KIPIR kıpırdı, yerinde duramıyordu. Şehir
dışından, çok uzaklardan küçük teyzesi ile teyzesinin kızı gelmişti. Aynı site
içindeki büyük teyzesi ile akranı olan diğer teyzekızını da bizzat kendisi
davet etmişti. Annesinin belirlediği mönüyü, yengesiyle birlikte büyük bir özenle
hazırladıktan sonra misafirleri salondaki masa başına aldılar. Teyzekızları, üç
bacının hasret gideren sohbetlerine ara sıra dâhil olsalar da, kendi
dünyalarından birbirilerine havadisler sunmayı da ihmal etmediler.
Ev sahibi pozisyonunda
olanın yüzünde Bilâlî bir nûr hâkimdi ve her zamanki tebessümle etrafa derin
bakışlar bırakıyordu. Kalın, siyah çerçeveli gözlüklerin ardında saklanan gözlerinin
içinde berrak bir nehir akıyordu ve hayatın kıyısına kesintisiz bir umutla hayâller
taşıyordu; kendini ve teyzekızlarını gelinlik içinde yuvadan uçurmuş, çoluk
çocuğa karıştırmış, sonra büyük bir sofra başındaki sohbet halkasına katmıştı.
Ta ki, “Kızım, teyzene börek getir” diyene kadar…
Bu irkiliş, onu uykudan
değil, sanki bitmesini istemediği bir rüyadan uyandırmıştı.
Sohbetlerinin geri kalan
kısmını, gölgeyle teslim olmuş balkon serinliğinde devam ettirdiler. Zaman
zaman seslerini kıssalar da derin ve özel konular işlediklerini büyüklerinin
gözlerinden kaçıramadılar. Hele hele lüks bir otomobilin site etrafını tavaf
eder gibi turlaması karşısında verdikleri tepki ve giriştikleri bahse ait sır,
o gün olmasa da birkaç hafta sonra çözülecekti.
Aradan beş ay geçmemişti
ki, iki teyzekızından önce Semiha’yı, ardından Nilüfer’i bizzat kendisi
uğurlamıştı. Sıranın kendisine geldiğini vurgulayan abisinin “Gelenleri geri
çeviriyorsun, evde kalacaksın” şakasına, “Abi göreceksin, ben meleklerle
evleneceğim” diye cevap verdikten sonra karanlığa alışan ve irileşen gözleri
bambaşka bir âleme daldı ve kendini gelinlik içinde tahayyül etti.
Yepyeni bir güne
uyanmıştı. Başucundaki Kur’an’ı aralayıp kaldığı yerden iz sürmeye çalıştı
çalışmasına, ama devamını getiremedi. Gözlerinde beliren ağrıyı aile büyükleri
ile paylaşmak zorunda kaldı. Gözlük numarasının değişebileceği senaryosu ile
tam donanımlı hastanenin yolunu tuttular. Aile fertleri, o gün yalnız
bırakmamışlardı onu. Kontroller sonunda birtakım şeylerin iyiye gitmediğini, kendisine
refakat edenlerin yüzlerine yansıyan ifadelerinden anlamıştı. Gerçeği doktorun
ağzından öğrendiğinde ise metanetini korumuş, “Allah’ın dediği olur!”
teslimiyeti ile ailesini teskin etmişti. O tarihten sonra sıklıkla aynı
hastanenin yolunu tutacak, en önemlisi de beynindeki tümörden dolayı geçireceği
iki önemli ameliyat evresinden sonra önerilen tedavi sürecine mutlak riayet
edecekti.
Eskisi gibi tebessüm
edemiyordu. Bunu çevresindekiler hissettiğinde ise zoraki bir kas gerilmesi ile
dişlerini göstermeden tatlı bir gülüş bırakıyordu.
Seneye çok iyi başlamasa
da yılsonunda onu sevince boğan bir haber aldı büyük abisinden. Ramazan
umresine gidecekti. Bu haber, onu hem mutlu, hem de mesut etmişti. Haberi
aldıktan sonra şafak sayan asker gibiydi. Yaz döneminde helâllik ziyaretlerinde
bulundu. İlk uğrak yeri teyzekızlarıydı. Kucağından indirmediği kız çocuklarını
çok seviyordu. İkinci çocuğa hazırlanan karnı burnundaki teyzekızına, “Ona ben
bakacağım” diye tembihte bulunuyordu.
Pasaport, vize işlemleri
ve alışveriş derken bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Sıra Kutsal Topraklara
uçmaya gelmişti. Sayısız hac farizası ve umre ziyareti gerçekleştiren anne
babası ile abisini geride bırakarak, büyük abisi, yengesi ve iki yeğeniyle
birlikte göklere yükseldiler. Kalp ritmini değiştiren beldeye doğruyu yaklaştıkça
diline yerleşen duayı ezberlemeye başladı:
“Allah’ım! Seni ve Senin
rızanı istiyorum. Bana o mübarek beldeleri nasip ettiğin için Sana binlerce kez
şükürler olsun. Buradan aldığım hazzı bin gelinliğe değişmem!”
Saatler süren yolculuk, Kadir
Gecesi Medine/Cidde Havaalanı’nda son bulmuş, belirlenen otele yerleşmişlerdi.
Heyecanına diyecek yoktu. Bir ara kendinden şüphe etti: “Ya kalbim bu heyecanı
kaldırmazsa?”
Kâbe-i Muazzama ile ilk
göz göze gelişinde ezberlediği duaları unutmuş, Mustafa’yı unutmamıştı.
Ellerini sıkıca tuttuğu yeğenleri Ayşe Şeyma ile H. Burak’a dönerek,
“Mustafa’ya dua edin” dedi. Gözlerinin sele dönüştüğünden habersizdi.
Gözlüklerini çıkarıp silmeyi aklına getirmedi. Onu izleyen ve ses etmeyene dönerek,
“Abi, hayatımda yaşayabileceğim en güzel şeyi yaşattın” dedi. Doyasıya bir
ziyaret faslından sonra tekrar otellerine döndüler. İlk günün muhasebesini ve
murakabesini yaptıktan sonra, üzerinden çıkarmadığı ihramla “dağ” bellediği
abisinin sırtına yaslanarak ertesi günkü bayram namazını beklemeye koyuldular.
Gerçek bu kadar kendine
yakınken “Uyursam bir daha kalkamam!” diye gözlerini bir hayâle teslim etmedi.
Ezanlar Bilâl’den dem vururken, otel odasındaki sessizlik, yerini heyecanlı bir
hareketliliğe bırakmıştı. Son ferde kadar herkes abdestini aldıktan sonra
Harem-i Şerif’e yöneldiler. O kendini bambaşka bir diyarda bulmuştu. Oradaydı
ama geri dönmenin elemini de yaşıyordu. “Bu güzellikten nasıl ayrılırım?”
diyordu ve ihtimâl, orada kalmanın yollarını arıyordu gizliden gizliye.
Milyonlarla
kılınan sabah ve bayram namazının ardından tüm sevdikleri için anbean isim isim dua etti. Arafat Meydanı’nı
andıran yerde yeğenleri, abisi ve yengesiyle bayramlaştıktan sonra memleketle kısa
bir telefon görüşmesi gerçekleştirip kahvaltı yapmak üzere otellerine döndüler.
Dışarı
çıkmak için kapı önünde duran abisinden soğuk içecek talebinde bulundu. Kapı
kapanır kapanmaz, “Bana bir şeyler oluyor yenge!” diyerek yere yığıldı. Asansöre
yönelen abisi, içeriden yükselen figânla geriye döndüğünde, saniyeler önce
kendisinden siparişte bulunan kız kardeşinin yerde hareketsiz yattığını gördü.
Yatağa
alıp otel doktorunu çağırdılar. Birkaç dakika içinde odaya gelen ekibin yaptığı
müdahale yeterli olmamış, başı öne düşen doktor, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn”
dedi. Neye uğradığını bilemedi. Şaşkındı, hareketsiz kalakalmıştı. Onu şoktan
çıkaranlar, taziye için otel odasına gelen Konsolos’un, Erzurumlu İbrahim
Hakkı’ya ait “Deme ‘Şu niçin şöyle?’/ Yerincedir ol öyle!/ Bak sonuna, sabreyle/
Mevlâ görelim neyler,/ Neylerse güzel eyler” sözleri ile Mısırlı otel müdürünün
“Ya habibî!” diye Arapça başlayıp İngilizce sürdürdüğü “Burası Kâbe! Beytullah’ta
ve emin bir şehirdesiniz. Üstelik bayram ve siz ihramdasınız. Daha tavaf bile
yapmamışsınız. O size şefaat edecek. Rabbü’l-Âleminden daha ne istiyorsunuz?” sözleri
olur.
Normal
prosedürle bir hafta süren cenaze işlemi, yarım gün içinde bitmiş, akşam
namazına hazır hâle getirilmişti. Yıkama işleminin ardından kardeşiyle
vedalaşmaya giren abisi, taç ve çiçeklerle bezenen kafasını avuçları arasına
alır ve mütebessim simasını koklayarak öper. Her öğün onlarca cenaze namazının
kılındığı Harem-i Şerif’e, Esin tek cenaze olarak getirilir. Yaklaşık beş
milyonluk cemaatin önüne Sudeysi geçer. Akşam namazında Duha ve Tîn Surelerini
okur.
Cenaze
namazının ardından parmaklar üzerinde kaybolan beden, Cennetü’l-Muallâ mezarlığına
defnedilir. Kabre eğilen abisi, “Ey Cevat kızı Esin!” diye seslenerek telkin
verir.
O gece Mekke sokaklarında, "Allah-u Ekber kebîra Velhamdü lillahi kesira,
sübhanallahi bükreten ve esila" (Allah, büyüklerin en büyüğüdür, Allah'a
olan hamdımız çoktur; sabah akşam, her an tespihimiz Allah'adır) şeklindeki
hamd ü sena nidaları yükselir.
Hem
bayram, hem de düğün
33’üne gireceği bir zaman diliminde, 29 Ocak 1998 Perşembe (1 Şevval 1418) günü güneşe, yıldızlara ve tüm sevdiklerine veda ettiğinde, üzerinde o çok sevdiği gelinlik vardı ve ihramlı bir gelinciği andırıyordu. İsmi, öldükten 21 gün sonra doğan teyzekızına verildi.