İki dil düzeyi arasında bir geçit: Metafor

Her metafor, ayrı bir idrak sıçrayışıdır. Bu itibarla metaforla görmek ve metaforla keşfetmek, temelde aklın imkânlarını kullanır. Ancak bu yatay dilde kullandığımız akıl değil, dikey dilde kullandığımız akıldır. Başka bir ifadeyle, zeminde yürüyen akıl değil, miraca yükselen akıldır…

EVRENDE her şey bir dil hâli üzerindedir. Birbiriyle iletişim hâlinde olmayan hiçbir varlık yoktur. Varlıklar içerisinde dil ve iletişimi kâmil mânâsıyla kullanan yegâne varlık ise insandır.  

İnsan ve dil ilişkisi, dilin mahiyeti gereği tek boyut içermez. Aksine dilin boyut ve düzeyleri vardır. Bu düzeylerden ilki, âlemi bize simetrik bir biçimde kavratan akıl düzeyidir. Dilin akıl boyutunda yani simetrik olarak kullanılması, genellikle dilin tamamı zannedilir. Oysa bu hem vahim bir yanılgı, hem de lisanın mensup olduğu düzeyleri dikkate almaması açısından bir eksikliktir. 

Akıl ve mantık çerçevesinde yürüyen bir dil, dilin birinci düzeyidir. İnsanlığın genel bilgi edinme süreci birinci dil düzeyi üzerinden yürüdüğü için, varlığa doğal olarak bu dil boyutundan bakarız. Bu bakışın bizde hasıl ettiği temel his, bu dil boyutunun yerden göğe dek her şeye cevap verdiği algısıdır. Oysa bu algı, insana her şeyin yerli yerinde olduğu hissini veren aldatıcı bir algıdır. 

Dili bir boyutun işi sanarak onu o boyutla sınırlamak, her şey bir tarafa, dilin varlık sebebiyle çelişir. Evrende her şey bir dil hâli üzerindedir ama her şeyin dili de bir değildir. Bu dillerden kimisi dalga, kimisi titreşim, kimisi de ışık olduğuna göre, sırf akıl ve mantık boyutundan bakarak her şeyi izah ettiğimizi sanmamız, bizi lisanın varlık sebeplerinden biri olan mânâ arayışında yaya bırakır. Oysa dilin asıl vazifelerinden biri, bizi mânâ âlemiyle temas ettirmektir. İşte bu temas etmek ihtiyacı, dilde zorunlu olarak bir dil düzeyini daha gerektirir. 

Yatay bir mahiyeti olan birinci dil düzeyi simetrik bir dil olup, akıl ve mantığa dayanır. Bu dilin meziyetleri olan ölçü, sınır ve uyum, aynı zamanda bu dil düzeyinin zaaflarıdır da. Bu yatay ve sergen dile mukabil, varlığı zorunlu olan ikinci bir dil düzeyi daha vardır. Her şeyin zıddıyla kaim olması ilkesince bu dil boyutu dikey ve miracîdir.

İkinci dil düzeyini birinci dil düzeyinden ayıran temel şey, birincinin simetrik akla dayanmasına karşılık, bu dil düzeyinin asimetrik akla dayanmasıdır. Birinci dil düzeyine “akıl dili” dersek, bu dil düzeyine “aşk dili” veya “aşk lisanı” adını verebiliriz. Zira aşk, vecd ve hayret vadisinde yolunu şaşan tutuk bir duygu olmayıp, aklın üstündeki akıllardan haber veren simetrik bir akıldır. Bu lisanı “irfanî lisan” olarak da isimlendirebiliriz. 

Akıl dili bildiğimiz şeyleri, irfan ya da aşk diliyse “bildirilenleri” ifade etmek içindir. Başka bir deyişle, ilkinde biz mânâ ile temas etmeye çalışırız. İkincisindeyse mânâ bizimle temas etmeye çalışır. Bu durumda birinci dil düzeyinin ayırıcı niteliği gayret, ikinci dil düzeyinin ayırıcı vasfı lütuftur.

Aklî düzlemde bildiğimiz, biriktirdiğimiz, ifade ettiğimiz her şey, bizim gayret ve çabamıza bağlıdır. Bir çalışma, bir araştırma, bir yorumlama süreciyle ilerleyen bu dil, ağır ve ikircikli bir dildir. Diğeri ise gayret ve çabalarımızın bizi ancak belirli bir noktaya ulaştırdığı dil düzeyinin üzerinden kapı açar. Bu kapı, hibe kapısıdır. Yani burada mânâların sahibi bize, bizim temas etmeye muktedir olmadığımız mânâları keşfetmemiz için sebepler yaratır. Ancak bu lütuf ve hibe de birdenbire olmaz. Lütfun devreye girmesi, gayretin belinin bükülmesi bedelidir. Akıl kendisinin bir maverası olduğunu kavramadan, lütuf kapısı açılıp hibe incileri saçılmaz. 

Mânâsız mânâlara anlam libası giydirmek

Birinci dil düzeyiyle uğraşan kişi, akıl ve mantık ile kurduğu ifade ve anlam dünyasının bir müddet sonra yetersiz olduğunu görür. Bu durum, altındaki atın topal ve menzilin de gayet uzak olduğunu bilen bir yolcunun durumuna benzer. Dememiz o ki, bu topal atlı idrak süvarisi, elindeki aklî kelimelerle anlatılamayan büyük bir mânâ dünyası olduğu gerçeğini kavrar. İşte bu noktada akıl ve mantık dilinden sapan birtakım dil vasıtalarına ihtiyaç duyulur. Dildeki bu sapmaların temelinde teşbih, mecaz ve istiareler vardır. Kişi bu dil vasıtasıyla kendisinin sezip başkalarının bilmediği bir şeyi, bildiği şeylerle açıklamaya çalışır. Burada yapılan şey, akıl dilindeki kelime ve ibarelerin aşk ve mânâ boyutundaki anlamlara uydurularak o mânâsız mânâlara anlam libası giydirmektir. 

Bu libas ister isabetli olsun, isterse isabetsiz, önemi yoktur. Neticede bir ok bir yaydan çıkmış ve bir karartıyı vurmuştur. İşte, bu dil düzeyinin unsurlarını, o dil düzeyinin unsurlarını açıklamak için kullandığımız kelime ve terkiplere “metafor” denir. Metafor, kelime olarak, “anlamı ve anlam suretlerini bu taraftan öbür tarafa yani yataydan dikeye taşımak” demektir. Ancak bu taşıma, sanıldığı gibi tek yönlü işleyen bir süreç değildir. Bu itibarla metafor, buradan oraya taşınan anlam suretlerini oradan buraya taşınan anlam suretlerine dönüştürür. 

Ne akıl dili, ne de aşk dili olan metafor, söz ırmağının bu yakasından bakınca akıl dili, o yakasından bakınca da aşk dili gibi görülür. Bu durumdan anlaşılır ki metafor, akıl ve aşk lisanları arasında bir geçit noktası ve bir anlam köprüsüdür.

Dil, ister kelimeye bürünsün, ister kelimelerini bulamadığı mânâlar arasında kalsın, daima çok katmanlıdır. İnsanla münasebete geçen her hâl aynı zamanda bir dil olduğu için, insanın dilinden ziyade dillerinden bahis açmak lâzımdır. Bu bağlamda rüyalar, hayâller, fikir ve hisler birer dildir. Bunun yanında, insandaki duyu ve yetilere kapalı olan âlem de bir dildir. Bize düşen, metaforlar yoluyla bize kapalı olan bu âlemin kapısını çalmaktır. Mevlâna’nın güzel bir ifadesi vardır: “Kapıyı çalarsan, açarlar.” 

Ancak bu kapı da öyle her çalana açılan bir kapı değildir. Zira çok nazlı olan mânâ dilberinin yüzünde yüz kat duvak vardır. Her duvağın açılması bir bedele bağlıdır. Nasıl ki bir talip, bir gelinin duvağını açtırmak için bedel olarak ona ziynetler takarsa, yüz duvaklı mânâ gelininin duvaklarını açtırmak için de bedeller gerekir. İşte, anlam yolcusu, mânâ dilberine duvak açtırmak için “gözyaşı ve ciğer kanına” mâl olan mânâ incileri sunar! 

Mânâ talibi adına mânâ dilberine duvak açtıran inciler, metaforlardan başkası değildir. Demek ki metaforlar, bize birbirinden farklı iki anlam dünyası olduğunu kavratmak için harekete geçerler. Pekâlâ, metaforlar ne işe yararlar? 

İkinci dil düzeyini birinci dil düzeyinden ayıran temel şey, birincinin simetrik akla dayanmasına karşılık, bu dil düzeyinin asimetrik akla dayanmasıdır. Birinci dil düzeyine “akıl dili” dersek, bu dil düzeyine “aşk dili” veya “aşk lisanı” adını verebiliriz.

Metafor ne işe yarar?

Metaforlar, insanların diğer varlıklar ve mânâlar ile temasa geçip kendilerini onlar üzerinden ifade ettikleri anlatım biçimleridir. Bir kelimeyle ifade edersek, metafor, kendi anlamının dışına çıkma kabiliyeti taşıyan bir dil unsurudur. Metaforun bu durumu, kendi evini bırakıp geçici olarak başka birinin evine yerleşen bir kişiye benzer. Metafor o an kendi evinde değil, geçici olarak başka birinin evindedir. 

Söz gelimi, “gül” kelimesini ele alalım… 

Gül, bildiğimiz meşhur çiçektir. Ancak biz bir metinde gülü kendi evinden taşıyıp metafor evine koyduğumuzda, gülden kastedilen anlam değişiverir. Gülü, benzetme ilişkisinden hareket ederek sevgiliyi işaret eden bir metafora dönüştürdüğümüzde, eski evinde çiçek olan nesne, yeni evinde sevgilinin yüzü anlamını kazanır. Gül metafor evine taşındığında zihnimizde beliren imaj, artık gül değil, sevgilinin yüzüdür. 

Akıl ve mantıkla bir ilişkisi olmayan bu anlam ve imaj değişimi bir sihir gibidir. Akıl cebinden çıkarılan gülü aşk cebine sokunca, bir de görülür ki, o cepten baş uzatan varlık, bir gül değil, o gülden yadigâr gül yanaklı bir güzeldir. 

Şu var ki, metafor çok yaygın olarak kullanıldığında hayatiyetini kaybetmek, sıradanlaşmak ve büyüsünü yitirmek gibi zaaflar taşır. Meselâ gül metaforu, çok sık kullanılan bir metafordur. Bu yönüyle hemen herkesin bilip kavradığı bir istiare olduğu için, bugün metaforik özelliğini kaybederek bir simgeye dönüşmüştür. Simge, ödünç anlamı herkes tarafından bilinen bir şey, metaforsa erbabı tarafından bilinen bir şeydir.

Mânâ âlemiyle temas etmek isteyen her anlam yolcusu, bu yolculuğu sürdürmek için el değmemiş metaforlar bulmak durumundadır. Metaforun canlı ve dinamik dilinden uzak düşen her fert, bu hâlin doğal bir sonucu olarak mânâ yolculuğundan kopar. Metafor, mânâ hâlinde olan şeyleri kelime ve terkipler hâlinde görüntüye bürünmüş imaj ve kelimelerle arama biçimidir.

“En iyi metafor nedir?” diye sorulacak olursa, bu soruya, “Kelâma sığmayan şeydir” cevabını vermek mümkündür. Bu açıdan bakılınca en büyük metafor, aşktır. Aşk, kelimelerle de izah edilebilir lâkin o zaman metafor değil, fikir olur. Tam da sözün burasında Mevlâna şöyle der: “Aşk kelâmla da güzeldir ancak kelâmsız aşk daha güzeldir.” 

İşte burada, metaforun kaçınılmaz paradoksuyla karşılaşırız. Metafor alt dili üst dile taşırken, kelâmsız ifadenin peşine düşer fakat onu kelâmla ifade etmek zorunda kalır. Oluşturduğu şey görüntü ancak ifade vasıtası kelimedir; bu paradoks, metaforun makus talihi olarak hep vardır.

Metafor, içinde anlam ve imajlar saklayan diğer boyuttaki anlam ve imajları ortaya çıkarmak için harekete geçen bir anlatım biçimi olduğu için, hedefinde mutlaka örtülü bir anlam vardır. İşte metafor, bu anlamı örten perdeyi kaldırmakla görevli bir ifade biçimi olduğu için, nükteyle de ilişkisi vardır. Daha doğrusu metafor, asimetrik dil düzeyinde yer alan nükte ve muammaların örtülü ve gizli yönlerini keşfetmek gibi bir işlev üstlenir. Tam bu noktada, metaforun olmazsa olmaz işlevi olan köprü oluş yönü ortaya çıkar. 

Bu bağlamda metafor, hedefindeki mânâlara doğru söz ırmağının iki kıyısından bakan bir kâşife benzer. Simetrik dilden asimetrik dilin iklimine, asimetrik dilden de simetrik dilin ifade iklimine bakar. Metaforlar yoluyla böyle bir bakış açısı ve bilinç elde eden biri, anlam yolculuğunun hiçbir sınırla kesilmediğini, her dil düzeyinin sınır kapısında onu alıp öbür düzeyin sınır kapısına götüren yeni bir metafor olduğunu fark eder. Bu farkındalık ona söz, hayâl, imge ve tasavvur akışının dinamik ve hareketli bir akış hâlinde olduğu gerçeğini kavratır. Bu itibarla her metafor, alt idrakten üst idrake doğru bir yolculuk, akıl dilinden aşk diline doğru bir yükseliş ve fizik âleminden metafizik âleme doğru bir geçiştir. 

Bir idrak sıçraması

Demek olur ki her metafor, ayrı bir idrak sıçrayışıdır. Bu itibarla metaforla görmek ve metaforla keşfetmek, temelde aklın imkânlarını kullanır. Ancak bu yatay dilde kullandığımız akıl değil, dikey dilde kullandığımız akıldır. Başka bir ifadeyle, zeminde yürüyen akıl değil, miraca yükselen akıldır. Çünkü bu noktada metaforik akıl, gönül denen mânâ merdivenine tırmanarak yükselir. Metafor, birinci dil düzeyinde bilinen, gözlenen ve tartılan bir şeyin özelliklerini, az bilinen yahut sezilen bir şeye aktarır. İşte burada sözü edilen metaforun niteliği, onu kullanan metaforik akıl ve gönlün niteliğine bağlıdır. 

Metafor herkes içindir ama mânâ dilberini gelin atına bindiren de nadirdir. Metaforun cazibesi; eski şeylerden yeni şeylere, ölü mânâdan diri mânâya, kanıksanmış olandan tecessüsü tahrik edene doğru bir yol ve yordam yolculuğu olmasıdır.

Bu itibarla metafor bizi mutlak şekilde bir algı değişimine icbar eder. Bu durumun bir sonucu olarak bizde, hislerimizin yetersizliğine dair bir bilinç belirir. İşin sonunda anlarız ki, duyu organlarımız, duyumsayacaklarımızla aramızda perdeden başka bir şey değilmiş. Metafor ve ondan hareketle “edebî sanat” dediğimiz asimetrik dilden doğan ifade biçimleri, bu perdeyi yırtarak bize yeni bir görme yolu, yeni bir duyma yönü, yeni bir tat çeşidi, farklı bir koku dalgası ve bilinmeyen bir temas hissi getirirler. Bu durumda anlam yolcusu, eski algı gömleğini çıkartarak yeni algı gömleği giyer. Her metafor eski bir anlatım gömleğini yırtar ve bize yeni bir ifade gömleği giydirir.

Metaforu genelde dünyayı anlamaya yönelik bir algı ve düşünce yolu olarak görenler, birinci dil düzeyinin kendi içerisindeki sıçramalarını metaforik algı sıçraması zanneden gölge avcılarıdır. Onlar umumiyetle havadaki kuşu takip edeceklerine yerdeki gölgeyi kovalamakla meşguldürler. Evet, alt seviyede metafor iki nesne veya iki olay arasında benzer ilişkiler kurarak ikincisini daha zengin olarak algılamamıza yol açar. Lâkin asıl metafor, nesne ile nesneleşmeyi, başka bir ifadeyle bir surete bürünerek görünmeyi bekleyen mânâyla temas edip onunla bunun arasında bir al-ver ilişkisi kurmaktır. 

Metafor dünyayı anlamaktan çok, maddeden ibaret dünya ile mânâdan ibaret dünyalar arasında ilişki kurmamıza yardımcı olur. Bu yönden miraçta Burak neyse, iki dil düzeyi arasında ilişki kurmakta da metafor odur. Şu farkla ki; birine Resûl biner, diğerine sıradan bir kul. 

Metafor temelde teşbihten hareket ettiği için, önce göze, sonra idrake hitap eden bir ifade biçimidir. Zira metafor, kelimeleri kullanarak görüntü oluşturur. İşte tam burada mânâ âlemindeki tecellilerin de tersine bir metafor olduğunu söyleyebiliriz. Zira metaforun yönü mânâlar dünyasına doğru çıkışken, tecellinin yönüyse mânâlar dünyasından iniştir. Tecelliler kendi âlemlerinde görüntü, bizim âlemimizde ise mânâ ve tayftırlar. Bu ilişkiden hareketle diyebiliriz ki, metaforun muhatabın zihin ve idrakinde oluşturduğu görüntü, onun aynasından yansıyan tecellinin görüntülenmesinden başka bir şey değildir. Şu farkla ki; metaforlar sınırlı, tecelliler hadsiz hesapsızdır. Bundan dolayı metaforların bize, mânânın tayf hâlindeki görüntüleri olan tecellileri yetkin anlamda göstermeleri mümkün değildir. Ancak gösterdikleriyle yetkinlik kazanmamak da mümkün değildir. Yeter ki o mânâyı bu kadehe dolduran birisi olsun. 

Son söz

Metaforlar bu sınırlı yapılarından dolayı alt dil düzeyinden aldıkları bildik teşbih ilişkileriyle üst dil düzeyindeki sonsuz mânâ ve tecellileri kuşatmaktan ziyade onların bazı kısım ve yönlerini gösterirler. Ancak bu kadarı bile taşıdıkları bakir görüntü ve kavramlarla bizi üst dili kavramaya hazır hâle getirirler.

Netice olarak şöyle diyebiliriz: Canlı ve dinamik bir dil unsuru olan metaforlar, bu yapılarından dolayı belli bir anlayış içinde tekrarlandıklarında ölmeye ve canlılıklarını kaybetmeye başlarlar. İşte bu nokta bizde zorunlu olarak dilsel zevk değişikliği ihtiyacı oluşur. Her dilsel zevk değişikliği de karşımıza yeni bir anlayış ve akım olarak çıkar. Bütün sanat, edebiyat, düşünce ve anlayış değişikliklerinde değişen şey metaforların bu yapısından dolayı dildir aslında. Bu bağlamda her edebiyat, sanat ve düşünce değişimi, diğerlerinden lisan bağlamında metaforlardaki büyük değişimlerle ayrılırlar. Metaforlar her dem taze olmak zorunda oldukları için her dem yeni bir teşbih, özgün bir mecaz, tuhaf bir şatah ve absürt bir ifade biçiminde çürüyenden filizlenene doğru göçerek yaşamaya devam ederler. Metaforların ölümü, dilin ölümüdür zira.