
GÜZEL bir yaz gününde, rüzgâr,
ıhlamur ağaçlarından devşirdiği kokuları şehrin sokaklarına salıveriyor “Hoş
geldin” der gibi. Yollarda bu efsunlu hava hâkim, dağların arasından nazlı
nazlı yol bulan Vardar nehri, şehri ikiye ayırıyor. Bu coğrafî bölünüş aynı
zamanda farklı etnik ve dinî yapıdaki halkın yaşam alanlarını da
konumlandırırken, nehir üzerine kurulan köprülerse şehre ayrı bir karakter
kazandırıyor. En belirgini ve tarihî dokusuyla en dikkat çekici olanı, Fatih
Sultan Mehmet Köprüsü olarak bilinen Taşköprü; Eski Çarşı ile meydanı birbirine
bağlıyor.
Eski
Çarşı’da iki katlı mütevazı ahşap binalar, küçük antika ve hediyelik eşya dükkânları,
kuyumcular, gümüşçüler, dericiler ve çorbacılar, kendi ahengini bozmayan
yapısıyla ayrı bir cazibe oluşturuyorlar. Dükkân önünde oturan yaşlı amcaların
uzun soluklu sohbetleri, alışveriş yapan kadınlar, bakkal önünde dondurma seçen
minik çocuklar, bu küçük ve şirin beldenin Anadolu’dan izler taşıdığını
hissettiriyor.
Yaşlı
bir çınar ağacıyla ata yadigârı cami omuz omuza vermiş, cemaati beklemekte. 15’inci
yüzyıldan kalma tarihî Arasta Camiî’nin önündeki taş şadırvanın etrafında abdest
alan insanlar az sonra namazlarını eda edecekler. Cami avlusuna, yollara
serilen hasırlar dışarıya taşan cemaat için hazırlanıyor beş vakit. Bu mütevazı
yapıdaki camilerden bir diğeri de birkaç sokak ilerideki Murat Paşa Camiî. Hemen
yanındaki dörtlü fıskiye sebilinden gelen geçene su ikram ediyor, çocuklarla
elim sende oynuyor.
Şehrin
yüksekçe tepesine mevzilenmiş kale, Roma döneminden kalmış, Osmanlılar zamanında
genişletilmiş.
Sultan
Murad Camiî, buradaki camilerin en eskisi ve en güzeli. Zarif mimarisi ile dikkat
çeken, içinde sahabe isimlerini ağırlayan bu nazenin cami, 1436 yılında
yapılmış.
Mustafa
Paşa Camiî, 1492 yılında inşâ edilmiş olup beş asır ezanları semaya eriştirmiş.
Davut Paşa Hamamı, Kurşunlu Han, Kapan Han, buranın Osmanlı mimarisini ve
Anadolu şehir ruhunu yansıtan örneklerden birkaç tanesi.
Eski
Çarşı’dan Vardar nehri istikametine doğru ilerlediğinizde, yol sizi geniş bir
meydana çıkarıyor. Küçük tezgâhlar yol boyunca devam ediyor. Biraz ileride şehrin
donuk sakinleri sizi karşılıyor, heykeller sanki tarihe ve şehre kültürel
anlamda suni teneffüs aldırmak ve ona yeniden can vermek çabasındalar. Heybetli
aslanlar gücü temsil ediyor, atlar tarihî karakterleri… Kral Philip oğlunu selâmlıyor,
hamile Olympias havuz başında oturuyor, hemen yanında oğul İskender ise
annesinin kucağında… Biraz daha ilerlediğinizde Büyük İskender, atının üzerinde
ileriyi, doğuyu işaret ederek şehri selâmlıyor.
Heykeller
mahallinde bedeni kadar yer işgal edebilmiş bir fukara, gelen geçenin başucuna
bıraktığı bozuk paradan servetiyle Büyük İskender’e, “Artık gölge etsen de olur,
etmesen de!” der gibi, yerde uzanmış, hiç kıpırdamadan oradaki insicama uyum
sağlıyor.
Sokak
şarkıcıları güzel sesleriyle şehre renk katıyorlar. Buradan şehrin diğer
tarafına ilerlediğinizde kiliseler göze çarpıyor; sokaklar geniş, binalar
modern, şehrin en yüksek dağına dikilmiş milenyum haçı, “Hilâl”e yetişmek
arzusunda...
Üsküp,
sayfalarında farklı hikâyelerin anlatıldığı bir kitap gibi. Ayrı kültür, etnik
ve dinî yapıdaki halkların bir arada var olduğu ve yaşadığı bir şehir… Coğrafî
yakınlığı kadar tarihiyle, kültürüyle, diliyle bizden olan unsurları içinde
barındıran, bizden daha çok “biz” olan bu nadide şehir, Anadolu’nun Avrupa’daki
aynası gibi. Kubbeleriyle, minareleriyle, hanları, hamamları, sokaklarıyla Osmanlı
kokan, rüzgârı Anadolu esen, “suyunun Türkçe aktığı” aziz bir şehir.