İhtarnâme

Hâlbuki bizim asıl kavgamız kendimizleydi. Biz kendimizi yenemedik ki başkalarına sıra gelsin… Hâlihazırdaki bu fena durumunda rûhumuz, cismimiz ve nefsimiz birbiri ile savaşmıyor mu? İsmet Özel, “Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir” der. Öldüğümüzde, asıl savaş son bulacak!

SON yıllarda yaşadıklarımız (depremler, salgın hastalıklar, yangınlar), insanoğlu olarak deneyimlediğimiz her şey aslında gerekeni, aslolanı yapmadığımız için bize sunulan birer ihtarnamedir. İhtar, “hatır” sözünden türetilmiştir. Yani hatırı olana ihtar edilir.

Biz, insanoğlu olarak, kendimizi dünyaya o denli kaptırdık ki benliğimizi unuttuk. İnsan olarak bizlerin maddeden ayrı bir mânâmız (rûhumuz) olduğunu ve aslında bu fena dünyasında bize ait olan tek gerçeğin ruhumuz (mânâ) olduğunu unuttuk. Mânâdan yoksun maddeye (cismimize) önem vererek sadece “materyalist” yaşar hâle geldik. Kendimizi, sadece maddemizi doyuracak maddelerle besler hâle geldik; hâlbuki evveliyatında rûhumuzu doyurabilseydik, maddemiz her yerde doyum noktasına ulaşırdı.

Bizler “doymak” fiilini bile yalnızca maddesel anlamıyor muyuz? Hâlbuki rûhumuzun da bir doyuma ihtiyacı var. Ancak bizler maddesel olarak doymayı her dem tercih ediyoruz. Buna bağlı olarak dev şehirler inşâ ettik. Her birimizin birbirinden bağımsız ve fakat aynı zamanda iç içe, aynı havayı soluyarak yaşadığı…

Şehirlerin içinde binalar inşâ ettik her birimizin kendi refahı için. Diğer insanların tepelerinde bir dam yokken, bizler dam üstüne damlar kurduk. Evlerimizin içerisine, yiyemeyeceğimiz kadar yemeği saklamak için kocaman kilerler yaptırdık; diğerleri kendi mevcûdiyetlerini devam ettirecek tek lokma bulamazken(!)… Eğitimin ehemmiyetine vâkıf olmadan çocuklarımızın en güzel (!) okullarda okumalarını isteyerek lüks, mükemmel yapıda okullar inşâ ettik. Hak, hukuk gözetmeksizin yaşadığımız (davrandığımız) hâlde fevkalâde (!) adalet binaları inşâ ettik. Müslüman olarak İslâm’ın rûhunu anlamadan, büyük, görkemli, birbirine çok yakın camiler inşâ ettik içerisine koyacak cemaatimiz yokken. (İslam’da camilerin arasında belirli bir mesafe olması gerekir ki insanlar camilerde cemaat oluşturabilsinler.)

Elbette ülkenin ihyası için inşâ etmek elzemdir fakat ülkenin inşâsı için de ihya mühimdir. Yani bir yapıyı, bir şeyi inşâ etmek tek başına yeterli değildir. İnşâ ettiğiniz şeyi “kullanacak olanları” ihya etmeniz gerekir ki inşâ edilen şey anlam kazansın. Turgut Cansever, “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmâl ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri imha (tahrip) eder” der. Yani siz “kıymeti” kıymet edecek olana vermezseniz, emekleriniz “kıymetsiz” kalır, heba olur. Osmanlı’da da “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ibaresi boş bir cümle değildir. Asıl vurgulanan şudur: Devlete mânayı kazandır, içini doldur ki devlet (madde) anlam kazansın.

Osmanlı’da bir şehir madden fethedilmeden önce, oradakilerin gönülleri fethedilmez miydi? Günümüzde ne yazık ki Osmanlı örneğinde olduğu gibi birçok konuda kavramları sadece yapısal olarak yaşatıyoruz. Hâlbuki bir ruhumuz/mânâmız var. Peki, rûhumuzu doyuracak ne yapıyoruz?

Filhakika, insanoğlu olarak her ne kadar bedenlerimiz farklı zamanlarda dünyaya intikal etmiş olsa da rûhlarımızın aynı anda yaratıldığını unuttuk; aslında her ne kadar farklı görünsek de bir olduğumuzu unuttuk. Aynı anda yaratılmış olmanın sırrını, hikmetini anlayamadık. Biz insanlar, her birimiz kendimizle kavgalı olarak geldik bu fena dünyasına ve kendi kavgamızın hırsını diğerlerinin kavgasıyla buluşturup savaşlar çıkarttık. Çıkartmaya devam ediyoruz; ama nereye kadar?

Hâlbuki bizim asıl kavgamız kendimizleydi. Biz kendimizi yenemedik ki başkalarına sıra gelsin… Hâlihazırdaki bu fena durumunda rûhumuz, cismimiz ve nefsimiz birbiri ile savaşmıyor mu? İsmet Özel, “Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir” der. Öldüğümüzde, asıl savaş son bulacak!