Ihlamur kokularına veda

Biraz olsun rahatlamıştım. En azından başımı sokacak bir evim vardı artık. Onlara minnet borçluydum ama bu borcu ödemem için biraz zaman gerekiyordu. Çünkü içinde, “Bu paralar bulanındır” notunun olduğu gizli bölmeyi keşfetmeleri onların birkaç gününü alacaktı…

SALONDA, kendilerinden başka kimsenin olmadığı bir anda göz göze geldi üçü birden. Sonra birbirlerine gözleriyle sessizce ilettikleri teklifi, kafalarını hafifçe sallayarak onayladılar. Birkaç dakika sonra ev sahibesi elinde üç helva tabağı ile içeri girince, yine üç komşu, kendi aralarında geliştirdikleri işaret diliyle, “Ayıp olmasın, iki kaşık alıp (zaten hepi topu iki kaşık koymuşlar tabağa, bunlar da ne cimriymiş anam, zavallı adamın ruhu azap içinde kalacak) öyle kalkalım. Hem bakarsın, dedikodu malzemesi çıkar bize buradan” diye dedikodu içinde dedikodu yaparak anlaştılar.

Üçü de bütün bu konuşmaları içlerinden yaptıkları için özellikle “dedikodu” yapma niyetlerini birbirlerinden gizlemeye gerek kalmadı. Yeterince malzeme toplamışlardı aslında, helva kısmı ekstra muhabbet olacaktı. Meselâ Şehnaz Hanım hiç de eşinin ölümüne üzülmüş gibi durmuyordu. Onlarla birlikte yaşayan büyük kızlarının fönlü saçları ve makyajlı dudakları dedikodu notları arasına çoktan girmişti bile. Hatta yirmisine yaklaşmış torunları Tiktok videoları seyredip kıkırdadıklarını fark ettiklerinde artık çok geçti. Futbol sahalarında olsa ceza alanı içinde dokuz kusurlu hareketten biri sayılacak bu hâl, orlon yelekli teyzelerimizin de radarına çoktan yakalanmıştı.

İkram sonrası Menekşe, Aynur ve Semiha Hanımlar, ne kadar uğraşsalar da ağlamayı başaramadıkları için bir türlü ıslatamadıkları kâğıt mendillerini katlayarak orlon yeleklerinin cebine tıkıştırıp müsaade istediler ev sahibesinden.

Komşularına karşı son üzgün pozunu beyaz namaz örtüsüyle boynunu bükerek kapı önünde veren Şehnaz Hanım, “Ayaklarınıza sağlık” diyerek uğurladı misafirlerini. “Benim bir kabahatim yok” demek ister gibi, “Takdir-i İlâhî” diye mırıldanmayı da ihmâl etmedi.

Hiç vakit kaybetmedi üç yaşlı kadın. Henüz merdiven başında biri ödemli ayaklarını ayakkabılarına oldurmaya çalışırken, diğeri başörtüsünün kulaklarını çekiştirirken, “Gelin evi mi, ölü evi mi, anlayamadık. Bir davul zurna eksikti!” diye başlayıp helvanın rengi ve kıvamı konusuna varıncaya kadar masaya yatırmak için uzattılar evlerinin yolunu. Konuşacak daha çok konu vardı aslında. Meselâ sokağın başına varmadan uygun birini bulup Şehnaz Hanım’ı baş göz etmişlerdi bile. Ama nihayetinde üçü de yaşlıydı ve akşam çoktan olmuştu. Üstelik hafif de olsa tırmanacakları bir yokuş vardı.

Sitenin etrafından dolaşıp ana caddeye doğru yalpalayarak ayrılma noktasına doğru çevirdiler rotayı. Yürümeye başladıkları sokağın caddeyle kesiştiği yerdeki çöp konteynırları yaşlı kankaların buluşma ve ayrılma merkeziydi.

***

Buralarda âdettendi, cenaze sahiplerini, özellikle de kadınları yalnız bırakmamak, yanlarında olduklarını hissettirmek düşüncesiyle üç gün boyunca gidebilen herkes taziyeye giderdi. Bugün Süleyman Efendi’nin ruhunu teslim edişinin üçüncü günüydü. “Zaman ne de çabuk geçiyor” demenin bir anlamı olmasa gerek. Öyle büyük hiçlikler yaşanıyor ki, değil üç günün, beş günün, yirmi yılın bile sözü olmuyor. Ama yine de alışamadım ben bu hiçliğe. Yirmi yıllık muhabbetten sonra üç günde nasıl alışılır ki yokluğa? Sanki her zaman yaptığı gibi, oturduğu yerden kısa süreliğine kalkmış da birazdan gelecekmiş duygusuyla bekliyorum onu. Gülümseyen yüzüyle birazdan kapıda görünecek ve koltuğuna oturup elinden düşürmediği Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya kaldığı yerden devam edecek.

Hayat her zaman sizin plânladığınız şekilde akmıyor. Hoş, ben bir şey plânlayabilecek durumda değilim ya… Benim varlığım buna müsait değil. Ben yapılan plâna uymak zorundayım. Belki herkes yapılan plâna uymak zorunda kalıyordur da farkında değildir. Tıpkı Süleyman Efendi gibi… En azından okumaya çalıştığı sayfaları bitirmeyi plânlamıştı meselâ ama yarım kaldı. Başı omzuma düştüğünde anladım ruhunu teslim ettiğini. Bu dünyada birbirini en iyi anlayan iki varlık olarak verdiği son nefesin esintisi hâlâ yüzümde. Açık kalan sayfadaki ayetler bir dua gibi kaldı geride: “Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı kabul eyle…”

Üç gündür yani Süleyman Efendi’nin vefatından beri açık bırakılan pencereden içeri dolan ıhlamur çiçeği kokusu eşliğinde ne olacağını ben de merakla bekliyorum. Bu koku belki de bu dünyada duyumsayabileceğim son güzel şey olabilir. İçimi bir bilinmezlik korkusu ve heyecanı sarmış durumda. Ne yüzünü gördükçe bana bir şey yapacakmış gibi hissettiren Şehnaz Hanım’dan, ne de küçüklüklerinde tepemde dolaşıp kolumu bacağımı ayırmaya çalışan torunlarından hoşlandım. Bahsettiğim torunlar, Süleyman Efendi’nin büyük kızının çocukları. Hani şu Tiktokçular var ya… Anneleri “ekonomik bağımsızlığını” ilân edip babalarını boşadığından beri yani çok uzunca bir süredir bizimle yaşıyorlar. Geldiklerinde el kadardılar, şimdi büyüdüler, Tiktokçu oldular.

Tek koruyup kollayıcım Süleyman Efendi idi, o da beni terk edince ne olacağının bilinmezliği içinde çaresizce durup bekliyorum bu odada. Ama sanırım, bu son günüm. Hatta bu son anlarım. Bu kapının açılış şekli ve bu geliş, hayırlı bir gelişe benzemiyor.

Üçüncü günün akşamı… Süleyman Efendi’nin eşi havanın iyice kararmasını özellikle beklemişti. Bir gören olmasından endişe ediyordu, çünkü Süleyman Efendi’yi tanıyan herkes beni de tanıyordu. Görüp tanıyanlar tarafından kınanmak da istemiyordu. Bu nedenle karanlık, Şehnaz Hanım’ın niyetini gerçekleştirmek için uygun ortamı oluşturmuş olacaktı.

Orlon yelekli komşuları yolcu ettikten sonra telefonla Rüstem Efendi’yi çağırdı eve. Artık taziye ziyaretleri son bulduğuna göre silkinip işe koyulma zamanı gelmişti. Hem büyük kızı da sorup duruyordu “Ne zaman düzenleyeceğiz?” diye.

Şehirli olduktan sonra her şeyden vazgeçmesine rağmen bıyıklarından bir türlü vazgeçmeyen Rüstem Efendi, merdivenleri hızla tırmandıktan sonra çaldı kapıyı biraz sonra. İçeri buyur edildi. Evdeki matem havasını, merhumu çok seven apartman görevlisinden başkası hissetmiyordu. Ev sahibesi önde, o arkada, dipteki odaya doğru yürüdüler. Açık kapıdan eliyle işaret etti taşıyacağı eşyayı. Gözleriyle süzdü önce. Aklından neler geçiyordu, kim bilir?

Kapıya kadar beni kucağında taşıdıktan sonra, çıkınca başının üstüne aldı. Merdivenleri öyle indi. Zemin kata kadar o şekilde taşıdı. Bir kat daha inse kendi dairesine varmış olacaktı. Durdu, düşündü. İnse miydi? Bana kıyamadığının farkındaydım ama Şehnaz korkusu içine yer etmişti bir kere. Birkaç basamak indikten sonra durdu. Ya camdan bakıyorsa? Ya talimatını yerine getirmediğimi anlarsa? Ah ne kurnazdır o!

Suya götürüp susuz getirdiği merkeplerin hâddi hesabı yoktur. Artık nereye gittiğimden emindim. Elveda ıhlamur kokusu!

Siz siz olun, kimsenin sizi başının üstünde taşıdığına bakmayın. Rüstem Efendi de beni başının üstünde taşıdı buraya kadar. Ve yine siz siz olun, kimsenin dostluğuna, muhabbetine kanmayın. Maazallah, bir gün pat diye, aniden bırakıp giderler de böyle benim gibi kalırsınız ortalarda ne yapacağınızı bilemeden. Ah Rüstem Efendi! Beni kollarının arasına aldığında, “Hah!” dedim, “Sıcak, dost kollar sarıverdi beni”. Sonra yukarı doğru kaldırdı. “Helâl olsun” dedim, “Başının üstünde tutuyor beni”. Daha ne isterim ki dünyada? Baş üstünde tutuluyorum. Kime nasip olur ki böylesi bir hürmet?

Sevincim çok kısa sürdü oysa. Şaşırttı beni apartman görevlimiz. Bana bu duvarın dibini lâyık gördü. Kim ne diyecekti ki sanki, alıp evine götürseydi. Ama sanırım aldığı talimat bu yöndeydi. Ben bu duvarın dibinde ne yaparım tek başıma? Tozun toprağın içinde, yağmurun karın altında çürür giderim maazallah.

Bir de hemen karşımda üç adet çöp konteynırı, pis kokularını üstüme salarak bana bakıp sırıtmıyor mı? Onca yıl Süleyman Efendi’nin sürdüğü misk kokusuna alışmış burnum için inanılmaz bir işkence oluyor bu koku. İnsanların burunlarını tutarak geçtiği bu yerde ben her saniye bu havaya maruz kalıyorum. Çok endişeliyim. Koku midemi bulandırırken, bir yandan da bu karanlık, bu bilinmezlik karnımda ağrılar oluşturuyor.

Ah Süleyman Efendi ah! Keşke gitmeden önce beni emin ellere teslim etseydin. Akşamın karanlığında kaybolan Rüstem’in giderken aklı bende kaldı, biliyorum. Biliyorum (bilmiyorum aslında, sadece umut ediyorum) birazdan dönecek ve beni bıraktığı bu pis kokulu duvar dibinden alacak. Ben buralara lâyık değilim çünkü, o da biliyor. O gelip götürmezse dışarıdaki ilk gecem olacak. “Hele bakalım, belki güzeldir dışarıda olmak” diyecektim ki esen rüzgârla birlikte burnuma dolan çöp kokusu, sözü yarım bıraktı ağzımda.

Hava serinliyordu. Gökyüzünde çakan şimşekleri görebiliyordum. Çakan şimşeklerin ardından çıkan gök gürültüsü birazdan sicim gibi bir yağmurun yağacağının işaretiydi. Dışarıda geçireceğim ilk gecenin bir felâketle sonuçlanma ihtimâli her saniye artıyordu. Ben şimşeklere ve gök gürültüsüne dalmışken ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Yeniden kendime geldiğimde, gözümün önünden insanlar aşağı yukarı hızlı hızlı yürüyüp duruyorlardı.

Konteynırların etrafını mesken tutan birkaç kediye takıldı gözüm. Gördükleri her şeye burunlarını uzatıp, koklayıp koklayıp geri çekiyorlardı. Ağızlarına lâyık bir şey bulamamışlardı ve yağmurun yağacak olması umurlarında değildi anlaşılan. Onları seyre dalmışken, birden bir ciyaklama sesiyle irkildim. Birinin hangi ara bulduğunu göremediğim kocaman bir salam dilimi üzerinde kavgaya tutuşmuşlardı. Bölüşmeyi akıl edemeyen bu tekirlere bölüp vermekse telaşla evlerine ulaşmaya çalışan hiç kimsenin umurunda olmuyordu.

Ben “O kocaman salam dilimini iki kedi arasında nasıl pay edebilirim?” diye düşünürken, elinde büyükçe bir poşetle bir adam geldi sallanarak. Poşetin içi ekmek doluydu, bulunduğum yerden rahatlıkla görebiliyordum. “İnşallah düşündüğümü yapmaz” demeye kalmadı ki elindeki poşeti zorla kaldırarak o derin metal kutulardan birinin içine bıraktı. İnsan bu nankörlüğü neden yapar kendine, bir türlü anlamış değilim. “Keşke benim yanıma bıraksaydın bari!” dedim, adam söylediklerimi duymuş gibi baktı bana. Karanlığın içinde bir şey seçmek ister gibi eğildi üzerime. Eliyle bastırdı karnıma. Sonra bir daha, sonra bir daha derken, sanırım beğenmedi. Ben de onu beğenmemiştim zaten, iyi ki gitti.

Ben giden adamın arkasından bakarken… Hayır! Ah! O da ne? Böğrümde tarifsiz bir acı. İki yaramaz ergenden biri üzerimden atlarken, diğeri var gücüyle bir tekme savuruyor yan tarafıma. Hayatımda ilk defa böyle bir acı hissediyorum. O darbeyle devrilmiş olmalıyım. Ah şu sorunlu ailelerin sorunlu çocukları! Süleyman Efendi’nin torunları da böyleydi küçükken. Parçalamadıkları koltuk, kanepe, kırmadıkları bardak, tabak kalmazdı. Şehnaz Hanım torunlarının adını “küçük canavarlar” koymuştu ki gerçekten isimlerinin hakkını yeterince veriyorlardı.

O tekmeden sonra ters dönmüş kaplumbağa gibi kaldım çaresiz bir şekilde. Kendimi düzeltebilecek özellikten yoksundum. Ne kötü bir durum normale dönebilmek için başkalarına muhtaç olmak! Üstelik bunu dile getirememek ve sizin acılarınızın farkına varmadan yanınızdan geçip gidenlerin sizi duymasını ummak…

Beklemek, beklemek… Öylece, sessiz ve soluksuz, merhamet dilenir gibi kaygısız ve kayıtsız; geçip gidenlerden biriyle göz göze gelebilmek ve sizi anlaması için dua ederek beklemek… Kim olursanız olun, duanızı mutlaka duyan ve de başkalarına duyuran biri olduğuna inanın.

“Şunu düzelt de biraz dinleneyim, bacaklarım çok ağrıdı” diye kızına seslenen, yokuşu tırmanırken yorulmuş teyzemizin sesi ilaç gibi gelmişti bana. Beterin beteri vardı ve beterin beterini yaşamamak için mevcut betere razı olmak gerekiyordu sanırım.

-Kızım, belediye mi koymuş bunu buraya? Dün yoktu. Vallahi ne iyi etmiş! Her defasında bu yokuşu çıkmak ölüm geliyor bana…

-Yok anne, ne belediyesi! Bir hayırsever koymuştur işte…

Yanlış soruya yanlış cevap. Muhatabını bulmayan hiçbir sorunun doğru cevabı olmaz. Kızına soracağına bana sorsana be teyze, anlatayım sana bütün hikâyeyi.

Bundan yıllar önceydi. Bir adam geldi marangozhaneye. Elinde bir resim vardı. Resimde de bütün albenisiyle muhteşem bir koltuk... Aynısını yapıp yapamayacağını sordu ustaya. Yapabileceğini söyleyince, benim özelliklerim konusunda anlaşıp ayrıldılar. Süleyman Efendi her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüştü. Ağacımın cinsini, üzerindeki oyma motifleri, kadife ve sünger kalitesini uzun uzun anlattı. Hatta ustadan gizli bir bölme bile koymasını istemişti iç tarafıma…

(Teyze nereye gidiyorsun, daha yeni başladık hikâyeye. Ama sen de haklısın, çiseleyen yağmur birazdan hızlanacak ve sen ıslanmadan eve varmak istiyorsun.)

***

Teyze, sözümü bitirmeye fırsat bırakmadan kalktı. Dizlerini tutarak yürümeye çalışan kadının ardından bakakalmıştım. Yağmur hızlanıyordu. Herkesin gidecek, kendisini yağmurdan koruyacak bir yeri vardı. Hatta şu az önce kavga eden kedilerin bile… Benim altıma saklanmışlardı ıslanmamak için. Benimse dua etmekten başka çarem yoktu. Anlaşılan, bu gece esaslı bir yağmur yiyip çürümeye doğru kocaman bir adım atmış olacaktım.

Derken dizlerinin üstüne yüklenerek yokuş çıkan üç tanıdık sima gördüm: Üç orlon yelekli teyze… Teyzelerin merakları işime yarayabilirdi. “Keşke kendimi gösterebilseydim onlara” demeye kalmadan biri beni tanıdığını söyleyince derin bir oh çektim. Bu kadın kurtarıcım olabilirdi. Öyle de oldu. Sokağında oturan, tanıdığı bir göçmen varmış. Onu aradı, iki kadın geldi biraz sonra. İki yanımdan tutup benden başka herhangi bir mobilyanın olmadığı evlerine götürdüler.

Biraz olsun rahatlamıştım. En azından başımı sokacak bir evim vardı artık. Onlara minnet borçluydum ama bu borcu ödemem için biraz zaman gerekiyordu. Çünkü içinde, “Bu paralar bulanındır” notunun olduğu gizli bölmeyi keşfetmeleri onların birkaç gününü alacaktı…