
GRİ bir gecenin bronz sabahına uyandı. Kuşlar gümüş kanatlarını çırparak pencere ufkundan uzaklaşırken çisil çisil yağmur düşüyor onun hasretten kavrulmuş toprağına. Gökkuşağı kuzeybatı yönünde büyük bir yay çizmiş. Çocukluk inancını hatırladı. Yerdeki gökkuşağına ulaşıp kaderini değiştirmek milyonda bir ihtimâl olsa bile yüreğindekine ulaşmak imkânsız geliyordu. Sanki karanlık gecelerin saklı dehlizlerine gizlenmişti güzel günler. Yüreğinin peykesine kurulan hasret ve vuslatsızlık, gömleği arkadan yırtılan Yûsuf gibi gerçek. Yaşamı, ayrık otların arasında büyüyüp serpilen umutlara binbir yıl yetecek kadar hayâl kırıklıkları ve incinmişlik biriktirmiş.
Meyvelerini ağız tadıyla yiyemediği yazdan sonra sonbahar da büyük bir özlemle geçti. Yaklaşan ağır kış şartlarında ulak beklemek ise hayâl edilemez zaten. Yağmurlu bir sonbaharın son ayı... Neredeyse altı ay olmuştu hiçbir haber gelmeyeli. Bu bekleyiş, daha önceki aylara göre her şekilde farklı hüzünlerle dolup taşmaktaydı. Yaklaştığı an uzaklaşıyor mutluluk sanki. “Ne de olsa kıştan sonra bahar aydınlıktır” diye düşündü. Batıya doğru hızla akan kurşun gibi ağır bulutların üzerinde olmayı hayâl etti. Kendi ağırlığını ihmâl edeli ne çok olmuştu. “Azize’nin yanında olmalıyım” dedi.
Seyri değişmeyen yağmuru izlerken, elâ gözlerini damlaların saydamlığıyla bütünleştirip her damlanın toprağa dokunuşunda yüreği de kahverengiyle sarılıyordu. Buğulu gözlüsünden haber almak için bildiği tüm duaları okuyordu. Azize’yle tanış olduğu o Temmuz ayından sonra yaşamı büyük bir imtihanla geçiyordu. Ömer, adıyla müsemma cesur, dobra, korkusuz... O, bir gece rüyasında bir sohbet meclisini Peygamberimizin yakın sahabeler ile şereflendirdiğini ve Hazreti Ömer’i bizzat kendisinin karşıladığını görmüştü. Hatta yakın dostlarına ahirette Hazreti Ömer’e çok yakın olmak istediğini ve kendini en çok da ona benzettiğini söylerdi. Ama ne zaman bu sevdaya duçar oldu, Ömer’likten geriye sadece derin bir sükûnet hâli kaldı.
Azize, Ömer’e her ne kadar söz ve yazı ile onu sevdiğini beyan etmemiş olsa da yolladığı hediyeler, yazdığı mektuplar onu çok sevdiğine dair güçlü emarelerdi. Ama insan bu, ille ki duymak veya okumak istiyor. Bilinçli bir sevgide buna takılmanın gereksizliğini bilmemiş olsaydı, yıllardır süren bu hasrete dayanamazdı. O, “Sevgilinin her tavrı sevilmek üzere yaratılmıştır” diye düşünür.
Son mektubunu ulağa vereli üç ayı geçmişti. Hâlâ bir haberin olmayışı, yüreğini dağ yamaçlarındaki gözelerin kıyılarında rüzgâra meydan okuyan nilüfere çevirmişti. Aşkın tahammülü ne kadar da azdı! Beklemek ne tükenmez bir sızıydı! Ömer, ara sıra içinde ses veren yalnızlık hissinin üstünü örtüp kendini avuntuya bırakıyordu. Bazen de Azize’den hiç haber alamayacak gibi derin bir elemle ruhu, yüreği ve bedeni kasım kasım kasılıyordu. Sanki onu hiç tanımamıştı. Sanki aşk denilen o sarsıntı kalbinde kendiliğinden oluşmuştu. Sanki bir ateşe kendiliğinden girmiş, yaşamak tutkusu bir kor gibi avuçlarında küle dönmüştü.
Ömer gün geçtikçe daha az konuşuyor, daha çok yazıyordu. Tebessüm ise yüz hatlarını terk edeli aylar olmuştu. Onun bu suskunluğu ve durgunluğu yakın çevresini kaygılandırıyordu. Kendini daha çok kaderine terk edilmiş bir yaylanın yıkılan evleri arasında yalnız ve yıllanmış bir söğüt ağacının dalındaki yavru bir kuşa benzetse de zaman zaman bu hâlinden sıyrılıyordu. Azize’nin her an çıkıp geleceğini ya da kendini yanına davet edeceğini, sonrasında bu hasretin biteceğini, özlemini çektiği vuslatın doyumsuzluğunu yaşayacağını da düşünüyordu. Ömer’in dostları, onun yaşadığı bu elem dolu ıstıraptan bu kadar derin etkileniyor olmasını ve buna olan mukavemetini yaşam tecrübesine ve sevdasının verdiği güzel tutkuya bağlıyordu. Onların tek umutları, yakın bir zamanda Azize’den güzel bir haberin geleceği ve Ömer’in hüznünün biraz dineceği doğrultusundaydı.
Ama o yaz da bitmiş, mahsuller toplanmış, sonbaharın son hüzünleri de bohçalanmıştı. Tahmin ettikleri gibi gri bulutlar yine gökyüzünü kuşatmış, yağmurlar başlamış, üşüyenler ise ocak başlarında yerlerini çoktan almıştı. Yine öyle hafif yağmurlu bir günün kuşluk vaktinde sonradan ulak olduğu anlaşılan yeşil turuncu kuşağı, yeşil fesi ve yağız atının terkisinde kilim heybesi olan otuzlu yaşlarda seyrek sakallı orta boylu bir adam, Şair Ömer’in evini soruyordu. Ömer, yüreği ağzında, dizlerinin feri çözülmüş olarak rüyalarda bazen sıkıntıdan, bazen de sevinçten yürüyemeyenler gibi zorlukla ulağın yanına giderek, “Şair Ömer benim ben, ben Ömer’im” diyebildi. Ulak, ceviz ağacından yapıldığını bilenlerin anlayacağı parlatılmış eyerin arkasındaki kırmızı yeşili fazla olan heybenin gözünden mavi tülbende sarılı bir mahramayı çıkarıp Ömer’e uzattı: “Bu, Azize hatundan Şair Ömer’e” dedi ve ekledi: “Sözle de size çok selâm söyledi ve size dua ettiğini bilin istedi. Özellikle de iyi olduğunu size söylememi sıkıca tembih etti.”
Üşüdüğü her hâlinden belli olan ulağa bir maşrapa dolusu kuşburnu çayı ile sıcak ekmek arası tatlı helva ikram edildi. Ömer, ulağın atına da bir bağ yonca ve bir bakraç dolusu su verdirdi. Bir ara ulağa derin derin bakan Ömer, utanmasa oturduğu yerden kalkıp Azize’yi gören ulağın gözlerinden öpecekti. İkram ve muhabbet sonrasında ulak, kimi gönüllere ferahlık, kimi gönüllere ise hüzün vermek için yoluna revan oldu.
“Ömrümün şairi”
Her yabancı sesi duyduğunda bunu kendine gelecek habere yoran Şair Ömer’in kalbi her defasında derin derin çarpıyordu. Bugün de yoğun sesler üzerine aynı heyecanla kalkıp çıkmıştı. Onun için bu ulak, an itibariyle dünyanın en değerli adamıydı. Çünkü o, ona ebedî değerlisinden selâm getirmişti. Sevgiliden gelen bir selâmdan daha önemli haber ne olabilirdi ki?
Yüreği adeta avuçlarında atan Şair Ömer, o duygularla odasına girip kapısını kapattı. Mahramayı yatağın üzerine koyup sanki asırlık bir hasreti bitecekmiş gibi uzun uzun baktı. Sonra mahramayı yeniden alıp titreyen elleriyle yüzüne sürerken derin derin nefes aldı. Mahramaya sindiğini düşündüğü Azize’nin kokusunu içine çekti. Ulakla konuştuklarını düşündü. Anladı ki, bir aydan fazla olmuş Azize’nin şehrine uğrayalı. Ulak, Ömer’e Azize hatunun hizmette bulunduğu konaktan ve bahçesinden, orada ders gören talebelerden, ona duyulan saygıdan ve Şair Ömer’i oradakilere saygıyla anlattığından söz etmişti.
Bunları duymak Ömer için tanımsız mutluluktu. Azize gibi bir hatunun değerlisi olmak ne büyük bir nimetti! Bu hangi iyiliklerinin karşılığıydı diye düşünerek mavi tülbende sarılı mahramayı açtı. Dört ayrı mendile sarılı hediye ile yine mavi bir mendile sarılı mektupla karşılaştı. Kestaneler turuncu, hurmalar yeşil, incirler kırmızı, kahve ise beyaz mendile sarılmıştı. “Bu beş rengin Azize için mutlaka bir anlamı vardır, bir mesaj vermiş olabilir mi?” diye düşündü. “Mavi sevdanın rengi, gökyüzü ve okyanus gibi; yerden göğe kadar mı beni seviyor?” diye tebessüm etti: “Her akşam ve her sabah ufuklarda aranan hayâlim midir turuncu? Ya kırmızı? Yüreğindeki aşkın kor hâli mi? Beyaz, Azize’nin tertemiz yüreği, ‘Her fincan kahvenin kırk yıllık hatırı bembeyaz ve lekesiz olsun’ mu demek istemiş acaba? Ya yeşil? Gönül cennetini mi tasvir ediyor?”
Bu duygularla peykeye sarılı yün yatağına uzandı. Tam karşısındaki ceylan işlemeli duvar halısına uzun uzun baktı; o da Azize’den bir bahar akşamı gelmişti.
Ahşap pencereden içeriye dolan kuşların cıvıltılarını duymuyordu, odayı aydınlatan güneşin mecâlsizliğinin farkında hiç değildi. Ayrıca güneş ışınlarının huzmeleri içindeki toz zerreciklerinin parıldayan hareketlerini de görmüyordu. Sırtını her sabah olduğu gibi yün yastığına dayayarak dizlerini karnına bitiştirdi. Büyük bir heyecanla avuçları arasında tuttuğu mektuba bakıyordu. Neden sonra, mendili özenle açtı. Mavinin üzerine beyazla “Ömrümün şairi” işlenmişti. Büyük bir hıçkırıkla mektubu yüzüne kapatıp dakikalarca ağlayıp içini çekti. Ve içinden defalarca haykırdı: “Sen de benim ömrümün şairisin.”
“Artık mektubu okumalıyım” dedi. Toparlandı yeniden. Dünyanın en lezzetli tatlısını yiyormuş gibi tüm uzuvlarına sindire sindire mektubunu okumaya başladı:
“Sisli dünyamın güneşi, yokluğumuz gönüllerimizde hikmet ve irfanla dolu denizler oluşturmakta, bu denize akan ırmaklar şarap renginde ve kokusunda. İçinde bulunduğumuz şartlar, bizleri bu şaraptan şimdilik mahrum kılmakta… İnanıyorum ki, zamanı gelince hem gözlerimiz, hem de dimağımız şaraptan nasiplenecektir. Bilmeni isterim ki, hayatımın en çetrefilli zamanında, zamanlarımın tahtına kurulmandan mustarip olmadım asla. Bana yük olan, sana yük olan ile aynı. Birbirimizde saklanmak ne zor bir iş. İçimde her şeye, her olumsuzluğa rağmen ve tüm inanç değerlerimi savurarak sana kavuşmaktan başka bir arzum yok asla. Buğusuyla mutlu olduğun gözlerimde senin hayâlinden başka bir neşe de yok. Yıllardır dudaklarımda sadece sana biriktirdiğim efsunlu sözlerim hariç…”
Ömer, başındaki fesi yastığın kenarına koyup, annesinden hatıra el örmesi perdenin aralığından içeri hafifçe esen rüzgârın odaya taşıdığı rayihanın genzini mayıs çiçekleri gibi yaktığını hissedip irkildi. Derin bir nefes alıp kaldığı yerden mektubunu okumaya devam etti:
“Gecelerimin kutup yıldızı, gönül obamın köklü çınarı! Sana böyle bir imkânsızlığı yaşattığım, seni yanıma hemen davet edemediğim için beni bağışla. Ben senin yolunun çiçeği, bahçenin gülü olmaktan başka hayâli olamayan bir kadınım. Senden af dilemeye utansam da yolunda ölmeye de, yaşamaya da yürümeye de razıyım. Yeter ki beni bu hasretin günahında yakma. Beni affet. Hasretle yaktığım zamanların günahlarından beni azat et. Hatunlarla olduğum, kızlar meclisinde bulunduğum, yalnız kaldığım, ev halkıyla geçirdiğim her vakit hicran yüklü renkleri bohçalamakta hüzün dolu bakışlarım. Sözlerim sevda şiirlerinden az değil asla. Çünkü senin şiirlerinle dolu bu daracık yüreğim. Ama bir gereksiz esaretteyim; bir farklı uğraşılardayım ve ben o hâllerden kurtulamıyorum. Hayat karanlık kollarıyla senin yerine yapıştı bedenime. Düğümleniyor sana ait her ne kadar söz varsa boğazımda; ben sadece yutkunuyorum boğazım acısa da… Ölmek mi? Ben zaten senden uzakta, gözlerinin sevgi dolu bakışlarından mahrum, geniş evlerin yoğunluğunda koşturan bir hayâletim. Sımsıcak elâ gözlerinin sürgünündeyim. Hiç terk etmediğim amelim, her sabah namazından sonra yönümü sana dönüp bedenimi senden gelecek esintiye teslim etmiş olmam. Bunun nasıl bir yakıcılık olduğunu sen daha iyi bilirsin.”
Ömer’in gözleri, bir anda Azize’nin cümleleriyle yaz mevsiminde mihrican vurmuş güllere döndü. Şairliği duygularını yazmaya yetemezdi asla. Zira her cümle bir alev gibi iniyordu hasretten çıraya dönmüş yüreğine. Ama o, kendini Yûsuf’un zindanındaki umutlarına teslim etmek istiyordu. Göz pınarları yayla gözesi gibi akıyordu. Yan taraftaki işlenmiş mavi mendili alıp önce kokladı, sonra yanaklarını sildi. Mektubu bir solukta okuyup bitirmek istiyordu ama bitsin de istemiyordu. Her cümlesini birkaç defa tekrar ediyor, susuyor, gözlerini tam karşısındaki duvar halısı üzerinde asılı tüfeğin ortasında bir nakış gibi duran kışlık yün yelekten alamıyordu. Onu da geçen kış, “Üşürsen giyersin” diye Azize göndermişti. “Mektuba devam etmeliyim” dedi:
“Şairim! Her ne kadar sana olan hislerim yüreğimi esir almış olsa da insanlığın geleceği için, kızlarımızın bahtları için, ümmetin selâmeti için çalışmalara bir süre daha katkıda bulunmak zorundayım. Ömer’im! Kadınlar her zaman aşkı anlatamazlar. Aşkı anlatan kadınlar, çağlarının kahramanlarıdır. Kadınlar sadece âşık olurlar. Kimi zaman da aşkı ağlatırlar; benim şimdi yaptığım gibi…
Ömer! Esma hatunun anî vefatından sonra burada çok büyük fitne ve huzursuzluk oldu. Bunların ferasetle takibi gerekiyordu. Bu huzursuzluk dalga dalga yayıldı, hâlâ tam olarak bitmiş değil. Bazı hatunlar arasında gizli görüşmeler olmakta bu ise, güzel ilimlerle anılan bu mazbut sahil şehrinin feyzini bereketsiz kılmakta. Daha büyük bir fitne olmasın diye er kişileri bu işlerden uzak tutma gayretindeyiz. Aslında tüm çabam, her bakımdan sükûnu sağladıktan sonra seni buraya davet etmek. Seninle yaşamayı hayâl ettiğim bu şehrin ikimize de şiirsel bir hayat sunması özel duam. Biliyorum ki sen de buna hayır demezsin. Sevdamızı detaylı bilen yegâne dostum Esma hatun derdi ki, ‘Sonunda kavuşmak varsa, beklemek ne güzeldir’.
Gönlümün Şairi! Kızıl kayalıklarında rüzgârını dinlediğimiz, dalgalarında düşler kurduğumuz, güneşin batışını izlediğimiz bu şehirde her şeyin tam olarak yoluna gireceği günü, başka bir söz ile de her şeyin sana tam olarak hazır olacağı günü senin beni beklediğin gibi bekliyorum. Kim bilir, belki de ıhlamurlar çiçek açtığı zaman… Bu zaman diliminde her türlü fitneye karşı hatunları ve kızları çeşitli bilgilerle donatmam gerek. Ben ellerimi bunların üzerinden çekemem; yüreğinin yüreğimden, yüreğimin yüreğinden çekilemediği gibi… Çünkü bunlar bana emanet. Bana emanet olan sana da emanet değil midir? Bildiğin gibi sabırla bir çalışmanın yükü altındayım. Bir de buna sevdanın hasreti eklenince yüreğimin ağırlığını sen düşün! Sevdiğim, bunu yazması çok zor ama daha ferah günler için bana biraz daha sabır göstermen arzumdur! Daha yakın bir zamanda seni davet edebilir miyim, hiç bilemiyorum…”
Son okuduğu cümle, Ömer’in kalbine tarifi imkânsız bir elem bıraktı: “savet edebilir miyim” ne demekti? Bütün beklentilerinin ya da hayatının kaderi bu cümlede miydi yani? Sanki bu cümle, içinde ıstırapla mayalanmış hasretin üstüne kızgın bir yağ gibi dökülmüştü. Üstelik “yakın bir zaman” dediği, ne kadar yakındı? Sahi, ıhlamurların çiçek açmasına kaç ay vardı? İçinde umut ile umutsuzluk, meydan muhaberesindeydi sanki. İçi titremiş, gözleri kararmıştı. Bakışlarını sabitledi. Bu belirsiz duygular içinde uzunca bir vakit geçirdi. Sonra başka bir şey yazılmış mı diye mektubuna döndü.
“Yakın bir zamanda seni davet edebilir miyim, bilemiyorum. ‘Acele etmeyelim’ desem, sana haksızlık etmiş olur muyum, bunu da bilemiyorum. ‘Bekleme’ demem, diyemem asla ve asla. Biraz daha sabır istiyorum senden. Dedim ya, ıhlamurların çiçek açacağı zamana kadar... Çünkü sana kavuşacağım güne, adadığım ömrüme yazık etmek istemiyorum asla.
Şair Ömer! Gözlerinde bana ait kurduğum dünyada, tasasız olarak başımı göğsüne dayayıp senin ılık ikliminde yaşayıp orada yaş almak, her namazda değişmez duam ve de en büyük arzum. Lütfen bana kızma! Beni sev. Seni buraya mutlaka davet edeceğim. Ama dediğim gibi, en geç ıhlamurlar çiçek açtığı zaman…”
Ömer’in yüreği, sahrada vahşi özlemlerden kaçan bir ceylan ürkekliğine büründü. Hüzünlenen yüreği biraz daha sabır göstermek zorunda artık. Henüz bir serçenin gözyaşı damlamamıştı yüreğine. “Kaç ay var ki ıhlamurların çiçek açmasına?” diye tekrar düşündü. Ömer hiç ıhlamur ağacı görmemişti ki… “Azize beni asla geçiştirip oyalamaz, bu konuda inancım tam!” dedi duvar halısının üzerinde asılı yün yeleğe bakarken. Hafifçe rüzgârın estiği pencerenin aralığından uzanan güneşin kollarıyla kuşattığı odada çok da genç olmayan bu adam gözyaşlarını özgür bıraktı...