SON yıllarda
yaşadıklarımız (depremler, salgın hastalıklar, yangınlar), insanoğlu olarak
deneyimlediğimiz her şey aslında gerekeni, aslolanı yapmadığımız için bize
sunulan birer ihtarnamedir. İhtar, “hatır” sözünden türetilmiştir. Yani hatırı
olana ihtar edilir.
Biz,
insanoğlu olarak, kendimizi dünyaya o denli kaptırdık ki benliğimizi unuttuk.
İnsan olarak bizlerin maddeden ayrı bir mânâmız (rûhumuz) olduğunu ve aslında
bu fena dünyasında bize ait olan tek gerçeğin ruhumuz (mânâ) olduğunu unuttuk. Mânâdan
yoksun maddeye (cismimize) önem vererek sadece “materyalist” yaşar hâle geldik.
Kendimizi, sadece maddemizi doyuracak maddelerle besler hâle geldik; hâlbuki
evveliyatında rûhumuzu doyurabilseydik, maddemiz her yerde doyum noktasına
ulaşırdı.
Bizler
“doymak” fiilini bile yalnızca maddesel anlamıyor muyuz? Hâlbuki rûhumuzun da
bir doyuma ihtiyacı var. Ancak bizler maddesel olarak doymayı her dem tercih
ediyoruz. Buna bağlı olarak dev şehirler inşâ ettik. Her birimizin birbirinden
bağımsız ve fakat aynı zamanda iç içe, aynı havayı soluyarak yaşadığı…
Şehirlerin
içinde binalar inşâ ettik her birimizin kendi refahı için. Diğer insanların
tepelerinde bir dam yokken, bizler dam üstüne damlar kurduk. Evlerimizin
içerisine, yiyemeyeceğimiz kadar yemeği saklamak için kocaman kilerler yaptırdık;
diğerleri kendi mevcûdiyetlerini devam ettirecek tek lokma bulamazken(!)…
Eğitimin ehemmiyetine vâkıf olmadan çocuklarımızın en güzel (!) okullarda
okumalarını isteyerek lüks, mükemmel yapıda okullar inşâ ettik. Hak, hukuk
gözetmeksizin yaşadığımız (davrandığımız) hâlde fevkalâde (!) adalet binaları
inşâ ettik. Müslüman olarak İslâm’ın rûhunu anlamadan, büyük, görkemli, birbirine
çok yakın camiler inşâ ettik içerisine koyacak cemaatimiz yokken. (İslam’da
camilerin arasında belirli bir mesafe olması gerekir ki insanlar camilerde
cemaat oluşturabilsinler.)
Elbette
ülkenin ihyası için inşâ etmek elzemdir fakat ülkenin inşâsı için de ihya mühimdir.
Yani bir yapıyı, bir şeyi inşâ etmek tek başına yeterli değildir. İnşâ
ettiğiniz şeyi “kullanacak olanları” ihya etmeniz gerekir ki inşâ edilen şey anlam
kazansın. Turgut Cansever, “Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmâl
ederseniz, ihmâl ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri imha (tahrip) eder” der.
Yani siz “kıymeti” kıymet edecek olana vermezseniz, emekleriniz “kıymetsiz”
kalır, heba olur. Osmanlı’da da “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ibaresi boş
bir cümle değildir. Asıl vurgulanan şudur: Devlete mânayı kazandır, içini
doldur ki devlet (madde) anlam kazansın.
Osmanlı’da
bir şehir madden fethedilmeden önce, oradakilerin gönülleri fethedilmez miydi?
Günümüzde ne yazık ki Osmanlı örneğinde olduğu gibi birçok konuda kavramları
sadece yapısal olarak yaşatıyoruz. Hâlbuki bir ruhumuz/mânâmız var. Peki, rûhumuzu
doyuracak ne yapıyoruz?
Filhakika,
insanoğlu olarak her ne kadar bedenlerimiz farklı zamanlarda dünyaya intikal
etmiş olsa da rûhlarımızın aynı anda yaratıldığını unuttuk; aslında her ne
kadar farklı görünsek de bir olduğumuzu unuttuk. Aynı anda yaratılmış olmanın
sırrını, hikmetini anlayamadık. Biz insanlar, her birimiz kendimizle kavgalı
olarak geldik bu fena dünyasına ve kendi kavgamızın hırsını diğerlerinin
kavgasıyla buluşturup savaşlar çıkarttık. Çıkartmaya devam ediyoruz; ama nereye
kadar?
Hâlbuki
bizim asıl kavgamız kendimizleydi. Biz kendimizi yenemedik ki başkalarına sıra
gelsin… Hâlihazırdaki bu fena durumunda rûhumuz, cismimiz ve nefsimiz birbiri
ile savaşmıyor mu? İsmet Özel, “Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey
değildir” der. Öldüğümüzde, asıl savaş son bulacak!