uzaktı. Vahdeddin’in Batı karşısındaki gerekçeleri gibi benzer gerekçeler üretiyordu CHP. Hatta CHP’nin Batı ülkeleriyle kurduğu ilişki biçimini izah şekliyle Vahdeddin’in izahları arasında dil ve pratik paralelliği bile vardı.

Vahdeddin Han’ın ismiyle anılmaya tahammül edemeyen CHP’nin politik çizgisinin küresel güçlerin çıkarlarıyla örtüşen ve uzlaşmacı hâli, hatta iktidara gelmesi için bile bu güçlere yaslanan çizgisi gerçekten şok edici ve sosyolojik bir ironiydi. Peki, ya Erdoğan yapıp ettikleriyle ve önüne çıkan darbeler/süreçler karşısındaki tutumlarıyla etkin ve bağımsız Türkiye adına daha çok Atatürk rolüne yaklaşmaktan ve böyle anılmaktan mutlu muydu? Daha doğrusu, kendi çizgisini 1923 dönemlerindeki Atatürk rolünü 2023 yılında güncelleyerek Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına taşıdığını düşünüyor muydu? Yoksa Erdoğan, Vahdeddin Han ile Atatürk rolünün tarihte kaldığını düşünerek gerekli dersleri de çıkarıp bir üçüncü rol mü ortaya koymak istiyordu? Eğer üçüncü rolden söz açacaksak, bu rol nedir? Örneğin “Türkiye Yüzyılı”, aslında bu üçüncü role atıf mıdır?

Bu kritik soruların cevap bulması için Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” mottosunu öyle tarif etmesi gerekiyor ve öyle bir yol haritası sunması icap ediyor ki ortaya çıkan çizgiye baktığımızda şu cümleyi kurabilelim: “Vahdeddin de, Atatürk de tarihî rollerini yerine getirdiler. Dünya çok değişti ve hiçbir şey 1923 dünyasına ait değil. O zaman yeni dünyanın şartlarına bakarak, bu dünyaya özgü bir ‘Yeni rol, Yeni Türkiye’ ihtiyacı var. Erdoğan işte bu yeni rolü oynama gayretinde.”

Kuşkusuz bu “Yeni rol, Yeni Türkiye” iddiası, Erdoğan’ın kendisini Vahdeddin Han veya Atatürk ile muadil/eşdeğer gördüğü anlamına gelmez; aksine, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni bir rolü fark etmek ve bu rol için gayret göstermek anlamına gelecektir. Peki, Erdoğan “Türkiye Yüzyılı” derken gerçekten de ikinci yüzyıl için gerekli olan bu yeni role işaret etmek ve buraya odaklanarak bu role ilişkin müzakereye mi davet ediyor herkesi? Yoksa seçmenini motive etmek için ve Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını kutlamak adına bir “reel politik kampanya” için oldukça elverişli bir söylem mi geliştiriyor? Hangisi?

Bu sorunun ilk cevabını bizzat Devlet Bahçeli veriyor. Zaten Cumhur İttifakı da burada başlıyor!  

 

15 Temmuz gecesinde işgal girişiminin başarılı olmasını bekleyen ve direnenleri aşağılayanların çoğu CHP içinde örgütlenmiş ve sosyolojinin bir tarafını “Kemalizm” ideolojisiyle kışkırtan radikallerdi.

 

Başlayan ittifak

Bahçeli’nin MHP Olağan Kongresi’nde Erdoğan’a hitaben, “Nereye gidiyorsun? Kalacak ve Türkiye’nin ikinci yüzyılının kurucu lideri olacaksın!” demesi tam da bu sorunun cevabının altlığını oluşturmaktadır. Yani Sayın Bahçeli, Cumhur İttifakı’nın ekseni olarak Türkiye Yüzyılı’na işaret ediyor. Buna karşılık CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu soruya öyle bir cevabı var ki, “15 Temmuz gecesinde kim Vahdeddin, kim Atatürk rolündeydi?” şeklindeki vurgumuza adeta mührünü basıyor. Özgür Özel, CHP Grup Başkanvekiliyken şöyle diyordu: “Biz 2023 Seçimlerinde işgal edilmiş Cumhuriyet’i Erdoğan’dan kurtarıp Atatürk’e iade edeceğiz…”

Bir başka konuşmasında da Özel, “Biz İkinci Abdülhamid’i deviren İttihat Terakki çizgisindeyiz” deme ihtiyacı duymuştu. “CHP Genel Başkanı” sıfatıyla Özgür Özel, geçen günlerde de, “Biz kurucu lider, birinci adamın (Atatürk’ün) Batı dünyasında yer almak adına verdiği mücadelenin çizgisindeyiz. Son adamın ise (Erdoğan) politik çizgisini ve rotasını Doğu’ya yönlendirdiğini biliyoruz. Buna izin vermeyeceğiz!” dedi.

Oysa Sayın Erdoğan’ın politik çizgisi ne “Batıcı”, ne de “Doğucu” idi. Aksine, dünyanın her yönüyle etkin ve Türkiye’nin yararına olacak ve bağımsızlığı güçlendirecek bir çizgiydi. Zaten “Türkiye Yüzyılı” başka türlü mesafe alamaz.

15 Temmuz gecesine dönersek (çünkü Cumhur İttifakı o gece başladı), gerçekten “cumhurun ittifakı” o gece imzalandı. Ancak o gecede sadece işgalcilere karşı bir direniş ittifakı oluşmadı, bir de adeta temenni, bir ince mesaj vardı: “Bölünmüş sosyolojiyi bitirelim. 2023 yılı sonrası yani ikinci yüzyıl da bölünmüş sosyoloji üzere yol almasın, bundan yorulduk!”

Evet, halkın 15 Temmuz gecesi ana mesajı buydu: “Bölünmüş sosyolojiyi bitirelim!”

Bu çağrı, bu aziz milletin büyüklüğünü bir kez daha gösteren bir çağrıydı. Çünkü 15 Temmuz işgal girişimine karşı bölünmüş sosyolojinin iki tarafı birlikte direndi. İki sosyoloji sessiz kalmadı. İki sosyolojinin amacı Erdoğan’ı o gün kurtarmak da değildi. Aksine, bölünmüş sosyolojinin bedelini ödemekten çok yorulduğunu ve bunu sürdürmek isteyen en ufak çabaya tahammülü olmadığını canını ortaya koyarak gösterdi. 15 Temmuz gecesinde direnenlerin Cumhur İttifakı seçmeni olduğunu söylemek hem doğru bir okuma değildir, hem de milletin özüne ve sözüne muhalif bir dildir. O gece Türkiye’nin birçok şehrinde her kesimden, siyâsî tercih farkı olanlar vardı.

15 Temmuz gecesinde halk bir altyazı geçti: “1923’teki bölünmüş sosyoloji artık dursun. 2023 yılına bölünmüş sosyolojiden çıkarak girelim!”

Biz bu mesajın verildiğini nereden biliyoruz? Biliyoruz, çünkü direnen insanların elindeki bayraklardan, giydikleri tişörtlerden, attıkları sloganlardan, şehitlerin yaşam tarzından, gazilerin parti tercihinden görülmüştür ki, o gece gerçekten aziz milletimiz tek vücuttu. Bölünmüş sosyolojide gündem olan bütün karşıt tipler yan yana can verdiler.

15 Temmuz gecesi Atatürk tişörtleri “Allah-u Ekber!” tekbirleriyle çığlığa döndü. Sarıklı cübbeli olanlar sarhoş kardeşleriyle omuz omuza tanka yürüdüler. Öyle bir sabaha uyandı ki Türkiye, “ikinci yüzyılın” yol haritasının başlangıcını çiziyordu. Türkiye Yüzyılı’nın özünü hatırlatıyordu. Fakat…

Bu büyük mesaj, bu büyük tavır, bu büyük duruş anlaşılmadı. Anlaşılan kısmı eksik algılandı. “Bölünmüş sosyoloji bitsin” çağrısı, “FETÖ” ve “Bu bir tiyatro” propagandasına kurban gitti. Nitekim bu mesaj, çağrı ve duruş unutulduğu için veya hakkı verilmediği, gereği yapılmadığı için halk, 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimlerine bölünmüş sosyoloji fay hattı üzere ve de kamplaştırılarak girdi. 15 Temmuz ruhu o geceki enerjisi ve mesajı ile orantılı anlaşılamadı ve zamanla ruh ve enerji kayboldu. 15 Temmuz tıpkı 30 Ağustos gibi kalarak “bir zamanların kahramanlığı” eşiğine düştü. Neden?

Nedeni çok açık: AK Parti, 15 Temmuz sonrasını ve halkın verdiği “Bölünmüş sosyolojiyi bitir” mesajını iyi yönetemedi. Hatta daha keskin bir cümle kuralım: 15 Temmuz direnişinin tarihî misyonu istenildiği etkide enforme edilemedi.

15 Temmuz gecesi aslında bir “Cumhuriyet’i koruma direnişi” idi fakat reel politik sebeplerle süreç “demokrasi direnişi” olarak etiketlendi. Yani meşru hükümeti yasal olmayan yönlerle indirme girişimine karşı halkın demokrasi refleksi olarak tarif edildi ve bu tarifle yetinildi. Nitekim “demokrasi nöbetleri”nin ilk günlerinde toplumun her kesimi varken, ilerleyen günlerde sadece AK Parti seçmeni kaldı meydanlarda.

Bu tespiti neden öne çıkarıyoruz? Çünkü 15 Temmuz gecesinde halkın canını ortaya koyma motivasyonu “Demokrasi için can verilir” değildi. Çünkü 15 Temmuz gecesinde canını ortaya koyan, sadece AK Parti seçmeni değildi. Halk vardı meydanda. Üstelik siyâsî tercihi farklı ve yaşam tarzı çeşitlenmiş halk vardı. Kendi halkına kurşun sıkacak kadar alçalmış bir saldırının bir işgal girişimi olduğunu hemen anladı ve direndi. Direnenlere baktığımızda, bölünmüş sosyolojinin iki tarafından da direnişe katılanlara tanık olduk. Onun için “15 Temmuz ruhu Türkiye’nin bölünmüş sosyolojiden çıkması için çok büyük fırsattı” diye hatırlatıyoruz.

CHP zaten yıllardır bölünmüş sosyolojiden beslenmiş bir partiydi. Nitekim 15 Temmuz gecesindeki direnişe “tiyatro” diyen ve hatta “Hükümet’in kontrollü darbesi” diyebilen de bizzat CHP oldu. 15 Temmuz gecesi dâhil, bugüne kadar Batı ülkelerinin elçileriyle birlikte hükümetleri devirme iş birliği yapan, maalesef yine ve yeniden bizzat CHP oluyordu. 15 Temmuz gecesinde işgal girişiminin başarılı olmasını bekleyen ve direnenleri aşağılayanların çoğu CHP içinde örgütlenmiş ve sosyolojinin bir tarafını “Kemalizm” ideolojisiyle kışkırtan radikallerdi.

Neden yukarıda “AK Parti 15 Temmuz’daki mesajları eksik algıladı ve orantılı yönetemedi” dedik? Çünkü her yıl dönümünde 15 Temmuz direnişi “Demokrasi Bayramı” olarak kutlandı. Ve bu kutlamalarda sadece tek hedef gösterildi: “FETÖ”.

Bu, şu demekti: 15 Temmuz’da halkın duruşundaki mesaj ve bölünmüş sosyoloji döneminin kapatılması veya en azından makasın kapatılması için taşıdığı imkân iyi değerlendirilemedi. Nitekim zamanla bölünmüş sosyolojiyi canlı tutanlara fırsat doğdu ve onlar da bunu değerlendirdiler. Yani 15 Temmuz kutlamasının “Cumhuriyet’i koruma gecesi” içeriğinden çok “Demokrasi için…” tümleciyle yetinilmesi, o gecede saldıran işgalcilerin operasyon iştahını kabarttı. Ayrıca o gecenin FETÖ saldırısı olarak etiketlenmesi de zamanla “FETÖ bitti, geçmiş olsun!” propagandasının önünü açtı. Ve o gecenin işgalcileri yeniden kripto örgütlenmelere cesaret buldular. Peki, neden “AK Parti süreci yönetemedi” dedik de neden “Erdoğan süreci yönetemedi” vurgusu yapmadık?

Amacımız Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hatasızlığına ve eksiksizliğine atıf yapmak değil. Aksine, sürecin sorumluluğunun bizzat AK Parti tüzel kişiliğinde olduğuna vurgu yapmaktır. Çünkü Türkiye’nin en örgütlü yapısı AK Parti’dir. En tecrübeli siyâsî yapı da AK Parti’dedir. Yani AK Parti tüzel kişiliğinin organizasyon şeması, saha etkinliği ve politik tecrübesi, kastettiğimiz şekilde süreci yönetmeye yeter de artardı. Ancak olmadı veya oldurulmadı.

Nitekim 2019 yılında “Millet İttifakı” çatısı altında toplatılan seçmen iyi konsolide edildi ve büyükşehirlerin çoğunda Millet İttifakı’nın adayı kazandı. ABD Başkanı Joe Biden, “Erdoğan’ı seçimle devirmeliyiz. Bunun için muhalefetteki ittifakı desteklemeliyiz” demeye cesaret buldu. Zaten Millet İttifakı çatısı altında toplanan seçmenleri motive eden ana unsur Biden’i de motive ediyordu. O motivasyon kaynağı çok netti: “Erdoğan dönemi kapansın” düşüncesi…

2023 yılında yani Cumhuriyet’in yüzüncü yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı Seçimi, Erdoğan karşıtları için büyük bir umut seçimiydi ve Erdoğan’ın kazanamayacağından emindiler. Ve bu umudu imgeleyen bir hedef adres seçtiler: Saray.

Neden “Saray” vurgusu Millet İttifakı’nın en büyük propaganda sermayesi oldu? Neden CHP “Saray” etiketiyle Erdoğan’a ritmik saldırdı? Çünkü CHP, bu “saray” betimlemesiyle bir taşla iki kuş vurmak peşindeydi: Birincisi, “Erdoğan özü ve sözü itibariyle ‘Padişah’ dönemi meraklısıdır” algısını oturtmak; ikincisi de “Erdoğan, Atatürk çizgisinde değil, Vahdeddin çizgisindedir” yaftasını yapıştırmak. Peki, buna karşılık Cumhur İttifakı halka ne anlatıyor ve en önemlisi hangi çizgide kendini görünür kılıyordu? Cumhur İttifakı, 15 Temmuz sonrasında ısrarla tek bir gündeme odaklandı: PKK ve terör.

 

Cumhur İttifakı özü itibariyle mevcut savaş ikliminde bir “vatan savunması” hattıdır ve tarihî rolü Atatürk’ün o dönemin savaş şartlarında aldığı bağımsızlık pozisyonudur. CHP ise tarihin cilvesi olarak Batı yanlısı olup Batı ile uzlaşarak ülkeyi yönetme çizgisindedir.

 

Cumhur İttifakı’nın psikolojik eşiği: Terör

Evet, PKK/terör, Türkiye’nin öncelikli sorunuydu. Ancak 15 Temmuz işgal girişiminde bulunan PKK değil, bizzat PKK’ya karşı mücadele etmesi gereken Ordunun içinden bir gruptu. Bu grup, “Erdoğan düşmanı” olarak kendini ilân ediyordu. Nitekim başarılı olsalardı büyük ihtimalle CHP ve ittifakı olacak partiler üzerinden hükümet kurulacak ve PKK konusu yeni bir boyut kazanacaktı. Çünkü 15 Temmuz işgal girişiminde bulunan FETÖ-radikal ulusalcılar büyük olasılıkla Suriye’de kurulması plânlanan “butik PKK devleti”ne izin vereceklerdi. Çünkü işgalciler, ABD’nin taşeronlarıydı.

15 Temmuz gecesinde yaşanan terör, halkın bilinç altına yerleşti. Bu, “Güvenlik cephesi: Halk” anlamına geliyordu. Ancak Cumhur İttifakı’nın seçimlere ısrarla ve tekraren “terör” gündemiyle ve “Devlet’in bekâsı” ekseninde güvenlik dili kullanarak girmesi ilk seçimlerde kabul gördü. Ancak 2019 Yerel Seçimleri ve sonrasında hatta genelde kabul görmemeye başladı. Nitekim AK Parti 2017’den itibaren sürekli oy kaybetti. Ve Erdoğan, Devlet aklının devrede olduğu, “ince ayar” diyeceğimiz siyâsî taktiklerle “Başkan” kalabildi. Nitekim 2023 Cumhurbaşkanlığı Seçiminde yaşananlar bize çok net bir mesaj veriyordu: “Cumhur İttifakı yeni bir siyasal strateji üretmek zorunda!”

Bu arada 2023 Seçiminde hesapta olmayan bir süreç devreye girdi ve Millet İttifakı dağıldı. CHP içinde başlayan değişim tartışmaları genel başkan değişikliği ile sonuçlandı. İyi Parti ise hem genel başkanlık değişimi yaşadı, hem de kurucu aktörlerini dağıttı. Cumhur İttifakı’nın yeni bir siyasal strateji bulma zorunluluğuna en somut durumsa şu olsa gerek: Pandemi dönemi sonrası yaşanan ardışık ekonomik krizlerin bunalttığı halkın politik arayışları 31 Mart Yerel Seçimlerinde öyle bir tablo ortaya çıkardı ki adeta Cumhur İttifakı’na “politik nota vermek” etkisinde görüldü. Çünkü halk, “doğal tercih” yöntemi yerine “tersyüz” taktiğiyle CHP’yi politik yansıtma metoduyla tercih etti. O kadar keskin bir CHP desteği verdi ki halk, adeta AK Parti’ye “ihtar” değil “muhtıra” vermiş gibi oldu. Sertti yani.

CHP ise şaşkınlık içinde, 31 Mart yerel seçim zaferini şöyle yorumladı: “CHP iktidara yürüyor.”

AK Parti ise aynı yerel seçim sonuçlarını “Ekonomik sebeplerle ihtar aldık” diyerek noktalamak istedi.

Erdoğan ise halkın mesajını farklı yorumladı: “Halktan koptuk, sahadan uzaklaştık; üstüne bir de dünyadaki ekonomik kriz eklenince bu sonuç ortaya çıktı.”

Erdoğan bu görüşü paylaşarak halkla iletişim kanalını açık tutmaya çalışıyor. Ancak, tüm bu seçim okumalarında göz ardı edilen bir durum var. Daha doğrusu, sormamız gereken kritik bir soru var: 31 Mart Seçimlerinde Cumhur İttifakı’na verilen mesaj nedir?

Şahsî gözlemim odur ki, 31 Mart gecesinde Cumhur İttifakı’na verilen tek mesaj var: “İttifakın gerekçesi olan teröre karşı mücadele ittifakından daha fazlasını ortaya koy!”

Peki, Cumhur İttifakı’nın teröre karşı mücadele ittifakından daha fazla yapabileceği ne var? Ekonomiyi düzeltmek mi? Suriyeliler konusunu çözmek mi? ABD karşısında bağımsız ancak Batı dünyasında kalacak şekilde yeni bir Batılılaşma yol haritası çıkarmak mı?

Bizce “daha fazlası”ndan kasıt, 15 Temmuz gecesindeki mesaj ile aynı: “Bölünmüş sosyolojiden ülkeyi çıkar, ülke yoruldu!”

Nitekim kısa sürede “normalleşme” ve “yumuşama” etiketiyle Erdoğan-Özel diyaloğu başladı. Yani “bölünmüş sosyolojiden çıkmak için ilk adım” heyecanı oluştu. Fakat kısa sürdü bu. Neden? Çünkü Cumhur İttifakı içinde bu diyalogla ilgili bir uzlaşma sağlanamadı. Bu, şu demekti: Bölünmüş sosyolojiden sadece CHP faydalanmıyordu. Cumhur İttifakı içinde de bir “baskılayan doku” vardı. Kimdi bunlar? Ayrıca sahi, birden bu “yumuşama” ve “normalleşme” dili de nereden çıkmıştı?

Çok net: “Üçüncü Dünya Savaşı” eşiğinde, ateş çemberi olan bölgede Türkiye’nin olası bir savaş durumunda CHP’nin de destek vereceği bir Millî Cephe iklimi oluşturmaktı arka plân. Peki, bu mutabakat mümkün mü? Değil. Çünkü CHP iktidara yürüdüğünden ve Erdoğan döneminin kapandığından emin. Hatta erken seçim talepleri bile bu içten yanan motivasyon sebebiyle… Yani CHP, kendinden emin!

CHP, Erdoğan’ın siyâsî ömrünü uzatmak için hamleler yaptığını düşünüyor. Ancak bu algıda yanılıyor. Çünkü CHP kendinden ve tarihinden o kadar uzaklaşmış ki devlet aklının nasıl çalıştığını unutmuş. Türk devlet geleneğinin liderleri etkinleştirme yöntemlerinden bîhaber kalmış. Peki, Erdoğan’ın bu süreçte plânı nedir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan onca yıllık liderlik tecrübesiyle şu gerçeği bilmektedir: Savaşmayı göze alamazsan masadaki taraflardan biri değilsin.

Türkiye sıcak çatışma bölgesinde. Erdoğan ise ABD dâhil Türkiye üzerinde operasyon yapanlarla sıcak çatışmayı göze alan bir lider. O zaman şu cümleyi kurabiliriz: Cumhur İttifakı özü itibariyle mevcut savaş ikliminde bir “vatan savunması” hattıdır ve tarihî rolü Atatürk’ün o dönemin savaş şartlarında aldığı bağımsızlık pozisyonudur. CHP ise tarihin cilvesi olarak Batı yanlısı olup Batı ile uzlaşarak ülkeyi yönetme çizgisindedir. Ve tutumu da Vahdeddin gibidir. Yani hain değil ancak bağımsızlık için gerektiği kadar cesur da değil!

Yukarıdaki çerçeve içinde sözlerimizi toparlayalım…

 

 

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında Anadolu yine bir savaş çemberi içindedir. Şartları ve sınırları 1923 dönemi gibi değildir. Ancak sonuçta bir dünya savaşı çemberi içindedir. Ve Anadolu’nun bir tecrübesi vardır: Anadolu Devrimciliği.

Anadolu Devrimciliği ruhu yaşıyor ve 15 Temmuz gecesinde olduğu gibi aktif. Ancak 1923 döneminde olduğu gibi iki ayrı tutum ve iki ayrı yol tutuş kavşağındayız: Ya Vahdeddin gibi şartları gerekçe gösterip güçlü ülkelerle uzlaşarak ve hatta onların yol haritasıyla uyumlu davranarak kurtarabildiği kadar ülkenin geleceğini kurtarmak yolunu seçeceğiz ya da Atatürk gibi direniş için halkı örgütlemek ve galip ülkelerle masada eli güçlü olarak pazarlık yapmak için ikinci bir Kuvva-yı Milliye hareketini başlatacağız.

2023 yılından ikinci yüzyıla baktığımızda bir ironi veya tarihî cilvedir ki, son 25 yılda Erdoğan’ın da bütün politikaları başta ABD olmak üzere tüm küresel güçlere karşı direnerek, güçlenerek, strateji ve taktik oyunlar oynayarak ve hayatın ebediyen savaş üzere kalmayacağı bilinciyle, masaya oturulduğunda eli kuvvetli kalmak adına çizdiği çizgi ve yürüdüğü yol, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve sonrası çizip yürüdüğü yol ile örtüşmektedir.

CHP’nin ise ısrarla yürüttüğü Batıcılık çizgisi, özellikle yerli ve millî hamlelere, üretimlere tuhaf bir direnç gösterip “Küresel güçleri kızdırmayalım” pratiği ve de en ilginci olarak “Şartlarımız direnmeye uygun değil, uzlaşalım” gerekçesine sığınarak adeta Vahdeddin’in almaya mecbur kaldığı pozisyona benzer bir rol üstlenmesi tam bir trajedidir.

Kuşkusuz CHP, çizgi ve tavır olarak kendisinin Vahdeddin rolü ile özdeşleştirilmesini büyük hakaret sayacaktır. Erdoğan ve Bahçeli’nin Cumhur İttifakı ile Atatürk rolüne benzer bir Kuvva-yı Milliye çizgisinde buluştuğunu dillendirmeyi de CHP zinhar inkâr edecektir. Ancak deşifre edici soru ortadadır: Kim Vahdeddin gibi davranıyor, kim Atatürk gibi davranıyor? Kim Batı ile birlikte ve onların üst aklına tâbi olarak politika üretiyor ve kim Atatürk gibi etkin, bağımsız bir ruhla direnerek, elini güçlendirerek masaya oturup pazarlık yapıyor? (Değilse, Vahdeddin rolü ve Atatürk rolü bu yazıda birer “duruş” açısından metafor olarak kullanılmaktadır. Tarihçilerin yapacağı analizi “rol çalmak” kabilinden burada yapmak değildir.)

Son tahlil

Cumhur İttifakı neden Türkiye Yüzyılı gibi Atatürk’ün de ilk yüzyıl için hedef gösterdiği “muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak” gibi tarihî bir rolü ve kıtaları eksen alan büyük bir vizyonu ortaya koymak adına halka Türkiye Yüzyılı’nı anlatmak yerine kendini “güvenlik kafesinden çıkmak” şeklinde ve teröre karşı mücadele ittifakı eşiğinde tutuyor? Yani Cumhur İttifakı neden kendini “güvenlik” ile sınırlı bir ittifak izlenimi içinde hapsediyor? Oysa bölünmüş sosyolojiyi geride bırakacak en büyük millî vizyon ve halkı ekonomik açıdan sadece krizden çıkarmak değil, dünya ekonomisinin devi yapacak imkân dahi “Türkiye Yüzyılı” yolunda yürütülecek ittifaktadır. Bunun için Cumhur İttifakı bileşenlerinin bir “Türkiye Yüzyılı Modeli” metni hazırlayıp imzalaması ve halka “Türkiye Yüzyılı’nda Aşamalı Programımız” diye sunması ne güzel olurdu.

İnanıyorum ki, Türkiye Yüzyılı mottosunun altını doldurmak ve stratejik bir yol haritasıyla halka tanık ettirmek CHP’nin bütün plânlarını bozacaktır. Cumhur İttifakı, güven tazelemesini gerçekleştirecektir. Erdoğan sonrası kim iktidara gelirse gelsin, Türkiye Yüzyılı yol haritasına uygun hareket etmek durumda kalacaktır.

Öyleyse tarih kaydetsin ki, Cumhur İttifakı bir Türkiye Yüzyılı ittifakıdır ve seçim ittifakından fazlasıdır. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Sayın Bahçeli bu vizyonun garantörüdür. CHP de düştüğü Batıcı ve teslim olucu çizgiden çıkmadıkça ikinci yüzyılda kendini Vahdeddin şartlarında görmekten ve öyle davranmaktan kurtaramayacaktır.

Unutmayalım; milletimiz, Vahdeddin’e “hain” denilmesini kabullenmedi. Ancak onun çaresizliğini ve cesaretsizliğini eleştirdi. Atatürk’ün getirdiği heyecan ve direnişi kabullendi ve onu kurucu lider yaptı. Aynı şekilde aziz milletimiz, CHP’yi bu çizgisi sebebiyle hiçbir zaman “hain” görmedi, görmeyecek; zaten böyle hissetseydi 31 Mart gecesinde ona iktidar avansı vermezdi. Ancak 15 Temmuz gecesinden bu yana milletin cesur bulduğu çizgi ve Atatürk gibi etkin-bağımsız ülke yolunda en sahici yol haritasını Cumhur İttifakı’nda gördü. CHP, bu noktada erken seçime zorlarsa ülkeyi, bu tespitimizin doğru olduğuna tanık olacaktır.