İki yol, tek güzergâh

Aslında asıl korktuğumuz bu, korkularımız ile yüzleşmek! Umudumuzu besleyen pınarlar kuruduğundan beri çok sevdiğimiz kahramansı karelerde bile hep cılız çıktık. Böyle bir tablo söz konusu iken mücadeleye takat kalır mı? Eksiği hep büyütürsek, eksiden çıkmaya takat kalır mı?

İNŞALLAH bu hastalık geçsin de...

İnşallah bu zorlu evreler geçsin de…

İnşallah bir aşı bulunsun da…

İnşallah selâmete kavuşalım da… Yine görüşürüz…

Dostun selâmı, yârin kelâmı, gidilecek yere gidememek, gidil(e)meyecek yere gitmek zorunda olmak… Zorunlu diğer hâller... Belki zorunlu olan nedir, onu da bir sorgudan geçirmek gerekiyor.

Gerekli hâller, belkiler, olabilirler, olamazlar... Bir günün nihâî raporunda ne çok şey var şimdilerde. Mutlu edecek bir şey çaldığında ise kapıyı, “bunlar güzel şeyler ama şimdi değiller”...

Tekraren, inşallah geçsin de şu süreç... Sağlık olsun da... Üç noktalar, virgüller, “ama”lar...

Bunların hepsi yerini bulur. Hepsi adresini ve muhatabını bulur. Olur ise bir buluş, bir yerinden sağlanırsa bir buluşma, yine yakalarız bir ucundan. Gibi gibi düşünceler... Ancak kritik şey şu: “Yakalamak istediğimiz nokta, kaldığımız yerden devam etmeyi mi, yoksa yepyeni ve bizi de yenileyecek bir yeri mi ifade ediyor?”

Bizim arzulayıp özlediğimiz şeyler elbette çok özel ve kıymetli. Lâkin bizim beklediklerimiz dışında bizden usanç duymuş veya bizi özleyen şeyler de söz konusu mu? Ya da -biraz daha soğuk bir hava esecek olsa da- ‘bizi bekleyen herhangi bir şey’ var mı?

Aslında her şey bir geçişe bağlı. Gelenin gidişi için bir geçiş gerekiyor. Gelen bir sıkıntının gidebilmesi de yine gelen soğuk yüzlü bir misafirin hayatımızdaki tahribatının zayıflamasına ve azalmasına bağlı. Bağlamak, evet...

(Her şey her ahvalde aslında yeri ve sırasınca birbirine -yerli yerince- bağlı. Sadece biz acele ederek vehme kapılarak ya da başkaca ihtiraslar ile yerlerini değiştirmeye çalışıyoruz.)

Bizim beklediklerimiz ile bizi bekleyenler arasında asgarî düzeyde bir ağ bağlantısı kurulana veya bu bağlantı kendini tamir edilene dek -sık sık temizlemediğimiz için- üstü tozlanmış sandığından çıkaracağımız kadim onarıcılara ihtiyaç var. Birbirine karışmış onca kablo arasında bir düğüm de ayağımıza atıp beklememek için...

Umut... O hâlde umut, umuda sarılmak... O hâlde demek bile en büyük galat aslında. Her daim bir ahengi yakalamanın en önemli ipucu olan umudumuz olmasa yitecek büsbütün neşemiz. Umut, -kabul edelim ki- modern çağa ve sonrasına geçerken yüzeyselleştirildi, kulaklara çarpa çarpa sıradanlaştırıldı belki. Denizde özge bir yaşam kurulabilecek veya yepyeni bir pencere açacak imkân var iken, “Denize düşen yılana sarılır” gibi hep bir son çâre olarak değerlendirildi umut. Yine de o bizi, kadim bütün dostlarımız gibi -biz ona sarılabildikçe- bırakmadı. Karanlığımıza uzanan bir ışık oldu hep.

Umut, her zor anımıza uzanan bir yardım eli... Umut, gözyaşımıza uzanan bir sıcak tebessüm... Umut, ayak bastığımız dünyadaki varlığımızın ve gönül hanemizin en sağlam direği. Dünya deyince farklı bir çağrışımın önünü kesmek lâzım. “Umut imandandır.” Bunu bir kere tam olarak oturtalım. Zira bir gün önce herkese cevvâllik, taze umut, mutluluk dersi verip ertesi gün her şeyi unutarak bambaşka bir adama dönüşüp sınıfta kalıyorsak, bunun adı en iyi ifadeyle tutarsızlık.

(Şairin dediği gibi, “Umut ve unut ne kadar yakın. Konuşuruz bunları tekrar seninle”.)

Geçen uzun yıllar içerisinde, küçük-büyük hiçbirimizin hayatında böyle bir şey görülmüş değil. Dünya çapında bir hastalık, bir afet, bilinen dönemde bu kadar geniş bir alanda bu kadar hızlı yayılmış değil. Böyle bir istatistik korkutuyor hâliyle. Korkutmalı da…

Lâkin burada hem hemfikiriz, hem de değiliz. Zira sevinçlere sarılıp korkularımızı yenmek ve güzelliklere bağlanıp orada yurt edinmek yerine, hep daha iyi imkânlarımız ve daha geniş vakitlerimiz olsun, -yaşadığımız başka bir şeymiş gibi- hayatı sonra yaşarız diye düşündük.

Ya birçok konuyu idealize ettiğimiz için eli kolu bağlı kaldık ya da vazgeçilmesi gerekirken vazgeçemediklerimiz yüzünden hep erteledik. Tam da bu yüzden kendimizi sahih bir niyete değil, niyetlerimizi keyfimize göre ayarladık. Ve yine tam da bu yüzden korkular birer heyulaya dönüştü bizde.

Bir köşeden çıkacak ve bizi ansızın yakamızdan veya paçamızdan yakalayıverecek bir heyula...

Aslında asıl korktuğumuz bu, korkularımız ile yüzleşmek! Umudumuzu besleyen pınarlar kuruduğundan beri çok sevdiğimiz kahramansı karelerde bile hep cılız çıktık. Böyle bir tablo söz konusu iken mücadeleye takat kalır mı? Eksiği hep büyütürsek, eksiden çıkmaya takat kalır mı? Elbette kalmaz.

Zayıf noktalarımız ve korkularımız ile mücadelede henüz hangi seviyedeyiz, elbette tahmin etmek zor. Fakat bulunduğumuz yerin en güzel yanı, -bağışlayın- bizi “afallatması”… Bizi en çok arada yaşamak yoruyormuş. Bu afallamanın en güzel yeri de -belki şimdiye dek birçok dar ve çıkmaz sokakta yaşamaya çalışıyor ve bunu fark edemiyor iken- şimdi genişletip daraltması veya daha güzeli, dengede kalması elimizde olan iki yol arasında -korku ve ümit- bir güzergâhta bulunmamız…

Seviyesi henüz herkeste çok farklı seyretse de daha iyi olacağına olan umudumuz tam. Ancak direncimiz henüz düşük. Kurtarılacak ve kendini yenileyecek çok hücreye ihtiyaç var. Yenilmemek için bu afallama seviyesinin -bu, elbette kaygı/endişe ve benzeri değil- daha da yükselip bizi önce sıfıra çekerek hafifletmesi ve sonra artıya çıkarması icap ediyor.

“Gayret bizden, tevfik Allah’tan...”