İhramlı gelincik

“Allah’ım! Seni ve Senin rızanı istiyorum. Bana o mübarek beldeleri nasip ettiğin için Sana binlerce kez şükürler olsun. Buradan aldığım hazzı bin gelinliğe değişmem!”

KIPIR kıpırdı, yerinde duramıyordu. Şehir dışından, çok uzaklardan küçük teyzesi ile teyzesinin kızı gelmişti. Aynı site içindeki büyük teyzesi ile akranı olan diğer teyzekızını da bizzat kendisi davet etmişti. Annesinin belirlediği mönüyü, yengesiyle birlikte büyük bir özenle hazırladıktan sonra misafirleri salondaki masa başına aldılar. Teyzekızları, üç bacının hasret gideren sohbetlerine ara sıra dâhil olsalar da, kendi dünyalarından birbirilerine havadisler sunmayı da ihmal etmediler.

Ev sahibi pozisyonunda olanın yüzünde Bilâlî bir nûr hâkimdi ve her zamanki tebessümle etrafa derin bakışlar bırakıyordu. Kalın, siyah çerçeveli gözlüklerin ardında saklanan gözlerinin içinde berrak bir nehir akıyordu ve hayatın kıyısına kesintisiz bir umutla hayâller taşıyordu; kendini ve teyzekızlarını gelinlik içinde yuvadan uçurmuş, çoluk çocuğa karıştırmış, sonra büyük bir sofra başındaki sohbet halkasına katmıştı. Ta ki, “Kızım, teyzene börek getir” diyene kadar…

Bu irkiliş, onu uykudan değil, sanki bitmesini istemediği bir rüyadan uyandırmıştı.

Sohbetlerinin geri kalan kısmını, gölgeyle teslim olmuş balkon serinliğinde devam ettirdiler. Zaman zaman seslerini kıssalar da derin ve özel konular işlediklerini büyüklerinin gözlerinden kaçıramadılar. Hele hele lüks bir otomobilin site etrafını tavaf eder gibi turlaması karşısında verdikleri tepki ve giriştikleri bahse ait sır, o gün olmasa da birkaç hafta sonra çözülecekti.

Aradan beş ay geçmemişti ki, iki teyzekızından önce Semiha’yı, ardından Nilüfer’i bizzat kendisi uğurlamıştı. Sıranın kendisine geldiğini vurgulayan abisinin “Gelenleri geri çeviriyorsun, evde kalacaksın” şakasına, “Abi göreceksin, ben meleklerle evleneceğim” diye cevap verdikten sonra karanlığa alışan ve irileşen gözleri bambaşka bir âleme daldı ve kendini gelinlik içinde tahayyül etti.

Yepyeni bir güne uyanmıştı. Başucundaki Kur’an’ı aralayıp kaldığı yerden iz sürmeye çalıştı çalışmasına, ama devamını getiremedi. Gözlerinde beliren ağrıyı aile büyükleri ile paylaşmak zorunda kaldı. Gözlük numarasının değişebileceği senaryosu ile tam donanımlı hastanenin yolunu tuttular. Aile fertleri, o gün yalnız bırakmamışlardı onu. Kontroller sonunda birtakım şeylerin iyiye gitmediğini, kendisine refakat edenlerin yüzlerine yansıyan ifadelerinden anlamıştı. Gerçeği doktorun ağzından öğrendiğinde ise metanetini korumuş, “Allah’ın dediği olur!” teslimiyeti ile ailesini teskin etmişti. O tarihten sonra sıklıkla aynı hastanenin yolunu tutacak, en önemlisi de beynindeki tümörden dolayı geçireceği iki önemli ameliyat evresinden sonra önerilen tedavi sürecine mutlak riayet edecekti.

Eskisi gibi tebessüm edemiyordu. Bunu çevresindekiler hissettiğinde ise zoraki bir kas gerilmesi ile dişlerini göstermeden tatlı bir gülüş bırakıyordu.

Seneye çok iyi başlamasa da yılsonunda onu sevince boğan bir haber aldı büyük abisinden. Ramazan umresine gidecekti. Bu haber, onu hem mutlu, hem de mesut etmişti. Haberi aldıktan sonra şafak sayan asker gibiydi. Yaz döneminde helâllik ziyaretlerinde bulundu. İlk uğrak yeri teyzekızlarıydı. Kucağından indirmediği kız çocuklarını çok seviyordu. İkinci çocuğa hazırlanan karnı burnundaki teyzekızına, “Ona ben bakacağım” diye tembihte bulunuyordu.

Pasaport, vize işlemleri ve alışveriş derken bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Sıra Kutsal Topraklara uçmaya gelmişti. Sayısız hac farizası ve umre ziyareti gerçekleştiren anne babası ile abisini geride bırakarak, büyük abisi, yengesi ve iki yeğeniyle birlikte göklere yükseldiler. Kalp ritmini değiştiren beldeye doğruyu yaklaştıkça diline yerleşen duayı ezberlemeye başladı:

“Allah’ım! Seni ve Senin rızanı istiyorum. Bana o mübarek beldeleri nasip ettiğin için Sana binlerce kez şükürler olsun. Buradan aldığım hazzı bin gelinliğe değişmem!”

Saatler süren yolculuk, Kadir Gecesi Medine/Cidde Havaalanı’nda son bulmuş, belirlenen otele yerleşmişlerdi. Heyecanına diyecek yoktu. Bir ara kendinden şüphe etti: “Ya kalbim bu heyecanı kaldırmazsa?”

Kâbe-i Muazzama ile ilk göz göze gelişinde ezberlediği duaları unutmuş, Mustafa’yı unutmamıştı. Ellerini sıkıca tuttuğu yeğenleri Ayşe Şeyma ile H. Burak’a dönerek, “Mustafa’ya dua edin” dedi. Gözlerinin sele dönüştüğünden habersizdi. Gözlüklerini çıkarıp silmeyi aklına getirmedi. Onu izleyen ve ses etmeyene dönerek, “Abi, hayatımda yaşayabileceğim en güzel şeyi yaşattın” dedi. Doyasıya bir ziyaret faslından sonra tekrar otellerine döndüler. İlk günün muhasebesini ve murakabesini yaptıktan sonra, üzerinden çıkarmadığı ihramla “dağ” bellediği abisinin sırtına yaslanarak ertesi günkü bayram namazını beklemeye koyuldular.

Gerçek bu kadar kendine yakınken “Uyursam bir daha kalkamam!” diye gözlerini bir hayâle teslim etmedi. Ezanlar Bilâl’den dem vururken, otel odasındaki sessizlik, yerini heyecanlı bir hareketliliğe bırakmıştı. Son ferde kadar herkes abdestini aldıktan sonra Harem-i Şerif’e yöneldiler. O kendini bambaşka bir diyarda bulmuştu. Oradaydı ama geri dönmenin elemini de yaşıyordu. “Bu güzellikten nasıl ayrılırım?” diyordu ve ihtimâl, orada kalmanın yollarını arıyordu gizliden gizliye.

Milyonlarla kılınan sabah ve bayram namazının ardından tüm sevdikleri için anbean isim isim dua etti. Arafat Meydanı’nı andıran yerde yeğenleri, abisi ve yengesiyle bayramlaştıktan sonra memleketle kısa bir telefon görüşmesi gerçekleştirip kahvaltı yapmak üzere otellerine döndüler.

Dışarı çıkmak için kapı önünde duran abisinden soğuk içecek talebinde bulundu. Kapı kapanır kapanmaz, “Bana bir şeyler oluyor yenge!” diyerek yere yığıldı. Asansöre yönelen abisi, içeriden yükselen figânla geriye döndüğünde, saniyeler önce kendisinden siparişte bulunan kız kardeşinin yerde hareketsiz yattığını gördü.

Yatağa alıp otel doktorunu çağırdılar. Birkaç dakika içinde odaya gelen ekibin yaptığı müdahale yeterli olmamış, başı öne düşen doktor, “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Neye uğradığını bilemedi. Şaşkındı, hareketsiz kalakalmıştı. Onu şoktan çıkaranlar, taziye için otel odasına gelen Konsolos’un, Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya ait “Deme ‘Şu niçin şöyle?’/ Yerincedir ol öyle!/ Bak sonuna, sabreyle/ Mevlâ görelim neyler,/ Neylerse güzel eyler” sözleri ile Mısırlı otel müdürünün “Ya habibî!” diye Arapça başlayıp İngilizce sürdürdüğü “Burası Kâbe! Beytullah’ta ve emin bir şehirdesiniz. Üstelik bayram ve siz ihramdasınız. Daha tavaf bile yapmamışsınız. O size şefaat edecek. Rabbü’l-Âleminden daha ne istiyorsunuz?” sözleri olur.

Normal prosedürle bir hafta süren cenaze işlemi, yarım gün içinde bitmiş, akşam namazına hazır hâle getirilmişti. Yıkama işleminin ardından kardeşiyle vedalaşmaya giren abisi, taç ve çiçeklerle bezenen kafasını avuçları arasına alır ve mütebessim simasını koklayarak öper. Her öğün onlarca cenaze namazının kılındığı Harem-i Şerif’e, Esin tek cenaze olarak getirilir. Yaklaşık beş milyonluk cemaatin önüne Sudeysi geçer. Akşam namazında Duha ve Tîn Surelerini okur.

Cenaze namazının ardından parmaklar üzerinde kaybolan beden, Cennetü’l-Muallâ mezarlığına defnedilir. Kabre eğilen abisi, “Ey Cevat kızı Esin!” diye seslenerek telkin verir.

O gece Mekke sokaklarında, "Allah-u Ekber kebîra Velhamdü lillahi kesira, sübhanallahi bükreten ve esila" (Allah, büyüklerin en büyüğüdür, Allah'a olan hamdımız çoktur; sabah akşam, her an tespihimiz Allah'adır) şeklindeki hamd ü sena nidaları yükselir.

Hem bayram, hem de düğün

33’üne gireceği bir zaman diliminde, 29 Ocak 1998 Perşembe (1 Şevval 1418) günü güneşe, yıldızlara ve tüm sevdiklerine veda ettiğinde, üzerinde o çok sevdiği gelinlik vardı ve ihramlı bir gelinciği andırıyordu. İsmi, öldükten 21 gün sonra doğan teyzekızına verildi.