
“ŞEHİRLİLİK”, şehre has hayat
tarzını ifade eden bir kavram. Arapça “şehir” anlamındaki “medîne” kelimesinden
türetilmiş.
“Medeniyet”
kavramının da birçok tanımı yapılmış ve bunların her biri birbirinden farklı.
Bu tanımlardan bazıları kültürü de medeniyet kavramı içinde ele alır. Ancak
kültür, bir milletin hayatiyetini kolaylaştıracak olan bilgi birikimi; medeniyet
ise bu kültürün maddî alanda ortaya çıkışıdır.
Yani
medeniyet, bir anlamda maddî kültürdür. Toplumların, gayelerine ulaşmak için
birer vasıta olarak kullandıkları sosyal, hukukî ve ticarî kurallar üzerinden
medeniyetin şehircilik ile ilgili olup olmadığı, ariflerin huzurunda kıymet
bulacaktır.
Bir
Anadolu hikâyesinden bahsederek konuya girizgâh yapmak isterim. Bir kıssadan
hisse...
Pirüpak
bir kardeşimizin iki damadı varmış. Ayrı köylerde ikâmet ederlermiş. O
bahtiyar, güzel yüzlü insan, hatununa (evdeşine), “Kızlarımız ne hâldeler,
geçimleri nasıldır, ziyaret edelim” der ve birinci damadın misafiri olur.
Damat
çömlekçilik yapmaktadır. Hâl hatır üzere baba sorar: “Can oğul, ahvâliniz nicedir,
geçiminiz nasıldır?
Damat,
“Babacığım, bu sene inşallah fazla yağmur olmaz, çömlekler iyice kurur, biz de
epey kazanç elde ederiz” der. Kayınbaba tevekkülle, “Allah-u Teâlâ hayra tebdil
eylesin” der.
Misafirlik
nihayete erer ve baba, müsaade isteyerek ikinci kızının evine misafir olmaya
gider. İkinci damat, mercimek, arpa, buğday, kısaca hububat ziraatı yapan çiftçilerdendir.
Kayınbaba hâl hatır sorduktan sonra, “Can oğul, ahvâliniz nicedir, geçiminiz
nasıldır?” diye sorar. Damat, “Babacığım, bu sene inşallah fazla yağmur yağar,
hububat mahsulümüz bollaşır, biz de epey kazanç elde ederiz” der. Kayınbaba
yine tevekkülle, “Allah-u Teâlâ hayra tebdil eylesin” der ve müsaade ister.
Evine
dönen beyine hâl hatır soran zevcesi, kızlarının ve damatlarının ahvâllerini, geçimlerini
sorar. Bey, “Hatun, Allah’tan umut kesilmez ama bu yılki yağışların durumunu
göre iki damattan biri darlığa duçar olabilir” diye cevap verir.
İşin
özü, kimine göre rahmet, diğerine zahmet olabiliyor.
Bu güzel kardeşimizin iki damadından biri köyünde, diğeri ise büyük şehirlerden
birinde ikâmet etmiş olsun. Köyde oturan damat her ne kadar şehirlerde süslü
elbise giyenlerin durumuna gıpta ile bakıyor, pahalı marka arabaların methini
duyuyor, şehirlerde göğe yükselen Ziggurat tapınakları gibi ismine “AVM”
denilen kehkeşanları, komşunun komşuyu tanımadığı çok katlı apartmanları ve
insanı boğan şehir havasını merak edip “Ah keşke şehirde olsam!” dese, bu his, şehirden
uzakta olmanın methindendir.
Oysa
köyüne yol, su ve kanalizasyon altyapısı ile doğalgaz bağlandı ise daha ne
ister Allah-u Teâlâ’nın merhametinden? Tabiî köyünün her problemi hâlledilmiş
değil, ancak şehir hayatının zorluğuna rağmen köyün hayatı daha sakin. Bir de
rahmet-i İlâhî baran/yağmur da yağdı mı, inşallah mahsul bol olur, köy de daha
hoş olur.
Diğer
bacanak ne yapıyor dersiniz?
Şehirdeki
zorlu hayat şartları, hele bir de sağanaklar başlayıp şehir adeta su altında
kalınca, o büyük şehirlerin temizlenmeyen rögarlarında biriken şehir içi naylon
artıkları, izmarit ve diğer atıklar ile apartmanların alt katlarını basan sular
nedeniyle şehirlerdeki zemin veya eksi kotlardaki dairelerde oturan
çaresizlerin hâl-i pürmelâli yürekleri dağlıyor. Bunların üstüne tuz biber olan
ise, şehremini olan seçilmiş bazı haramzadelerin tatil keyfi, üstüne vazife
olmayan diplomatik ilişkilerinin densizligi ve zeytinyağı gibi üste çıkmaya
çalışmaları ayrı bir münasebetsizlik.
Çaresizlikten
(!) şehirli olamayan, tabiî güzellikleri içinde köyünde yaşayan damat,
televizyon ekranlarında diğer damadın hâlini seyredince hâline şükrediyordur.
***
Şehirli
damat, İslâm-Türk tarihine meraklı idi. Şehircilikle alâkalı epey şey
öğrenmişti.
Sonra arifin birinden şöyle duymuştu:
“Ünlü
İslâm düşünür ve sosyoloğu İbni Haldun’un ifade ettiği üzere, insan, medenî
fıtrat üzere yaratılmış yegâne varlıktır. Kur’ân-ı Kerîm, insanın fıtrî yapısı
itibariyle sorumlu bir varlık olduğunu buyurur. Fıkhî açıdan insan, içtimaî
hayatı imar sorumluluğunu yerine getirmek için zaruriyât-ı dîniyeyi ikâmeden
sorumludur. Yani şehirde de dinî hükümler, can güvenliği, nesli muhafaza, aklı
ve malı korumaya dikkat edilmesi gerekir. Toplumun sahip olduğu değer ölçüleri;
sahip olduğu inancı, ahlâkı, medeniyeti, kültürü ve beslendiği bilgi
kaynaklarından oluşur. Toplumun inancı İslâm, Allah katında kabule şayan yegâne
din olup, Hazreti Muhammed (aleyhisselâm) tarafından insanlığa sunulmuş son
İlâhî çağrıdır. İslâm Medeniyeti, şehrin mensup olduğu bir
medeniyettir.
Istılahî
mânâsı itibariyle medeniyet, bir toplumun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat
gücü, iç politikasından dış siyasetine kadar maddî ve manevî varlığı ile ilgili
vasıflarının bütünüdür. Medeniyet, milletin var olma bilinciyle yeryüzündeki
kalıcı faaliyetlerinin bütününü ifade eder. Rasûlullah, Medîne’de şehir
merkezli olan İslâm Medeniyeti’nin temellerini atmıştır. İslâm milleti bu
algının en önemli ve biricik örneğidir. Buna karşı, kendisini ilâhî otorite
yerine koyan tâğûtî bir anlayış vardır.
Kur’ân-ı
Kerîm, peygamberlerin vahiy tarihi boyunca insanları Allah’a kulluğa ve
tâğûttan ise kaçınmaya davetle emrolunduklarını haber verir. Tâğût, Allah ve
Rasûlünün dışında, kendisinde hüküm verme salahiyeti gören kişi ve kurum olarak
açıklanır.
***
Toplumlarda
köksüz ve biçimsiz hâkimiyet alanları oluştu. Komünizm, kapitalizmin vahşeti ve
faşizm ile şovenizm gibi despotik anlayışlar bile dünyada yer edinebildi. Bizim
medeniyet tasavvurumuzun şahikasını ise toplumun kültürü, hikmeti, irfanı,
sanatı ve ufku oluşturdu.
Hazreti
Ali, hüküm ve hikmetin kaynağının Kur’ân olduğunu belirterek, kulaklara küpe
olsun diye bürokratlarına hakkaniyetten ayrılmamalarını tavsiye eder: “Bilin
ki, karanlıklar ancak Kur’ân ile aydınlanır. Ey yardımcılarım, sakın hakkınız
olmayan şeyleri elde edeceğinizi beklemeyin! Unutmayın ki, iyi yönetici
zulmetmez!”
Kur’ân,
her memleketin, her şehir halkının bir hayat serüveni olduğunu haber verir.
Şehirlerin helak sebepleri arasında sosyal sapma ve zulmün varlığını öne
çıkarır; şehir halkının İlâhî otoriteyi kabul etmemesi ve ahlâk esaslarına
uymaması hâlinde, bunun toplumsal helak sebebi olduğuna dikkat çeker ve bu
hususta iffet kuralı tanımayan Lût kavminin ahlâksız yaşantısından dolayı helak
edildiğini bildirir.
Yine
toplumda hukuk tanımayan, ahlâkî düzen ve kurallara karşı baskın ve densiz çete
olarak örgütleşen insan kitlesinin sosyal felâkete sebep olduğuna dikkat çeker.
***
Medîne,
İslâm Medeniyeti’nin ve İslâm hukukunun Rasûlullah eliyle uygulanmasına
beşiklik etmiş bir kutsal mekândır. Medîne Peygamberimiz tarafından tıpkı Mekke
gibi harem bölge ilân edilerek, bu şehirde ağaçlarının kesilmesi, avının
avlanması, kan dökmek, taşının ve toprağının başka yere taşınması
yasaklanmıştır. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Her peygamberin bir
harem bölgesi vardır. İbrahim Peygamber’in Mekke’yi harem bölge yaptığı gibi,
Ben de Medîne’nin iki kara taşlığı arasını harem bölge yaptım. Medîne’nin taze
otları biçilmez, ağaçları kesilmez ve orada savaş için silah taşınmaz…”
***
Kur’ân-ı
Kerîm, tarihî süreç içinde yerleşim merkezlerindeki yaşama biçimi ve
toplumların Tevhid ilkelerine bağlı olduklarını, bununla beraber, şehrin gayr-i
Müslim ahalisinin kendi inançlarının gereğini serbestçe yerine
getirebileceklerine yer veriyor. Şehirdeki sosyal hayat ve beşerî ahengin dinî
ve sosyal aktiviteler çerçevesinde normal seyrinde aktığı, muhalif davranışlar
karşısında idarî, yargısal ve yapısal noktalarla alâkalı hukuk kurumunun
devreye gireceği ifade ediliyor. İdeal İslâm şehrinde güven ortamı ve şehir
halkının ibadetlerini özgürce yapmalarının yanında, şehir güvenliğine ve halk
sağlığına büyük hassasiyet gösterilmesi gereğini emre bağlıyor.
Kıymetli
bir hatırlatma: İnanç esaslarına göre idare edildiğine işaret edilen kutsal
şehirlerin bütün Müslümanlara emanet olduğu, muhafaza ve müdafaa edilmesinin
öncelik taşıdığı belirtilerek bu hususla istikbâle ışık tutulmaktadır.
Günümüzde yaşadığımız kültür erozyonu, fakirlik ve kafa karışıklığı içinde ne
bize ait manevî değeriyle Doğu’yu koruyabildik, ne de Batı’yı kurabildik.
Tabiri caiz ise, bugün yaşadığımız şehirler cami, meydan ve borsa arasında
kalmışlığın ve kimlik bunalımımızın ortaya çıkardığı kaosun en açık
delilleridir. Bugün gördüğümüz ve mazisi İslâm’ın parlak dönemlerine ait İslâm
şehirleri, klasik anlamda İslâmî yerleşim modeli ve sosyal organizasyonlar gibi
pek çok boyutları ile İslâm şehirlerinin özelliklerini genellikle yansıtmazlar.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra köylerden şehirlere yaşanan göç dalgası altında
aşırı kalabalığın, hızlı büyümenin, Batılı hayat tarzının zorla girmesinin
düşünce dünyasında yaşattığı kafa karışıklığının ve buna bağlı olarak uyumsuz
mimarinin yol açtığı görüntü kirliliği ve karmaşa içinde aslî özelliklerini
kaybetmiş şehirler söz konusudur.
Bugünün
şehirlerine hâkim olan formlar, İslâmî hayat felsefesinden tamamen uzak
yaklaşımların ürünü olan Batılı formlardır. Bunlar bütünsellikten yoksunluk,
manevî kaynakların reddi, seküler faydacılık ve estetikten mahrumiyeti ifade
ediyor. Hâlbuki İslâm şehirlerinin dikkate değer bir özelliği de İlâhî Cemalin
yeryüzünde manevî güzelliğe dönüşmüş şekli olarak, güzellikle faydanın ve
zevkle ihtiyacın bütünleştirilmesidir. Bu yaklaşım şehirde her şeye fonksiyonel
bir anlam kazandırır. Bunu sağlayan da yaratıcı bilginler, hikmet formları ve
faziletleriyle süslenmiş olan insan ruhundan fışkıran sanattır.
Müslümanın
kafasındaki ve ruhundaki dönüşüm, onun dış çevresine de yansımaktadır.
Vesselâm…