
SALONDA, kendilerinden başka kimsenin olmadığı bir anda göz göze
geldi üçü birden. Sonra birbirlerine gözleriyle sessizce ilettikleri teklifi,
kafalarını hafifçe sallayarak onayladılar. Birkaç dakika sonra ev sahibesi
elinde üç helva tabağı ile içeri girince, yine üç komşu, kendi aralarında
geliştirdikleri işaret diliyle, “Ayıp olmasın, iki kaşık alıp (zaten hepi
topu iki kaşık koymuşlar tabağa, bunlar da ne cimriymiş anam, zavallı adamın
ruhu azap içinde kalacak) öyle kalkalım. Hem bakarsın, dedikodu malzemesi
çıkar bize buradan” diye dedikodu içinde dedikodu yaparak anlaştılar.
Üçü de bütün bu konuşmaları içlerinden yaptıkları için
özellikle “dedikodu” yapma niyetlerini birbirlerinden gizlemeye gerek kalmadı. Yeterince
malzeme toplamışlardı aslında, helva kısmı ekstra muhabbet olacaktı. Meselâ
Şehnaz Hanım hiç de eşinin ölümüne üzülmüş gibi durmuyordu. Onlarla birlikte
yaşayan büyük kızlarının fönlü saçları ve makyajlı dudakları dedikodu notları
arasına çoktan girmişti bile. Hatta yirmisine yaklaşmış torunları Tiktok
videoları seyredip kıkırdadıklarını fark ettiklerinde artık çok geçti. Futbol
sahalarında olsa ceza alanı içinde dokuz kusurlu hareketten biri sayılacak bu
hâl, orlon yelekli teyzelerimizin de radarına çoktan yakalanmıştı.
İkram sonrası Menekşe, Aynur ve Semiha Hanımlar, ne kadar
uğraşsalar da ağlamayı başaramadıkları için bir türlü ıslatamadıkları kâğıt
mendillerini katlayarak orlon yeleklerinin cebine tıkıştırıp müsaade istediler
ev sahibesinden.
Komşularına karşı son üzgün pozunu beyaz namaz örtüsüyle
boynunu bükerek kapı önünde veren Şehnaz Hanım, “Ayaklarınıza sağlık” diyerek
uğurladı misafirlerini. “Benim bir kabahatim yok” demek ister gibi, “Takdir-i
İlâhî” diye mırıldanmayı da ihmâl etmedi.
Hiç vakit kaybetmedi üç yaşlı kadın. Henüz merdiven
başında biri ödemli ayaklarını ayakkabılarına oldurmaya çalışırken, diğeri
başörtüsünün kulaklarını çekiştirirken, “Gelin evi mi, ölü evi mi, anlayamadık.
Bir davul zurna eksikti!” diye başlayıp helvanın rengi ve kıvamı konusuna
varıncaya kadar masaya yatırmak için uzattılar evlerinin yolunu. Konuşacak daha
çok konu vardı aslında. Meselâ sokağın başına varmadan uygun birini bulup
Şehnaz Hanım’ı baş göz etmişlerdi bile. Ama nihayetinde üçü de yaşlıydı ve
akşam çoktan olmuştu. Üstelik hafif de olsa tırmanacakları bir yokuş vardı.
Sitenin etrafından dolaşıp ana caddeye doğru yalpalayarak
ayrılma noktasına doğru çevirdiler rotayı. Yürümeye başladıkları sokağın
caddeyle kesiştiği yerdeki çöp konteynırları yaşlı kankaların buluşma ve
ayrılma merkeziydi.
***
Buralarda âdettendi, cenaze sahiplerini, özellikle de
kadınları yalnız bırakmamak, yanlarında olduklarını hissettirmek düşüncesiyle üç
gün boyunca gidebilen herkes taziyeye giderdi. Bugün Süleyman Efendi’nin ruhunu
teslim edişinin üçüncü günüydü. “Zaman ne de çabuk geçiyor” demenin bir anlamı
olmasa gerek. Öyle büyük hiçlikler yaşanıyor ki, değil üç günün, beş günün,
yirmi yılın bile sözü olmuyor. Ama yine de alışamadım ben bu hiçliğe. Yirmi
yıllık muhabbetten sonra üç günde nasıl alışılır ki yokluğa? Sanki her zaman
yaptığı gibi, oturduğu yerden kısa süreliğine kalkmış da birazdan gelecekmiş
duygusuyla bekliyorum onu. Gülümseyen yüzüyle birazdan kapıda görünecek ve
koltuğuna oturup elinden düşürmediği Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya kaldığı yerden
devam edecek.
Hayat her zaman sizin plânladığınız şekilde akmıyor. Hoş,
ben bir şey plânlayabilecek durumda değilim ya… Benim varlığım buna müsait değil.
Ben yapılan plâna uymak zorundayım. Belki herkes yapılan plâna uymak zorunda
kalıyordur da farkında değildir. Tıpkı Süleyman Efendi gibi… En azından okumaya
çalıştığı sayfaları bitirmeyi plânlamıştı meselâ ama yarım kaldı. Başı omzuma
düştüğünde anladım ruhunu teslim ettiğini. Bu dünyada birbirini en iyi anlayan
iki varlık olarak verdiği son nefesin esintisi hâlâ yüzümde. Açık kalan
sayfadaki ayetler bir dua gibi kaldı geride: “Rabbim!
Beni namaza devam eden bir kimse eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz!
Duamı kabul eyle…”
Üç gündür yani Süleyman Efendi’nin vefatından beri açık
bırakılan pencereden içeri dolan ıhlamur çiçeği kokusu eşliğinde ne olacağını
ben de merakla bekliyorum. Bu koku belki de bu dünyada duyumsayabileceğim son
güzel şey olabilir. İçimi bir bilinmezlik korkusu ve heyecanı sarmış durumda. Ne
yüzünü gördükçe bana bir şey yapacakmış gibi hissettiren Şehnaz Hanım’dan, ne
de küçüklüklerinde tepemde dolaşıp kolumu bacağımı ayırmaya çalışan
torunlarından hoşlandım. Bahsettiğim torunlar, Süleyman Efendi’nin büyük
kızının çocukları. Hani şu Tiktokçular var ya… Anneleri “ekonomik
bağımsızlığını” ilân edip babalarını boşadığından beri yani çok uzunca bir
süredir bizimle yaşıyorlar. Geldiklerinde el kadardılar, şimdi büyüdüler,
Tiktokçu oldular.
Tek koruyup kollayıcım Süleyman Efendi idi, o da beni
terk edince ne olacağının bilinmezliği içinde çaresizce durup bekliyorum bu
odada. Ama sanırım, bu son günüm. Hatta bu son anlarım. Bu kapının açılış şekli
ve bu geliş, hayırlı bir gelişe benzemiyor.
Üçüncü günün akşamı… Süleyman Efendi’nin eşi havanın
iyice kararmasını özellikle beklemişti. Bir gören olmasından endişe ediyordu,
çünkü Süleyman Efendi’yi tanıyan herkes beni de tanıyordu. Görüp tanıyanlar
tarafından kınanmak da istemiyordu. Bu nedenle karanlık, Şehnaz Hanım’ın
niyetini gerçekleştirmek için uygun ortamı oluşturmuş olacaktı.
Orlon yelekli komşuları yolcu ettikten sonra telefonla
Rüstem Efendi’yi çağırdı eve. Artık taziye ziyaretleri son bulduğuna göre silkinip
işe koyulma zamanı gelmişti. Hem büyük kızı da sorup duruyordu “Ne zaman
düzenleyeceğiz?” diye.
Şehirli olduktan sonra her şeyden vazgeçmesine rağmen
bıyıklarından bir türlü vazgeçmeyen Rüstem Efendi, merdivenleri hızla
tırmandıktan sonra çaldı kapıyı biraz sonra. İçeri buyur edildi. Evdeki matem
havasını, merhumu çok seven apartman görevlisinden başkası hissetmiyordu. Ev
sahibesi önde, o arkada, dipteki odaya doğru yürüdüler. Açık kapıdan eliyle
işaret etti taşıyacağı eşyayı. Gözleriyle süzdü önce. Aklından neler geçiyordu,
kim bilir?
Kapıya kadar beni kucağında taşıdıktan sonra, çıkınca
başının üstüne aldı. Merdivenleri öyle indi. Zemin kata kadar o şekilde taşıdı.
Bir kat daha inse kendi dairesine varmış olacaktı. Durdu, düşündü. İnse miydi?
Bana kıyamadığının farkındaydım ama Şehnaz korkusu içine yer etmişti bir kere.
Birkaç basamak indikten sonra durdu. Ya camdan bakıyorsa? Ya talimatını yerine
getirmediğimi anlarsa? Ah ne kurnazdır o!
Suya götürüp susuz getirdiği merkeplerin hâddi hesabı yoktur.
Artık nereye gittiğimden emindim. Elveda ıhlamur kokusu!
Siz siz olun, kimsenin sizi başının üstünde taşıdığına
bakmayın. Rüstem Efendi de beni başının üstünde taşıdı buraya kadar. Ve yine
siz siz olun, kimsenin dostluğuna, muhabbetine kanmayın. Maazallah, bir gün pat
diye, aniden bırakıp giderler de böyle benim gibi kalırsınız ortalarda ne
yapacağınızı bilemeden. Ah Rüstem Efendi! Beni kollarının arasına aldığında, “Hah!”
dedim, “Sıcak, dost kollar sarıverdi beni”. Sonra yukarı doğru kaldırdı. “Helâl
olsun” dedim, “Başının üstünde tutuyor beni”. Daha ne isterim ki dünyada? Baş
üstünde tutuluyorum. Kime nasip olur ki böylesi bir hürmet?
Sevincim çok kısa sürdü oysa. Şaşırttı beni apartman
görevlimiz. Bana bu duvarın dibini lâyık gördü. Kim ne diyecekti ki sanki, alıp
evine götürseydi. Ama sanırım aldığı talimat bu yöndeydi. Ben bu duvarın
dibinde ne yaparım tek başıma? Tozun toprağın içinde, yağmurun karın altında
çürür giderim maazallah.
Bir de hemen karşımda üç adet çöp konteynırı, pis
kokularını üstüme salarak bana bakıp sırıtmıyor mı? Onca yıl Süleyman
Efendi’nin sürdüğü misk kokusuna alışmış burnum için inanılmaz bir işkence
oluyor bu koku. İnsanların burunlarını tutarak geçtiği bu yerde ben her saniye
bu havaya maruz kalıyorum. Çok endişeliyim. Koku midemi bulandırırken, bir
yandan da bu karanlık, bu bilinmezlik karnımda ağrılar oluşturuyor.
Ah Süleyman Efendi ah! Keşke gitmeden önce beni emin
ellere teslim etseydin. Akşamın karanlığında kaybolan Rüstem’in giderken aklı
bende kaldı, biliyorum. Biliyorum (bilmiyorum aslında, sadece umut ediyorum)
birazdan dönecek ve beni bıraktığı bu pis kokulu duvar dibinden alacak. Ben
buralara lâyık değilim çünkü, o da biliyor. O gelip götürmezse dışarıdaki ilk
gecem olacak. “Hele bakalım, belki güzeldir dışarıda olmak” diyecektim ki esen
rüzgârla birlikte burnuma dolan çöp kokusu, sözü yarım bıraktı ağzımda.
Hava serinliyordu. Gökyüzünde çakan şimşekleri
görebiliyordum. Çakan şimşeklerin ardından çıkan gök gürültüsü birazdan sicim
gibi bir yağmurun yağacağının işaretiydi. Dışarıda geçireceğim ilk gecenin bir
felâketle sonuçlanma ihtimâli her saniye artıyordu. Ben şimşeklere ve gök
gürültüsüne dalmışken ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Yeniden kendime
geldiğimde, gözümün önünden insanlar aşağı yukarı hızlı hızlı yürüyüp
duruyorlardı.
Konteynırların etrafını mesken tutan birkaç kediye
takıldı gözüm. Gördükleri her şeye burunlarını uzatıp, koklayıp koklayıp geri
çekiyorlardı. Ağızlarına lâyık bir şey bulamamışlardı ve yağmurun yağacak
olması umurlarında değildi anlaşılan. Onları seyre dalmışken, birden bir
ciyaklama sesiyle irkildim. Birinin hangi ara bulduğunu göremediğim kocaman bir
salam dilimi üzerinde kavgaya tutuşmuşlardı. Bölüşmeyi akıl edemeyen bu
tekirlere bölüp vermekse telaşla evlerine ulaşmaya çalışan hiç kimsenin
umurunda olmuyordu.
Ben “O kocaman salam dilimini iki kedi arasında nasıl pay
edebilirim?” diye düşünürken, elinde büyükçe bir poşetle bir adam geldi
sallanarak. Poşetin içi ekmek doluydu, bulunduğum yerden rahatlıkla
görebiliyordum. “İnşallah düşündüğümü yapmaz” demeye kalmadı ki elindeki poşeti
zorla kaldırarak o derin metal kutulardan birinin içine bıraktı. İnsan bu
nankörlüğü neden yapar kendine, bir türlü anlamış değilim. “Keşke benim yanıma
bıraksaydın bari!” dedim, adam söylediklerimi duymuş gibi baktı bana.
Karanlığın içinde bir şey seçmek ister gibi eğildi üzerime. Eliyle bastırdı
karnıma. Sonra bir daha, sonra bir daha derken, sanırım beğenmedi. Ben de onu
beğenmemiştim zaten, iyi ki gitti.
Ben giden adamın arkasından bakarken… Hayır! Ah! O da ne?
Böğrümde tarifsiz bir acı. İki yaramaz ergenden biri üzerimden atlarken, diğeri
var gücüyle bir tekme savuruyor yan tarafıma. Hayatımda ilk defa böyle bir acı hissediyorum.
O darbeyle devrilmiş olmalıyım. Ah şu sorunlu ailelerin sorunlu çocukları!
Süleyman Efendi’nin torunları da böyleydi küçükken. Parçalamadıkları koltuk,
kanepe, kırmadıkları bardak, tabak kalmazdı. Şehnaz Hanım torunlarının adını
“küçük canavarlar” koymuştu ki gerçekten isimlerinin hakkını yeterince
veriyorlardı.
O tekmeden sonra ters dönmüş kaplumbağa gibi kaldım
çaresiz bir şekilde. Kendimi düzeltebilecek özellikten yoksundum. Ne kötü bir
durum normale dönebilmek için başkalarına muhtaç olmak! Üstelik bunu dile
getirememek ve sizin acılarınızın farkına varmadan yanınızdan geçip gidenlerin
sizi duymasını ummak…
Beklemek, beklemek… Öylece, sessiz ve soluksuz, merhamet
dilenir gibi kaygısız ve kayıtsız; geçip gidenlerden biriyle göz göze
gelebilmek ve sizi anlaması için dua ederek beklemek… Kim olursanız olun,
duanızı mutlaka duyan ve de başkalarına duyuran biri olduğuna inanın.
“Şunu düzelt de biraz dinleneyim, bacaklarım çok ağrıdı”
diye kızına seslenen, yokuşu tırmanırken yorulmuş teyzemizin sesi ilaç gibi
gelmişti bana. Beterin beteri vardı ve beterin beterini yaşamamak için mevcut
betere razı olmak gerekiyordu sanırım.
-Kızım, belediye mi koymuş bunu buraya? Dün yoktu. Vallahi ne iyi etmiş!
Her defasında bu yokuşu çıkmak ölüm geliyor bana…
-Yok anne, ne belediyesi! Bir hayırsever koymuştur işte…
Yanlış soruya yanlış cevap. Muhatabını bulmayan hiçbir
sorunun doğru cevabı olmaz. Kızına soracağına bana sorsana be teyze, anlatayım
sana bütün hikâyeyi.
Bundan yıllar önceydi. Bir adam geldi marangozhaneye.
Elinde bir resim vardı. Resimde de bütün albenisiyle muhteşem bir koltuk... Aynısını
yapıp yapamayacağını sordu ustaya. Yapabileceğini söyleyince, benim özelliklerim
konusunda anlaşıp ayrıldılar. Süleyman Efendi her şeyi en ince ayrıntısına
kadar düşünmüştü. Ağacımın cinsini, üzerindeki oyma motifleri, kadife ve sünger
kalitesini uzun uzun anlattı. Hatta ustadan gizli bir bölme bile koymasını
istemişti iç tarafıma…
(Teyze nereye gidiyorsun, daha yeni başladık hikâyeye.
Ama sen de haklısın, çiseleyen yağmur birazdan hızlanacak ve sen ıslanmadan eve
varmak istiyorsun.)
***
Teyze, sözümü bitirmeye fırsat bırakmadan kalktı.
Dizlerini tutarak yürümeye çalışan kadının ardından bakakalmıştım. Yağmur
hızlanıyordu. Herkesin gidecek, kendisini yağmurdan koruyacak bir yeri vardı. Hatta
şu az önce kavga eden kedilerin bile… Benim altıma saklanmışlardı ıslanmamak
için. Benimse dua etmekten başka çarem yoktu. Anlaşılan, bu gece esaslı bir
yağmur yiyip çürümeye doğru kocaman bir adım atmış olacaktım.
Derken dizlerinin üstüne yüklenerek yokuş çıkan üç
tanıdık sima gördüm: Üç orlon yelekli teyze… Teyzelerin merakları işime
yarayabilirdi. “Keşke kendimi gösterebilseydim onlara” demeye kalmadan biri
beni tanıdığını söyleyince derin bir oh çektim. Bu kadın kurtarıcım olabilirdi.
Öyle de oldu. Sokağında oturan, tanıdığı bir göçmen varmış. Onu aradı, iki
kadın geldi biraz sonra. İki yanımdan tutup benden başka herhangi bir
mobilyanın olmadığı evlerine götürdüler.
Biraz olsun rahatlamıştım. En azından başımı sokacak bir evim vardı artık. Onlara minnet borçluydum ama bu borcu ödemem için biraz zaman gerekiyordu. Çünkü içinde, “Bu paralar bulanındır” notunun olduğu gizli bölmeyi keşfetmeleri onların birkaç gününü alacaktı…