SİNEMAMIZDA sınıf eleştirisi
üzerine çekilen hemen her yapımda bir taraf sürekli kahramanlaştırılırken,
diğer taraf izleyici gözünde düşmanlaştırılır. Gişe kaygısının bir sonucu
ortaya çıkan bu durumun birkaç istisnası var. Bunlardan biri de Nuri Bilge
Ceylan’ın (NBC) Altın Palmiye Ödüllü “Kış Uykusu” adlı eseridir.
Film,
NBC filmleri içerisinde sadece aldığı Altın Palmiye Ödülü ile değil, hem süresi,
hem de bol diyalogları ile de diğerlerinden ayrılır.
Film
sadece bir sınıf eleştirisi olmasının ötesinde, aynı zamanda bir “entelektüel”
eleştirisidir de.
Filmin
başrollerinde Haluk Bilginer, Melisa Sönmez ve Demet Akbağ var.
Emekli
olduktan sonra babadan kalma oteli işletmek için Kapadokya’ya giden Aydın’ın
hikâyesinin anlatıldığı filmde, Aydın’ın yardımcısı Hidayet, Aydın’ın
kiracıları İsmail ve Hamdi alt sınıfın temsilcileri olarak yer alıyor.
Entelektüel,
kültürel ve ahlâkî değerlere, toplumsal hassasiyetlere karşı aktif bir eğilim
içerisinde olan sevgi, adalet, paylaşım duygularına sahip, analitik düşünen,
bilimsel tahlil yeteneğine sahip kişi olarak tanımlanır. Filmde üst kesimi,
filmin entelektüeli de olan Aydın temsil ediyor. “Aydın” ismi, alelâde seçilmiş
bir isim değil kanımca. Çünkü “aydın” sıfatı, entelektüelin karşılığı olarak
kullanılıyor.
Filmde
karakterlerin, özellikle de Aydın ve kız kardeşi Necla’nın diyaloglarında o
entelektüel havayı seziyorsunuz. Çünkü diyaloglarda kişilik çözümlemelerinin
yanı sıra psikolojik çıkarımlar, insan doğası üzerine derinlikli analizler
mevcût. Derinlikli analizlerin bulunduğu bu diyaloglar içerisinde sarkastik
ögeler de sırıtmadan kendine yer buluyor.
İnce
mizahî ögelerin bulunduğu bu diyaloglar, uzun olmasına rağmen izleyiciyi
sıkmıyor. Hattâ merak duygusu her daim taze kalıyor.
Film,
sinematografik olarak iyinin çok ötesinde görüntüler sunuyor bizlere. Bu kadar
mükemmel görüntülerin arkasında hiç şüphesiz NBC’nin aynı zamanda bir
fotoğrafçı olmasının payı büyük. Hattâ sinema eleştirmenlerinin ittifak ettiği
bir nokta burası!
Aydın’ın
neredeyse bütün dünyası, yerel bir gazeteye yazdığı yazılardan oluşmaktadır.
Bunun ötesinde hiçbir şeyle ilgilenmemekte, hiç kimseyi önemsememektedir. Hidayet’le
olan ilişkisinde onun söylediklerini sürekli unutması, Hamdi’nin ailesini
ayakta tutmak için gösterdiği çabayı görmezden gelmesi, hattâ buna dair bir
entelektüelden beklenmeyen bir şekilde bu çırpınışa kayıtsız kalması, karısı
ile arasında ördüğü duvarları bir türlü kaldırmak istememesi ve karısını sürekli
manipüle etmesi, kendinden aşağı gördüğü insanlarla diyalog kurmadaki
isteksizliği, buna karşın kendi dünyasının bir parçası olarak değerlendirdiği
turistlerle diyalog kurma isteği gibi detaylar, Aydın’ın millete tepeden bakan
tavrını göstermektedir.
Kira
borçlarını ödeyemediği için evine icra gelen ve evdeki televizyon ve buzdolabı
götürülen İsmail, filmin hırçın karakteri olarak kendini gösterirken; İsmail’in
oğlu İlyas’a burada ayrı bir parantez açmak gerek. Çünkü İlyas, eve gelen
hacizden dolayı Hidayet ve Aydın’ın bindiği aracın camını kırar. Hamdi bundan
dolayı mahcuptur ve İlyas’ı özür dilemesi ve elini öpmesi için Aydın’ın yanına
götürür.
Ama
İlyas, Hamdi’nin tüm telkinlerine rağmen Aydın’dan özür dilememek ve elini
öpmemek için direnir. Bu sahne, âdeta tüm imkânsızlıklara rağmen onurlu bir
karşı duruşu anlatır.
Filmde
Hamdi karakteri “imam” olarak yer alıyor; daha doğrusu, Hamdi’nin imam olduğunu
diyaloglardan anlıyoruz. Bunun dışında Hamdi’nin imam olduğuna dair hiçbir
detay filmde yok. Ne Hamdi’nin cemaatle olan ilişkisi, ne Hamdi’yi görevini
yaparken gösteren bir detay var filmde. Üstelik diğer karakterlere ve
mesleklerine yönelik derin tahliller olmasına rağmen…
Ama
Hamdi karakterinin mahzun ve mahcup karakteri üzerinden din adamı eleştirisi
filmde yer alıyor.
Peki,
neden mahcup ve mahzun bir karakter “imam” figürü üzerinden anlatılıyor?
Doğrusu
filmi birkaç kez izlemiş olmama rağmen anlamakta güçlük çektim. Hâlbuki filmde
herkes birbirinden nefret ediyor olmasına rağmen ailesini ayakta tutmaya
çalışan Hamdi, bu uğurda kendi yuvasını bile kurmamış fedakâr biri…
“Kış Uykusu”, hem bir sınıf eleştirisi olması, hem derin okumaları, hem de alt metninde anlattığı ögeler itibariyle izlenmesi gereken, bizden bir film. Ama biraz sabırlı olmanız gerekir. Çünkü film tam 196 dakika sürüyor. Ama izlediğinize değiyor.
Çocukların
koca yürekleri dünyayı cennetin rengine bürüyebilir
Varlığı
paylaşmak, bugün hepimiz tarafından erdemli bir davranış olarak görülüyor. Bir de
çoğumuzun haberdar olmadığı nice hayatlar var ki, onlar yokluğu paylaşarak var
olmaya çalışıyorlar.
İran sinemasının başyapıtlarından biri olan “Cennetin Çocukları”, yokluğu paylaşanların hikâyesini anlatıyor.
Mecit
Mecidi’nin yönettiği film, İran sinemasının nadide örneklerinden biri.
Ali
ve Zehra, küçük yaşta iki kardeştir. Yoksul bir ailenin ferdi olan çocuklardan
Ali, kardeşi Zehra’nın ayakkabısını tamirciden getirirken kaybeder. Eve
geldiğinde durumu Zehra’ya anlatan Ali, hem babasından korktuğu, hem de
ailesinin yeni bir ayakkabı alacak maddî gücü olmadığı için ayakkabıyı
kaybettiğini babasına söylememesi hususunda Zehra’yı ikna eder. Zehra, durumu
ailesine söylemeyecektir ama giyebileceği başka bir ayakkabısı da yoktur.
İki
kardeş bu probleme kendilerince bir çözüm bulurlar. Ali, ayakkabısını kardeşi
ile paylaşacaktır. Okula gidip gelirken ayakkabılar nöbetleşe giyilir. Zehra
dersten çıkıp koşarak ev ile okul arasında bir yerde bekleyen Ali’ye
ayakkabılarını verir. Ayakkabıları giyen Ali, koşarak derse gider ama her
seferinde derse geç kalır. Her seferinde öğretmenlerinden azar işitir.
Zehra
ve Ali’nin paylaşarak giydiği bir çift ayakkabı, onlar için hayata tutunmanın, hattâ
umudun simgesidir.
Yoksulluğun
dünyasındaki problemleri çoğu insan problem olarak dahi görmez. Hattâ farkında
da olmaz. Ama filmi izledikten sonra yoksulluğun doğurduğu problemlerin ne gibi
yoksunluklar doğuracağını o kadar derinden idrak edeceksiniz ki bu bağlamda
hayata bakışınıza yeni bir pencere kazandırmış olacaksınız.
Öğretmenlerin
yoksul öğrencilere bakışını ustalıkla anlatan film, her sahnesi ile seyirciyi
filmin içine çekiyor.
Eğitim
ve başarı bir bütündür ve başarı, sınıfın içindeki şartlardan ziyâde sınıfın
dışındaki şartlara bağlıdır.
Ali’nin
okula her geç kaldığında işittiği azar ve öğretmenlerin duyarsızlığı ve de kuralları
dayatıcı tavrı, eğitim sisteminin bütüncül olarak değerlendirilmesi gerektiğini
bize bir kez daha anlatıyor.
“Üç
İdiot” filminde meşhur bir sahne vardır. Mühendislik okuluna gelenlere dekan
sorar.
Dekan:
“Aya ilk ayak basan kimdir?”
Öğrenciler:
“Neil Armstrong…”
Dekan:
“Peki, aya ikinci ayak basan kimdir?”
Öğrenciler
sessizdir.
Dekan:
“Çünkü hayatta kimse ikincileri
hatırlamaz!”
Bir
yarışta herkes birinciyi konuşur. Herkes birinciyi hatırlar ve tarih hep
birincileri yazar. O nedenle herkes birinci olmak ister.
Peki,
ya birinci geldiği için üzülen var mıdır?
Ali,
bir gün içlerinde ayakkabı ödülünün de yer aldığı bir koşu yarışması duyurusu
görür. Yarışmaya katılan Ali, yarışta hep üçüncü gelmek ister. Çünkü ayakkabı
ödülü üçüncüye verilecektir. Ali üçüncü gelmek için bilerek rakiplerine geçilse
de yarış sonunda istemeyerek de olsa birinci gelir.
Filmin
bu en etkileyici sahnesinde, Ali’nin yaşadığı duygu seline siz de ortak
olacaksınız.
Filmi
seyrettiğimde yorum kısmına şöyle bir not yazmıştım: “Dünya birinci gelenlerin sayesinde değil, üçüncü gelmek isteyenlerin
koca yüreğiyle cennetin rengine bürünebilir…”
Ali
ile Zehra’nın hikâyesini izledikten sonra siz de kanaatkârlığın ne denli güzel
bir vasıf olduğunu derinden hissedecek ve birinci gelmek isteyenlerin değil de
üçüncülüğe kanaat eden insanların koca yüreğiyle dünyanın cennetin rengine
bürüneceğine kanaat getireceksiniz.
Dün
hepimiz 23 Nisan’ı kutladık; çocukların gününde, onların haftasında onlarla
birlikte seyredebileceğiniz ve çocuklarla birlikte çok şeyin farkına
varabileceğiniz bir film.
Mutlaka
seyredin, seyrettirin!