İki hece

Söylemeseler de bir sır gibi fısıldıyorlar hakikati bana, pişmanlıkları sızıyor toprağın derinliklerinden ve itiraf ediyorlar yaşayıp tecrübe ettikleri bu gerçeği. Ve anlıyorum ki, yaşadıklarımızdır bizi biz yapan ve diğer ehl-i dünyadan ayıran.

BÜTÜN duygularım hücum ederken benliğime, aklımın ve mantığımın hükmü yok bugün ayaklarıma. Bedenim gönlümün rüzgârında savrulan kâğıttan bir gemi; hangi su birikintisi olacak durağı, belli değil. Ama bilmiyor ki, ben, iki hecenin peşindeyim; o iki hecede kaybolup o iki hecede bulmalıyım kendimi.

Uzun zamandır masiva suskun sorularıma, bense cevapların peşindeyim. Dünden kalan hezeyanların altında yarınki umutlarım. Elimde kalanlar hayâllerime yama; ben bu yamalarla yol almalıyım. Eyyam-ı bahurda meltemi düşlerken çöl ortasında bulurum kendimi. Mecnun’un ayak izlerini takip etsem erişir miyim vuslata? Bilmem, ben bu iki hecenin peşindeyim.

Ne zaman bu iki hece takılsa aklıma ve ruhumun arzusuna bıraksam kendimi, soğuk mermerler üzerinde gezer ellerim. “Es-selâmunaleykum ya ehl-i kubur”, yine ben geldim… Üç İhlâs, bir Fatiha dilimden dökülen. Fakat ben sizin söyleyeceklerinize talibim.

Sıra sıra dizilen kabirlerin başında nöbet tutuyor mezar taşları. Merhumların künyeleri boyunlarında asılı. Tekmil veren askerler misali hürmetle karşılıyorlar ziyaretçilerini. Kimi bakımlı, çiçeklerle bezeli, kimiyse -yaşadığı hayattan ve yokluktan olsa gerek- hâlâ mahzun. Bazıları suluklarından kuşlara su ikram ederken, bazılarının çatlamış çorak toprağı. Neler yaşadılar, neler uğruna ömürlerini harcadılar? Hangileri harap viranelerde cefa çekerken hangileri sırça köşklerinde sefa sürdü?

Artık ne önemi var? Hepsi aynı toprağın bağrında yatıyor şimdi. Kimleri ve neleri geride bıraktılar, kimler gözyaşı döktü arkalarından? Bana hepsi meçhul…

Karşımda duran üç beş rakamın bana anlattığına göre, ömrünün baharında hayata veda eden bu kadın benimle aynı yaşta. Ben de ölüme bir emr-i İlâhî uzaklıktayım. Kim olduğumun bir önemi yok, şebistanda yol alırken kabristana uğramış bir fani… Karanlığıma bir ışık, nefsime bir kelepçe aradığım sadece… Yarınlarım var mı bilmem, ölmeden nefsimi öldürmektir tek muradım.

Hep aklımda olan “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” İlâhî emri, algımın ve gönlümün süzgecinden geçip önce hücrelerime, sonra tüm benliğime işliyor. Bu gerçek bir güneş gibi hep tepemizde parlarken, biz ondan kaçıp saklanacak bir gölge, bir kuytu arayıp duruyoruz. Yoksa etrafımı saran siz ahiret ehli, siz de mi hiç beklemediğiniz bir anda yüzleştiniz bu mutlak hakikatle?

Sessizliğin verdiği huzura inkıyat ediyor ruhum ve bu sessizlikte cevap buluyor tüm sorularım: Ölüm tek gerçek! Kabirse, yalanla gerçek arasında yalnızca öteki âleme açılan bir kapı… Vakti gelene geçiş var fakat kimseye dönüş yok. Sana eşlik edenler cürmün ve ecrin. Dünyalık telaşların yok artık. Arkanda kalanlar bir nesil sonra adını unutacaklar. Belki yattığın yer belli olacak, tabiî varsa nasibinde bir mezar taşı…

Söylemeseler de bir sır gibi fısıldıyorlar hakikati bana, pişmanlıkları sızıyor toprağın derinliklerinden ve itiraf ediyorlar yaşayıp tecrübe ettikleri bu gerçeği. Ve anlıyorum ki, yaşadıklarımızdır bizi biz yapan ve diğer ehl-i dünyadan ayıran.  

Bu sessiz kalabalığın beklediği gibi kimse beklemiyordur İsrafil’in sura üflemesini. Ebkem kabirler sirayet ediyor bîçare benliğime. Her nefes alışverişimde bir avuç toprak atılıyor sanki üzerime. Şimdi daha da yakınım kabristan ahalisine.

Yine de tanışmaktan ileri gitmiyor sohbetimiz. İsimler aşina, rakamlar tanıdık. Doğum ve ölüm iki hece; bu ikisi arasında hapsolmuş bütün beşer. Cezalarımız aynı: Herkese müebbet!

Ben, bu iki hecenin arasındaki gümrah yolcu…