İhtiyaçtan arzuya: Bir mutluluk illüzyonu

Modern yaşam, elde etme ve sahip olma temelli bir anlayışa sahip olduğu için elde etme ve sahip olma tutkusu değerlerin aşınmasını da beraberinde getiriyor. İnsan değerlerden yoksun kalınca oto kontrol mekanizmaları da zayıflıyor. Oto kontrol mekanizmaları zayıflayınca da insanın iyi olmayan arzu ve zaafları davranışlara sirayet ediyor. Bu da insanı kendi arzu ve isteklerinin esiri yapıyor.

İNSANLIK tarihinde ateşin bulunması, tekerleğin bulunması, yerleşik hayata geçilmesi gibi dönemler, insan ve toplum yaşamında derin bir değişim dönüşüm oluşturmuştur. Fakat, sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan değişim dönüşüm, yaşamı bir bütün olarak etkilemeye başladı. Sanayi devrimi sonrası bilgisayarın icadı, internetin ortaya çıkması ve buna bağlı dijital teknolojilerin yaşamı kuşatması sonucunda insan yaşamında çok daha derinden etkiler ortaya çıktı. İnsanın tüketim alışkanlıkları, siyasal, sosyal, dinî, ahlâkî ve etik değerler başta olmak üzere yaşamın her alanında derin etkiler bıraktı. Küreselleşmenin ortaya çıkması küresel kültürü ortaya çıkardığı gibi tüketim alışkanlıklarını da küreselleştirdi.

Sanayi devriminden dijital çağa: Küreselleşen tüketim alışkanlıkları

Uzmanlar tüketim toplumunun 20. yüzyılda kendini iyice göstermeye başladığını, bunda kapitalist düzenin doğrudan etkisi olduğunu dile getiriyorlar. İnsanlar, özellikle 20. yüzyıla kadar ihtiyaçları doğrultusunda bir tüketim alışkanlığına sahip iken 20. yüzyıldan sonra tüketim alışkanlıkları değişmeye başladı. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler, önceleri televizyonun icadı ve yaygınlaşması, daha sonra ise internet teknolojilerinde gelişmeler nedeniyle tüketim alışkanlıkları ihtiyacın çok ötesine geçerek arzu merkezli bir hâl aldı. Tabii bunda üretimin artması, pazarlama teknikleri ve teknolojilerin günlük yaşama entegre edilmesi de önemli rol oynadı. Arzu merkezli tüketim alışkanlıkları, günümüzde bir sosyal statü ve sosyal kimlik temsillerine dönüştü. Sahip olunan marka nesneler, bir gösteri aracına dönüştü. Günümüzde sadece pahalı ve marka nesnelere sahip olmak bir statü göstergesi değil, sahip olmanın yanında neyin nasıl tüketildiği de bir sosyal statü ve sosyal kimlik göstergesi olarak kabul ediliyor. Hatta sosyal medyanın ortaya çıkmasıyla birlikte neye sahip olduğundan ziyade neyi tükettiğin bu noktada daha belirgin hâle geldi. Daha doğrusu bu algı hakikatin önüne geçti. 

Arzu merkezli tüketim ve sosyal statünün yeni temsilleri

İlk günden beri insanın peşinden koştuğu “mutluluk”, günümüzde tüketim temelli bir anlayışa sahip. En lüks marka telefona sahip olmak, ihtiyaç yokken telefonu ya da sahip olunan bir nesneyi yenisiyle değiştirmek, lüks tatil beldelerinde tatil yapmak, marka giyinmek, ihtiyacı olmadığı kadar marka nesneler edinmek, belli yerlerde çay, kahve içmek, lüks mekânlarda yemek yemek mutlu olmanın adeta ön koşulu gibi görülüyor. Fakat yaşam deneyimlerimiz gösteriyor ki bunlar insanları mutlu etmiyor. Çünkü bir eşyaya veya nesneye sahip olmak ya da yukarıda saydığım deneyimlerden birini yaşamak kısa süreliğine insanı mutlu etse de bu hissiyat ya tamamen ortadan kalkıyor ya da etkisini hissedemeyecek derecede sönümleniyor. Uzmanlarca bu durum “hedonik adaptasyon” olarak adlandırılıyor.

Kanaat minimal yaşam ve bir mutluluk reçetesi

Tüketim toplumu öncesi toplumlar, basit yaşam tarzlar ve basit tüketim alışkanlıkları özellikle de ihtiyaca dayalı tüketim alışkanlıklarına sahipti. Dolayısıyla tüketim merkezli bir mutluluk anlayışı da yoktu. Dolayısıyla nesnelerin kuşattığı, nesnelerin kutsandığı bir anlayış yoktu. Bunun yerine mutluluk olgusu daha çok insanın manevî yönüyle ilişkilendiriliyordu. Kanaat duygusu tüketim duygusunun önündeydi. Dolayısıyla minimal bir yaşam tarzı hâkimdi.  Örneğin taşrada insanlar ürettikleri ile geçinir, toplumsal dayanışmaya önem verir, imece kültürüyle sorunları çözmeye gayret ederdi. Toplumsallık duygusu daha derin idi. Bayramlar gibi özel günlerde toplu yemekler, komşuluk ilişkilerinin güçlü olması gibi olgular toplumsallık duygusunu derinleştiriyordu. Dolayısıyla bireyselleşme daha doğrusu ayrışmadan öte birleşme esaslı ilişki biçimleri ve alışkanlıklar topluma hâkimdi. Eşyalar iş gördüğü müddetçe elde tutulur, işlevini kaybedince de ortadan kaldırılırdı. Yani eşyalar, eşya muamelesi görür, insan ilişkilerinin önüne geçmez hatta kutsanmazdı. Tüm bunların oluşturduğu duygusal zemin oluşan mutluluk duygusunu daha sürekli kılmaya yetiyordu.

Geçmişe dönüş mutluluğa dokunuş 

Günümüzde minimal yaşama dönüş çabaları aslında geçmişteki bu atmosfere duyulan özlemin bir yansımasıdır. Modern yaşam, elde etme ve sahip olma temelli bir anlayışa sahip olduğu için elde etme ve sahip olma tutkusu değerlerin aşınmasını da beraberinde getiriyor. İnsan değerlerden yoksun kalınca oto kontrol mekanizmaları da zayıflıyor. Oto kontrol mekanizmaları zayıflayınca da insanın iyi olmayan arzu ve zaafları davranışlara sirayet ediyor. Bu da insanı kendi arzu ve isteklerinin esiri yapıyor. Halbuki geleneksel toplumlarda sahip olma, elde etme olgusu çok baskın değildi. Mutluluk, insanın manevî yönüyle ilişkilendirildiği için değerler merkezli bir yaşam biçimi kendini daha fazla hissettiriyordu. Bu da mutluluk duygusunu daha sürekli kılıyordu.  

Tüm bunları dile getirirken önceki yaşamları kutsadığım ve modern yaşamı kötülediğim düşünülmemelidir. Çünkü modern yaşamın sunduğu olanakların doğru kullanımı, insanı daha fazla mutluluğa yaklaştırabilir. Daha doğrusu elde edilen olanaklar, insanın manevî yönünün açığa çıkarılması doğrultusunda kullanılırsa mutluluk daha ulaşılabilir olur.