Ihlamur kokulu şehir

Üsküp, sayfalarında farklı hikâyelerin anlatıldığı bir kitap gibi. Ayrı kültür, etnik ve dinî yapıdaki halkların bir arada var olduğu ve yaşadığı bir şehir… Coğrafî yakınlığı kadar tarihiyle, kültürüyle, diliyle bizden olan unsurları içinde barındıran, bizden daha çok “biz” olan bu nadide şehir, Anadolu’nun Avrupa’daki aynası gibi…

GÜZEL bir yaz gününde, rüzgâr, ıhlamur ağaçlarından devşirdiği kokuları şehrin sokaklarına salıveriyor “Hoş geldin” der gibi. Yollarda bu efsunlu hava hâkim, dağların arasından nazlı nazlı yol bulan Vardar nehri, şehri ikiye ayırıyor. Bu coğrafî bölünüş aynı zamanda farklı etnik ve dinî yapıdaki halkın yaşam alanlarını da konumlandırırken, nehir üzerine kurulan köprülerse şehre ayrı bir karakter kazandırıyor. En belirgini ve tarihî dokusuyla en dikkat çekici olanı, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü olarak bilinen Taşköprü; Eski Çarşı ile meydanı birbirine bağlıyor.

Eski Çarşı’da iki katlı mütevazı ahşap binalar, küçük antika ve hediyelik eşya dükkânları, kuyumcular, gümüşçüler, dericiler ve çorbacılar, kendi ahengini bozmayan yapısıyla ayrı bir cazibe oluşturuyorlar. Dükkân önünde oturan yaşlı amcaların uzun soluklu sohbetleri, alışveriş yapan kadınlar, bakkal önünde dondurma seçen minik çocuklar, bu küçük ve şirin beldenin Anadolu’dan izler taşıdığını hissettiriyor.

Yaşlı bir çınar ağacıyla ata yadigârı cami omuz omuza vermiş, cemaati beklemekte. 15’inci yüzyıldan kalma tarihî Arasta Camiî’nin önündeki taş şadırvanın etrafında abdest alan insanlar az sonra namazlarını eda edecekler. Cami avlusuna, yollara serilen hasırlar dışarıya taşan cemaat için hazırlanıyor beş vakit. Bu mütevazı yapıdaki camilerden bir diğeri de birkaç sokak ilerideki Murat Paşa Camiî. Hemen yanındaki dörtlü fıskiye sebilinden gelen geçene su ikram ediyor, çocuklarla elim sende oynuyor.

Şehrin yüksekçe tepesine mevzilenmiş kale, Roma döneminden kalmış, Osmanlılar zamanında genişletilmiş.

Sultan Murad Camiî, buradaki camilerin en eskisi ve en güzeli. Zarif mimarisi ile dikkat çeken, içinde sahabe isimlerini ağırlayan bu nazenin cami, 1436 yılında yapılmış.

Mustafa Paşa Camiî, 1492 yılında inşâ edilmiş olup beş asır ezanları semaya eriştirmiş. Davut Paşa Hamamı, Kurşunlu Han, Kapan Han, buranın Osmanlı mimarisini ve Anadolu şehir ruhunu yansıtan örneklerden birkaç tanesi.

Eski Çarşı’dan Vardar nehri istikametine doğru ilerlediğinizde, yol sizi geniş bir meydana çıkarıyor. Küçük tezgâhlar yol boyunca devam ediyor. Biraz ileride şehrin donuk sakinleri sizi karşılıyor, heykeller sanki tarihe ve şehre kültürel anlamda suni teneffüs aldırmak ve ona yeniden can vermek çabasındalar. Heybetli aslanlar gücü temsil ediyor, atlar tarihî karakterleri… Kral Philip oğlunu selâmlıyor, hamile Olympias havuz başında oturuyor, hemen yanında oğul İskender ise annesinin kucağında… Biraz daha ilerlediğinizde Büyük İskender, atının üzerinde ileriyi, doğuyu işaret ederek şehri selâmlıyor.

Heykeller mahallinde bedeni kadar yer işgal edebilmiş bir fukara, gelen geçenin başucuna bıraktığı bozuk paradan servetiyle Büyük İskender’e, “Artık gölge etsen de olur, etmesen de!” der gibi, yerde uzanmış, hiç kıpırdamadan oradaki insicama uyum sağlıyor.

Sokak şarkıcıları güzel sesleriyle şehre renk katıyorlar. Buradan şehrin diğer tarafına ilerlediğinizde kiliseler göze çarpıyor; sokaklar geniş, binalar modern, şehrin en yüksek dağına dikilmiş milenyum haçı, “Hilâl”e yetişmek arzusunda...       

Üsküp, sayfalarında farklı hikâyelerin anlatıldığı bir kitap gibi. Ayrı kültür, etnik ve dinî yapıdaki halkların bir arada var olduğu ve yaşadığı bir şehir… Coğrafî yakınlığı kadar tarihiyle, kültürüyle, diliyle bizden olan unsurları içinde barındıran, bizden daha çok “biz” olan bu nadide şehir, Anadolu’nun Avrupa’daki aynası gibi. Kubbeleriyle, minareleriyle, hanları, hamamları, sokaklarıyla Osmanlı kokan, rüzgârı Anadolu esen, “suyunun Türkçe aktığı” aziz bir şehir.