İki damat, iki hakikat

Bugünün şehirlerine hâkim olan formlar, İslâmî hayat felsefesinden tamamen uzak yaklaşımların ürünü olan Batılı formlardır. Bunlar bütünsellikten yoksunluk, manevî kaynakların reddi, seküler faydacılık ve estetikten mahrumiyeti ifade ediyor. Hâlbuki İslâm şehirlerinin dikkate değer bir özelliği de İlâhî Cemalin yeryüzünde manevî güzelliğe dönüşmüş şekli olarak, güzellikle faydanın ve zevkle ihtiyacın bütünleştirilmesidir.

“ŞEHİRLİLİK”, şehre has hayat tarzını ifade eden bir kavram. Arapça “şehir” anlamındaki “medîne” kelimesinden türetilmiş.

“Medeniyet” kavramının da birçok tanımı yapılmış ve bunların her biri birbirinden farklı. Bu tanımlardan bazıları kültürü de medeniyet kavramı içinde ele alır. Ancak kültür, bir milletin hayatiyetini kolaylaştıracak olan bilgi birikimi; medeniyet ise bu kültürün maddî alanda ortaya çıkışıdır.

Yani medeniyet, bir anlamda maddî kültürdür. Toplumların, gayelerine ulaşmak için birer vasıta olarak kullandıkları sosyal, hukukî ve ticarî kurallar üzerinden medeniyetin şehircilik ile ilgili olup olmadığı, ariflerin huzurunda kıymet bulacaktır.

Bir Anadolu hikâyesinden bahsederek konuya girizgâh yapmak isterim. Bir kıssadan hisse...

Pirüpak bir kardeşimizin iki damadı varmış. Ayrı köylerde ikâmet ederlermiş. O bahtiyar, güzel yüzlü insan, hatununa (evdeşine), “Kızlarımız ne hâldeler, geçimleri nasıldır, ziyaret edelim” der ve birinci damadın misafiri olur.

Damat çömlekçilik yapmaktadır. Hâl hatır üzere baba sorar: “Can oğul, ahvâliniz nicedir, geçiminiz nasıldır?

Damat, “Babacığım, bu sene inşallah fazla yağmur olmaz, çömlekler iyice kurur, biz de epey kazanç elde ederiz” der. Kayınbaba tevekkülle, “Allah-u Teâlâ hayra tebdil eylesin” der.

Misafirlik nihayete erer ve baba, müsaade isteyerek ikinci kızının evine misafir olmaya gider. İkinci damat, mercimek, arpa, buğday, kısaca hububat ziraatı yapan çiftçilerdendir. Kayınbaba hâl hatır sorduktan sonra, “Can oğul, ahvâliniz nicedir, geçiminiz nasıldır?” diye sorar. Damat, “Babacığım, bu sene inşallah fazla yağmur yağar, hububat mahsulümüz bollaşır, biz de epey kazanç elde ederiz” der. Kayınbaba yine tevekkülle, “Allah-u Teâlâ hayra tebdil eylesin” der ve müsaade ister.

Evine dönen beyine hâl hatır soran zevcesi, kızlarının ve damatlarının ahvâllerini, geçimlerini sorar. Bey, “Hatun, Allah’tan umut kesilmez ama bu yılki yağışların durumunu göre iki damattan biri darlığa duçar olabilir” diye cevap verir.

İşin özü, kimine göre rahmet, diğerine zahmet olabiliyor.
Bu güzel kardeşimizin iki damadından biri köyünde, diğeri ise büyük şehirlerden birinde ikâmet etmiş olsun. Köyde oturan damat her ne kadar şehirlerde süslü elbise giyenlerin durumuna gıpta ile bakıyor, pahalı marka arabaların methini duyuyor, şehirlerde göğe yükselen Ziggurat tapınakları gibi ismine “AVM” denilen kehkeşanları, komşunun komşuyu tanımadığı çok katlı apartmanları ve insanı boğan şehir havasını merak edip “Ah keşke şehirde olsam!” dese, bu his, şehirden uzakta olmanın methindendir.

Oysa köyüne yol, su ve kanalizasyon altyapısı ile doğalgaz bağlandı ise daha ne ister Allah-u Teâlâ’nın merhametinden? Tabiî köyünün her problemi hâlledilmiş değil, ancak şehir hayatının zorluğuna rağmen köyün hayatı daha sakin. Bir de rahmet-i İlâhî baran/yağmur da yağdı mı, inşallah mahsul bol olur, köy de daha hoş olur.

Diğer bacanak ne yapıyor dersiniz?

Şehirdeki zorlu hayat şartları, hele bir de sağanaklar başlayıp şehir adeta su altında kalınca, o büyük şehirlerin temizlenmeyen rögarlarında biriken şehir içi naylon artıkları, izmarit ve diğer atıklar ile apartmanların alt katlarını basan sular nedeniyle şehirlerdeki zemin veya eksi kotlardaki dairelerde oturan çaresizlerin hâl-i pürmelâli yürekleri dağlıyor. Bunların üstüne tuz biber olan ise, şehremini olan seçilmiş bazı haramzadelerin tatil keyfi, üstüne vazife olmayan diplomatik ilişkilerinin densizligi ve zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışmaları ayrı bir münasebetsizlik.

Çaresizlikten (!) şehirli olamayan, tabiî güzellikleri içinde köyünde yaşayan damat, televizyon ekranlarında diğer damadın hâlini seyredince hâline şükrediyordur.

***

Şehirli damat, İslâm-Türk tarihine meraklı idi. Şehircilikle alâkalı epey şey öğrenmişti.
Sonra arifin birinden şöyle duymuştu:

“Ünlü İslâm düşünür ve sosyoloğu İbni Haldun’un ifade ettiği üzere, insan, medenî fıtrat üzere yaratılmış yegâne varlıktır. Kur’ân-ı Kerîm, insanın fıtrî yapısı itibariyle sorumlu bir varlık olduğunu buyurur. Fıkhî açıdan insan, içtimaî hayatı imar sorumluluğunu yerine getirmek için zaruriyât-ı dîniyeyi ikâmeden sorumludur. Yani şehirde de dinî hükümler, can güvenliği, nesli muhafaza, aklı ve malı korumaya dikkat edilmesi gerekir. Toplumun sahip olduğu değer ölçüleri; sahip olduğu inancı, ahlâkı, medeniyeti, kültürü ve beslendiği bilgi kaynaklarından oluşur. Toplumun inancı İslâm, Allah katında kabule şayan yegâne din olup, Hazreti Muhammed (aleyhisselâm) tarafından insanlığa sunulmuş son İlâhî çağrıdır. İslâm Medeniyeti, şehrin mensup olduğu bir medeniyettir.

Istılahî mânâsı itibariyle medeniyet, bir toplumun hayat tarzı, bilgi seviyesi, sanat gücü, iç politikasından dış siyasetine kadar maddî ve manevî varlığı ile ilgili vasıflarının bütünüdür. Medeniyet, milletin var olma bilinciyle yeryüzündeki kalıcı faaliyetlerinin bütününü ifade eder. Rasûlullah, Medîne’de şehir merkezli olan İslâm Medeniyeti’nin temellerini atmıştır. İslâm milleti bu algının en önemli ve biricik örneğidir. Buna karşı, kendisini ilâhî otorite yerine koyan tâğûtî bir anlayış vardır.

Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin vahiy tarihi boyunca insanları Allah’a kulluğa ve tâğûttan ise kaçınmaya davetle emrolunduklarını haber verir. Tâğût, Allah ve Rasûlünün dışında, kendisinde hüküm verme salahiyeti gören kişi ve kurum olarak açıklanır.

***

Toplumlarda köksüz ve biçimsiz hâkimiyet alanları oluştu. Komünizm, kapitalizmin vahşeti ve faşizm ile şovenizm gibi despotik anlayışlar bile dünyada yer edinebildi. Bizim medeniyet tasavvurumuzun şahikasını ise toplumun kültürü, hikmeti, irfanı, sanatı ve ufku oluşturdu.

Hazreti Ali, hüküm ve hikmetin kaynağının Kur’ân olduğunu belirterek, kulaklara küpe olsun diye bürokratlarına hakkaniyetten ayrılmamalarını tavsiye eder: “Bilin ki, karanlıklar ancak Kur’ân ile aydınlanır. Ey yardımcılarım, sakın hakkınız olmayan şeyleri elde edeceğinizi beklemeyin! Unutmayın ki, iyi yönetici zulmetmez!”

Kur’ân, her memleketin, her şehir halkının bir hayat serüveni olduğunu haber verir. Şehirlerin helak sebepleri arasında sosyal sapma ve zulmün varlığını öne çıkarır; şehir halkının İlâhî otoriteyi kabul etmemesi ve ahlâk esaslarına uymaması hâlinde, bunun toplumsal helak sebebi olduğuna dikkat çeker ve bu hususta iffet kuralı tanımayan Lût kavminin ahlâksız yaşantısından dolayı helak edildiğini bildirir.

Yine toplumda hukuk tanımayan, ahlâkî düzen ve kurallara karşı baskın ve densiz çete olarak örgütleşen insan kitlesinin sosyal felâkete sebep olduğuna dikkat çeker.

***

Medîne, İslâm Medeniyeti’nin ve İslâm hukukunun Rasûlullah eliyle uygulanmasına beşiklik etmiş bir kutsal mekândır. Medîne Peygamberimiz tarafından tıpkı Mekke gibi harem bölge ilân edilerek, bu şehirde ağaçlarının kesilmesi, avının avlanması, kan dökmek, taşının ve toprağının başka yere taşınması yasaklanmıştır. Bu konuda Rasûlullah şöyle buyurmuştur: “Her peygamberin bir harem bölgesi vardır. İbrahim Peygamber’in Mekke’yi harem bölge yaptığı gibi, Ben de Medîne’nin iki kara taşlığı arasını harem bölge yaptım. Medîne’nin taze otları biçilmez, ağaçları kesilmez ve orada savaş için silah taşınmaz…”

***

Kur’ân-ı Kerîm, tarihî süreç içinde yerleşim merkezlerindeki yaşama biçimi ve toplumların Tevhid ilkelerine bağlı olduklarını, bununla beraber, şehrin gayr-i Müslim ahalisinin kendi inançlarının gereğini serbestçe yerine getirebileceklerine yer veriyor. Şehirdeki sosyal hayat ve beşerî ahengin dinî ve sosyal aktiviteler çerçevesinde normal seyrinde aktığı, muhalif davranışlar karşısında idarî, yargısal ve yapısal noktalarla alâkalı hukuk kurumunun devreye gireceği ifade ediliyor. İdeal İslâm şehrinde güven ortamı ve şehir halkının ibadetlerini özgürce yapmalarının yanında, şehir güvenliğine ve halk sağlığına büyük hassasiyet gösterilmesi gereğini emre bağlıyor.

Kıymetli bir hatırlatma: İnanç esaslarına göre idare edildiğine işaret edilen kutsal şehirlerin bütün Müslümanlara emanet olduğu, muhafaza ve müdafaa edilmesinin öncelik taşıdığı belirtilerek bu hususla istikbâle ışık tutulmaktadır.
Günümüzde yaşadığımız kültür erozyonu, fakirlik ve kafa karışıklığı içinde ne bize ait manevî değeriyle Doğu’yu koruyabildik, ne de Batı’yı kurabildik. Tabiri caiz ise, bugün yaşadığımız şehirler cami, meydan ve borsa arasında kalmışlığın ve kimlik bunalımımızın ortaya çıkardığı kaosun en açık delilleridir. Bugün gördüğümüz ve mazisi İslâm’ın parlak dönemlerine ait İslâm şehirleri, klasik anlamda İslâmî yerleşim modeli ve sosyal organizasyonlar gibi pek çok boyutları ile İslâm şehirlerinin özelliklerini genellikle yansıtmazlar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra köylerden şehirlere yaşanan göç dalgası altında aşırı kalabalığın, hızlı büyümenin, Batılı hayat tarzının zorla girmesinin düşünce dünyasında yaşattığı kafa karışıklığının ve buna bağlı olarak uyumsuz mimarinin yol açtığı görüntü kirliliği ve karmaşa içinde aslî özelliklerini kaybetmiş şehirler söz konusudur.

Bugünün şehirlerine hâkim olan formlar, İslâmî hayat felsefesinden tamamen uzak yaklaşımların ürünü olan Batılı formlardır. Bunlar bütünsellikten yoksunluk, manevî kaynakların reddi, seküler faydacılık ve estetikten mahrumiyeti ifade ediyor. Hâlbuki İslâm şehirlerinin dikkate değer bir özelliği de İlâhî Cemalin yeryüzünde manevî güzelliğe dönüşmüş şekli olarak, güzellikle faydanın ve zevkle ihtiyacın bütünleştirilmesidir. Bu yaklaşım şehirde her şeye fonksiyonel bir anlam kazandırır. Bunu sağlayan da yaratıcı bilginler, hikmet formları ve faziletleriyle süslenmiş olan insan ruhundan fışkıran sanattır.

Müslümanın kafasındaki ve ruhundaki dönüşüm, onun dış çevresine de yansımaktadır.

Vesselâm…