EKONOMİ, Ayasofya Camiî,
iç siyaset, CHP Kongresi derken Korona gündemimizden epeyce düşmüştü. Keşke hep
öyle kalsaydı da yazmasaydık bu melun virüsü tekrar.
Ama
3-5 Ağustos arasındaki vaka artışı yüzde 18’i geçince, bir korkudur girdi yine
içimize!
Ramazan
Bayramı öncesinde gevşetilen pandemi tedbirleri, vaka sayısı binin altına
indikten sonra stabil bir seyir izlemeye başlamıştı. Alışmaya başladığımız 900’lü
vaka sayılarının 800’lere inmeye en çok yaklaştığı 22 Temmuz’dan beri ise neredeyse
her gün yükselen bir grafikle karşı karşıyayız. Hâlbuki Haziran başındaki
tahminler, vakaların ay ortasında 500’lere inmesi yönündeydi. Ancak Korona iki
ileri bir geri, iki geri bir ileri yürüyüşün dayanılmaz rahatlığına alıştırdı
bizi.
Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca ve Bilim Kurulu üyelerinin ısrarlı uyarıları, Millî
Eğitim Bakanlığı’nın okulların açılışına yönelik farklı senaryoları kamuoyu
önünde tartışarak ailelere saldığı (gerekli) korku, dünyanın çeşitli
ülkelerinden gelen olumsuz vaka ve ölüm sayıları da bizlere yetmedi.
Tamam,
Korona ile yaşamaya alışalım. Evlere kapanmakla hayat devam etmeyecek, işimize
gücümüze bakalım. Yaz geldi, tatilimizi yapalım. Eşimizi dostumuzu ziyaret
edelim, köyümüze gidelim… Hepsi beşerî ihtiyaçlar… Ama kardeşim, gelin,
bunların hepsini “yeni normal” şartlarına uygun yapalım!
Sayılar
azaldıkça zihinlerde oluşan “Bitti, artık
bir şey olmaz” algısı da ne demek oluyor?!
Maske,
zorunluluk geldikten sonra önemli ölçüde uyulmaya başlanan kurallardan biri.
Sokakta gördüğüm her beş kişiden dördünün maske taktığı iddiasında
bulunabilirim meselâ. Bunların yarıdan çoğu, uygun şekilde kullanıyor
maskesini. Ancak kafe ve restoran gibi mekânların bırakınız açık alanlarını,
kapalı yerlerinde bile otururken, konuşurken ne fiziksel mesafe kuralları
geliyor aklımıza, ne de maske zorunluluğu.
İşletme
sahipleri içeri girerken uyardıkları müşterilerini, oturdukları sürece rahat
bırakmayı tercih ediyorlar. Buradan anlıyoruz ki, kurallara uyanların da çoğu
ancak yasak savma derdinde. Alkollü işletmelerin sokağa taşan görüntüleri ise
“Eyvah!” dedirtecek cinsten.
Gözüme
çarpan birkaç özel sektör var ki, kurallar önemli ölçüde ve bilinçli şekilde
uygulanıyor: Berber ve kuaförler, taksi ve dolmuşlar, giyim sektöründeki zincir
mağazalar...
Bu
tespitlerimin İzmir’le sınırlı olduğunu, Korona sürecinde şehir dışına pek
çıkmadığım için diğer şehirlerdeki uygulamaların vatandaş gözüyle nasıl
göründüğünü bilmediğimi söylemek zorundayım. Zaten İzmir de tedbirlere
uymasının semeresini vaka sayılarındaki azalmayla almış durumda. Mayıs sonuna kadar
vaka sayısında ikinci durumda olan şehir, son iki aydır bu sıralamada kendine
yer bulamıyor.
Ancak
medya yoluyla şâhit olduğumuz tedbirsiz görüntüler, bizi her geçen gün daha
fazla endişeye sevk eder oldu. Bu görüntülerin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel
analizini yapmaya kalkınca, muhalefetin “ayrıştırıcı” suçlamalarına maruz
kalmamak elde değil. Öyle ya, düğün dernek, taziye gibi yoğunlukların yaşandığı
yerler genellikle yurdun daha az gelişmiş olarak tarif edilen bölgeleri ya da
varoşlar…
Tatil
ve eğlence sektörünün içinden gelen sıkı fıkı görüntüler ise genellikle CHP
şeridi olan kıyı şehirlerinden…
Kültürel
alışkanlıkların önüne geçmenin daha zor olduğunu kabûl ediyor ve ilk grubun
tedbirsizliklerini kısmen cahiliyete, kısmen saygı kültürüne bağlayabileceğimizi
düşünüyorum. Bir taziyeye gidip cenaze sahibine sarılıp ağlamadan dönmek,
düğüne katılıp halay çekmemek ya da gelinle damadı öperek tebrik etmemek ayıp
görülebilir kimi yerlerde.
Ama
kış nüfusu 100 bin civarında (resmiyette 175 bin olmasına rağmen gerçek nüfus
bu değil) olan Bodrum’a dört günde 1 milyon kişiyi sığdıran sosyal yapısı çok
daha enteresan! Zira Bodrum, Çeşme, Kuşadası gibi yerlerde, hem de pandemi
sürecinde yükselen fahiş fiyatlara rağmen tatile gidebilenlerin çok büyük bir
bölümü, ekonomik olarak ortalamanın epey üzerinde ve kültürel olarak kendini
entelektüel sınıfta görenlerden oluşuyor.
Kültürel
ve ekonomik endeksi yüksek kesimin siyâsî yelpazenin neresinde bulunduğu
yorumunu ise size bırakıyorum.
O
zaman, komplo teorilerine sempatiyle bakan insan aklı düşünmeden edemiyor; bu
“birinci sınıf” tedbirsizler, bir itibar suikastı peşinde mi?
Devlet
tedbir almadığında “Neden tedbir
alınmıyor?”, yasaklar geldiğinde “Tedbirler
yetersiz”, yaz geldiğinde “Psikolojimiz
bozuldu, yeter artık!” artık diyenler, on on beş gün sonra gelecek muhtemel
yüksek vaka sayılarının ardından Devlet’i yanlış yapmakla suçlayacaklar, emin
olunuz! Salgının yayılmasından nemalanmaya çalıştığını iddia ettiğimiz malûm
belediyelerin seçmen kitlesi için bu öngörü bir kehanet sayılmamalı.
Her
şeye rağmen, tedbirsiz davrananları siyâsî sınıflandırmaya sokmadan, kültürel
ve ekonomik yapılarına dalmadan söylenmesi gereken bir şey var ki, yaptıkları, “ihanet”ten
başka bir kelimeyle açıklanamaz.
Evet,
karşı karşıya olduğumuz vaka artış beklentisinin sebebi asla ikinci dalga değil,
sadece ve sadece ihanettir! Yarın yine yasaklar geldiğinde tepetaklak gelecek
olan ekonomiden dolayı Devlet’e ihanet, internete sıkışıp kalacak eğitim
sistemine ihanet, kendisine, sevdiklerine ve yayılarak belki binlerce kişiye
verecekleri zarardan dolayı insanlığa ihanet...
Burada
tek tesellimiz, daha önceki tedbirsizliklerin vaka sayılarına beklendiği ölçüde
yansımamış olmasıdır. Öyleyse tatil beldelerindeki görüntüler de bize vaka
artışı olarak dönmeyebilir avuntusuna duâ ile sarılabiliriz. Tedbir, imanın bir
parçasıdır ve hayatımızın her alanında olmalıdır.
Kalın sağlıcakla…