İkinci İsrail: Gazze’siz Filistin

Katledilen on binlerce çocuğu kucağına alıp okşayıp Rabbine karşı tevekkül duaları eden ve Müslüman coğrafyanın acziyetine ayna tutan haykırışları yapan Müslümanları izlerken yaşadığımız acı ve travma o kadar büyük ki, “kahrolsun” ve “yaşasın” arasında kalan bir çaresizliğin boğuculuğunda inliyoruz! Oysa oyun büyük, savaş büyük! Bize seyrettirilenler tıpkı “ibretlik için asılanlar” gibi hepimize savrulan birer tehdit! Ancak biz gördüğümüz manzaraların aslında sırası bize gelecek bir plan olduğunu bile fark edemeyecek kadar ağıtlara kitlenmiş, duvara yaslanmış, çömelmiş, hâlimize ağlıyoruz!

İSRAİL bir “devlet”ten fazlası, İsrailoğulları bir “soy”dan fazlası, Yahudilik de bir “din mezhebi” olmaktan fazlasıdır. Biz Müslümanların “Yaratıcı’nın son vahyi: Kur’ân-ı Kerîm”in üçte ikisinin konusu İsrailoğullarıdır. Hatta Hz. Muhammed’in (sav) soyunun Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’den geldiği kabulü şu tarihî gerçekliği de kabulü gerektirir: Hz. Muhammed’in soyu ile İsrailoğulları’nın soyu, Hz. İbrahim’e dayanır.


Çok sade bir kurguyu ortaya koyalım: Düşünün, siz bir Yahudi çocuğu olarak doğduğunuzda size şu üç temel inanç/ telkin yapılıyor:


Bir: Evreni yaratan bir “Tanrı” var ve bu yaratıcı yeryüzünde bir soyu kutsadı, seçti, yüceltti ve ona görevler verdi. Bu görevler yerine getirilirse, bu soy tüm yeryüzünü yönetecek!


İki: Tanrı’nın verdiği ödevler yapılırken Tanrı tarafından “vadedilmiş topraklar” var ve de Yahudiler bu vadedilmiş topraklarda hâkimiyet kurduktan sonra tüm yeryüzüne hükmedebilecekler. O nedenle Tanrı ile yapılan sözleşmenin ilk ve temel maddesi, söz konusu bu topraklardaki hâkimiyettir. Bu konuda emek veren, hizmet eden herkese cennetle müjdelenmiştir.


Üç: Dünyanın en zengini, bilim insanı, girişimcisi, sanatçısı, dehası Yahudilerdir. O nedenle “efendi” olmak her açıdan Yahudilerin hakkıdır. 


Şimdi bu üç inanç/ telkin üzerine eğitilen, büyütülen Yahudilerin kendi planlarını uygularken buna uymayan, ayak bağı olan, sorun çıkaranlara karşı psikolojisi ve niyeti nasıl gelişir? Tabii ki karşılarına çıkan her şeyi, herkesi ezmek, satın almak, yok etmeyi kendi hakkı gören bir psikoloji ve niyet ortaya çıkar. 


İşte bu niyet ve psikolojinin “devlet” olmuş hâlinin adıdır İsrail Devleti. Dolayısıyla İsrail Devleti’nin kural tanımaz, soykırımcı, terörist, hain, kalleşçe yöntemlere başvurması sürpriz değildir. 


Gazze/ Filistin halkının karşısında sadece İsrail Devleti yok! İngiltere, ABD ve AB var!


Bugün dünyada yaşayan İsrailoğulları içinde ve/ veya Yahudileştirilmiş başka soyların içinde bugün Gazze’de yaşanan soykırıma, kalleşliğe, terörist eylemlere itiraz eden Yahudilerin olması, söz konusu olan üç temel inançtaki farklılıktan kaynaklanmıyor. Sadece dünyanın gözü önünde bu üç temel inancı bu kadar açıktan saldırı ile yapmaya, inşâ etmeye itirazları var. Çünkü bu yöntem aynı zamanda Yahudilerin hem planını geciktiriyor hem de güvenliğini tehdit ediyor. Değilse bütün Yahudiler 1948’de kurulan İsrail Devleti’nin eksiksiz, firesiz arkasında duruyorlar ve maddî ve manevî her türlü desteği veriyorlar. Hatta Gazze’siz, Filistin’siz bir seçeneği savunuyorlar.


Kuşkusuz İsrail Devleti’nin soykırımının, terörist eylemlerinin, hainliğinin, işgalinin arkasında başta İngiltere, ABD ve AB’nin yani Hıristiyan dünyanın durmasının da bir nedeni var: İslâm dünyasının ve Osmanlı’nın parçalı, sorunlu ve hastalıklı kalması! 


Nitekim İsrail Devleti’nin kurulmasına öncülük eden bizzat İngilizler… 1948’den beri İsrail Devleti’nin arkasında duran ve garantör olan da İngilizler… Osmanlı’yı param parça eden ve sırayla toprakları Osmanlı’dan alan ve onlarca değil, yüzlerce yıl “sorunlu ve parçalı yapı” formülüyle Osmanlı coğrafyasını onlarca “yapay ülkeler” olarak dizayn eden de İngilizler… Dolayısıyla Gazze/ Filistin halkının karşısında sadece İsrail Devleti yok! İngiltere, ABD ve AB var!


Hıristiyan-Yahudi ittifakının ateşkesten anladığı şey, tekrar saldırmak için hazırlık yapmasıdır


Peki karşısında İngiltere, ABD ve AB olan Gazzelilerin soykırımdan kurtulması, kendi geleceklerini huzurla inşâ etmeleri ve İsrail Devleti ile yan yana yaşaması mümkün mü? Değil…


Yahudilerin Gazze/ Filistin halkını kabullenmeleri ve birlikte yaşamak noktasında bir uzlaşı, hoş görü gösterme ihtimali var mı? Kesinlikle hayır… Zaten 1948’den bu yana durum hiç değişmedi. Hatta İsrail Devleti topraklarını işgalle genişletti, zulüm üstüne zulüm yaptı. Hatta biraz uzlaşıdan, hoş görüden söz açan İsrail Devleti siyasetçilerini bizzat Yahudiler öldürdü.


Peki yeryüzünde “Kıyamete kadar sürecek savaş!” denilecek bir durum/ tecrübe var mı ki? Tarih bize çoğu zaman savaş ile geçmiş olsa da insanlık tarihi yer yer barış dönemlerinden de söz açıyor. Dolayısıyla olası bir İsrail-Filistin barışı olamaz mı? Olamaz! Neden olamaz? Çünkü Filistin-İsrail barışının mümkün olması için Hıristiyan-Yahudi İttifakının bozulması ve ardından Hıristiyan-Yahudilik ve İslâm arasında bir barış ittifakının olması gerekir! Bu ise ihtimal dışı. Geriye tek seçenek kalıyor: Hıristiyan-Yahudi ittifakının İslâm dünyasıyla ateşkes yapması!


Bu ihtimal var mı? Çok ama çok az… Olsa da ateşkes süresi çok az sürecektir! Çünkü Hıristiyan-Yahudi ittifakının ateşkesten anladığı şey, tekrar saldırmak için hazırlık yapmasıdır. 1948’den beri de olan budur!


O zaman tarihî bir gerçeklikle yüzleşmemiz gerekiyor: Dünya (Batı dünyası) Filistin-İsrail savaşı sürsün istiyor! Çünkü bu savaş sürdüğü müddetçe Hıristiyanlar-Yahudiler ittifakı Osmanlı coğrafyasını hep parçalı-sorunlu durumda tutabilmekte ve Orta Doğu’yu sömürmeye devam edebilmektedirler.



Tarih bize sadece tecrübe/ ders vermez; bir de inisiyatif, karar fırsatı verir. Kendi tarihini düşmanlar ve onların entrikaları üzere anlatan bir halkın tecrübelerden/ derslerden yola çıkarak karar alması mümkün mü? Değil… O zaman Hıristiyan-Yahudi ittifakının ahtapot gibi kolları olduğunu ve bizi sardığını görmeliyiz. Ne diyordu Orta Doğu’lu bir düşünür: “Sömürü varsa, sadece sömüren yoktur; sömürülmeye müsait olan da vardır.”


Batı’nın Filistin Devleti’ni tanımaktan kastettiği, Gazze’siz Filistin ve Filistin Yönetiminin Batı kuklası olması


Peki İngiltere’nin, Kanada’nın, Fransa’nın “Eylül ayında BM’de Filistin Devleti’ni tanıyabiliriz!” açıklaması ne anlama geliyor? Çok basit: Netanyahu hükûmetine şu mesaj veriliyor: “Kullandığın yöntemler ve bu yöntemleri kontrol edememen bizim planımızı geciktiriyor? Biz B planını uygulamak durumda kalacağız.”


Batı dünyasının Filistin Devleti’ni tanımaktan kastettiği ise çok açık: Gazze’siz Filistin ve Filistin Yönetiminin Batı kuklası olması... Tanınacak Filistin Devleti modelinde zaten Hamas muhatap değil, Gazze toprakları da tanınacak Batı Şeria’daki hükümete bağlı yönetilecek! Dolaysıyla Gazze siyâsî ve askerî olarak tanınacak Filistin Devleti ile karşı karşıya getirilecek. Yani gündem İsrail-Gazze olmaktan çıkarılıp Hamas-Filistin Devleti karşıtlığına kaydırılacak. Gazze uzun süre uluslararası bir komisyona devredilecek ve zamanla Hamas’sız ve Filistin Devleti’ne bağlı mahalle olacaktır. Ve tabii İsrail denetiminde... İşte Eylül ayında devreye alınacak sözde çözüm de budur.


1948’den bu yana kendi planını uygulayan İsrail Devleti o kadar soykırımcı, terörize etmeye alışmış bir psikolojide ki, “Gazze’siz Filsitin” tümcesinden bile rahatsız. Hatta yüzyılın soykırımcısı Netanyahu tüm Yahudilere söz konusu bu seçeneği şikâyet ediyor ve değil Gazze’siz Filistin formülüne, Filistin Devleti’nin bile kurulmaması için verilen mücadelenin boşa çıkmaması için bu formüle karşı tüm Yahudileri göreve çağırıyor. Hatta Netanyahu açıkça şu cümleyi kurabiliyor: “Hıristiyan-Yahudi ittifakının devamı ve güvenli bir hayat için savaşıyoruz! Biz yoksak, ittifak da güvenlik de yok!” Yani Batı dünyasına “Sizin pisliğinizi biz temizliyoruz, arkanızı biz topluyoruz, bize borçlusunuz!” diyor.


Müslüman ülkeler hiç mi mesafe alamadılar? 


O zaman şu soru akla gelecektir: Hıristiyan-Yahudi ittifakının somut projesi olan İsrail Devleti kendi planı üzere 1948’den beri hareket ediyorken, Müslüman coğrafya ne yapıyor, hangi planı işletiyor? 


Cevabı hiç değişmedi bu sorunun: İsrail lehine, Filistin aleyhine sonuçlanacak tüm süreçlerde sessiz, pasif ve hatta Batı ile uzlaşmacı! Çünkü Müslüman coğrafya Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sürecinde ve sonrasında “parçalı, sorunlu ve edilgen” durumda olacak şekilde dizayn edilmiş ve bu duruma uygun davranacak liderler, yönetimler, kültürler oluşturulmuştur. Bu dizayn o kadar sağlam ve kendi içinde tedbirlidir ki, yüzyıldır Müslüman coğrafyanın durumu ortada!


Akla ek olarak şu ara soru gelebilir: Müslüman ülkeler hiç mi mesafe alamadılar? 


Kuşkusuz mesafe aldılar ancak bu mesafe kendi iç politikaları için, Filistin için değil. Filistin için Müslüman coğrafyanın hep bir rutini oldu: Batı dünyasına ricada bulunmak ve Filistin bahanesiyle kendi işlerinin karıştırılmamasını sağlamak! Ağıtlar, öfkeler, protestolar ise genelde halkların kendi vicdanlarını sakinleştirme senası oldu.


Ne yaşanırsa yaşansın, öz eleştiri yapılmak zorunda


Haydi yeri gelmişken… Pek arzu edilmeyen ve etrafında gezilmeyen bir pencereyi biz açalım: Gazze/ Filistin halkının 1948’den bu yana özeleştiri konusu olacak hiç hatası yok mu? Büyük fotoğrafı görememek, stratejisiz olmak, oynanan oyunlara karşı uyanık olmak, zamana yayılmış bir planı işlemek gibi konularda bir gecikme, ihmal, dalgınlık, tezgâha gelmek, hatalı yönelişler olmadı mı? Olduysa bunlar neler? Niçin yaşandı bunlar?


Filistin/ Gazze halkı o kadar çok mazlum, mağdur oldu ki, o kadar acımasız planlı sömürgeye, sistematik soykırıma maruz kaldı ki, ne bizim dışarıdan eleştiri yapmamıza ne de onların öz eleştiri yapmaya imkânı, zamanı, psikolojisi oldu!


Ancak ne yaşanırsa yaşansın, öz eleştiri yapılmak zorunda ve bir mazluma, mağdura “Şurada hata yaptın” demeye dilimiz varmasa da bunu yapmak zorundayız. Bu tıpkı çok acı çeken bir yaralı hastaya gerekirse imkânsızlıklar nedeniyle narkozsuz neşter atmak gibi biz de küresel güçlerin işini kolaylaştıran hatalara, ihmallere, hazırlıksızlıklara değinmek zorundayız.


Şahsen çoğu zaman başta Türkiye olmak üzere birçok Müslüman ülkenin devlet bürokrasisinin ve özellikle istihbaratının kendi yöntemlerince Filistin/ Gazze halkını ve yönetimini konu ettiğimiz hazırlıklar, planlar, stratejiler noktasında eğittiğini, desteklediğini düşünürdüm. Ancak her yıl yaşananlara baktıkça sanki ya bu arka plan çalışmalarının yetersiz veya küresel güçlerle baş edecek zekâda/ planda olmadığı noktasında şüphelere kapılırdım.


Nitekim Hamas’ın 7 Ekim operasyonu sonrası İsrail’in Gazze’de yaptığı soykırım karşısında Müslüman ülkelerin verdiği fotoğraf, zaten var olan şüphelerimizin yerine “umutsuz beklentiler”e bıraktı ve içinde boğdu! Çünkü tablo ortada…


Öyle alçakça bir soykırım yapıldı ki, Hamas’ın 7 Ekim operasyonunu müzakere etmeyi kendimizle çelişki saydık. Gazze halkına o kadar çok zulüm yapıldı ki, Hamas’ın onurlu direnişi yanında stratejik hatalarını dillendirmeyi bile imanımızın eksikliğine yorumladık. İsrail’e karşı o kadar haklı öfke seli oldu ki, Müslüman ülkelerin hatalarını söylemeyi “Şimdi sırası mı?” dedirtmemek için erteledik.


Hatta iktidara “Asker gönder, savaş! Yoksa senin Filistin ile ilgili bütün yaptıklarını yok sayarız, inkâr ederiz!” diyen bazı dindar çevrelerin protestolarının bile neye hizmet edeceğini/ ettiğini tartışmaya bile açamadık. Çünkü Müslüman halkların İsrail Devleti yöntemleri karşısında vicdanı ne kadar yücelse de akıl tutulması içinde kaldığını dillendiremedik. Çünkü ağlayan Müslümanın yüzüne gerçekleri haykırmak sanki bir münafıklık belirtisi oldu! O kadar çaresiz, tutuk ve edilgen bir iklim selinde boğulup gitti ferasetimiz. 


Oysa 1948’den bu yana bütün zulümlere ve gerçeklere rağmen, hem Gazze/ Hamas’ın hem Filistin/ FKÖ’nün ve tabii Müslüman ülkelerin çok büyük hataları oldu İsrail Devleti ve onun arkasındaki güçlerin oyunlarının karşısında. Fakat “Kahrolsun İsrail!” demekten, ne müzakerelere açılabildi hatalar ne çözüm odaklı yeni senaryolar üzerinde durulabildi.


Hıristiyan-Yahudi ittifakının ahtapot gibi kolları olduğunu ve bizi sardığını görmeliyiz


Aslında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kurguladığı gibi gidiyor her şey! Özellikle Filistin/ Gazze imtihanında Müslüman dünya sadece sınıfta kalmadı, bir de ahiretini de riske etti.  


Katledilen on binlerce çocuğu kucağına alıp okşayıp Rabbine karşı tevekkül duaları eden ve Müslüman coğrafyanın acziyetine ayna tutan haykırışları yapan Müslümanları izlerken yaşadığımız acı ve travma o kadar büyük ki, “kahrolsun” ve “yaşasın” arasında kalan bir çaresizliğin boğuculuğunda inliyoruz!


Oysa oyun büyük, savaş büyük! Bize seyrettirilenler tıpkı “ibretlik için asılanlar” gibi hepimize savrulan birer tehdit! Ancak biz gördüğümüz manzaraların aslında sırası bize gelecek bir plan olduğunu bile fark edemeyecek kadar ağıtlara kitlenmiş, duvara yaslanmış, çömelmiş, hâlimize ağlıyoruz!


1948’den bu yana Gazze-Batı Şeria arasında oynanan oyunları bile masaya yatırmaya cesaret edemiyoruz! Neden? Çünkü yaşananların sadece küresel güçlerin arkasında durduğu İsrail zulmünden kaynaklanmadığı, aynı zamanda onları bu zulümde azdıran bir parçalı yapının, karşıtlanmış halkların, stratejik hataların da bu tabloda payı olduğunu konuşmaya yanaşamıyoruz. Çünkü canımız çok yanıyor...


Nitekim Osmanlı’nın dağılmasının, parçalanmasının tek sebebi İngiliz oyunlar mı? Kışkırtılmış bazı Arap kabileleri mi? II. Abdülhamit dönemindeki yükselen iç kargaşalar mı? 


Tarih bize sadece tecrübe/ ders vermez; bir de inisiyatif, karar fırsatı verir.


Kendi tarihini düşmanlar ve onların entrikaları üzere anlatan bir halkın tecrübelerden/ derslerden yola çıkarak karar alması mümkün mü? Değil…


O zaman Hıristiyan-Yahudi ittifakının ahtapot gibi kolları olduğunu ve bizi sardığını görmeliyiz. Ne diyordu Orta Doğu’lu bir düşünür: “Sömürü varsa, sadece sömüren yoktur; sömürülmeye müsait olan da vardır.”


Unutmayalım: İngilizler, sömürdükleri ülkelerde kendileri gibi düşünen ve yaşayan bir halk kalacaksa geride, o zaman askerlerini çekerler! Yahudiler de böyle...