İdlib'den göç krizine, Suriye'de işletilen demografik plân

ABD kendi hesabına göre ucuza kiraladığı PKK’lı teröristlere Suriye’nin bir bölgesini havâle etmiştir. ABD’nin desteğini aldığı söylenen muhaliflere o destek hiçbir zaman ulaşmamıştır. Hatırlanmalıdır ki, ABD Suriye’den çekilirken askerî üslerini bile Türkiye’ye değil, Rusya’ya bırakmıştır. Türkiye’nin PKK’ya karşı Suriye’de askerî harekât yapmaması için her türlü hileye başvurmuştur.

TÜRKİYE nihâyet Suriye’ye askerî müdahalede bulundu! Şartlara göre belki altı yedi yıl önce yapması gerekeni, Şubat 2020’de yaptı.

Suriye’de işgalci Baas idaresi ve suç ortakları İran ve Rusya oradaki nüfus yapısını değiştiriyorlar. Bu değişiklikte epey mesafe aldıkları da bilinmektedir.

Çünkü 2011’de Suriye Devrimi başladığında, Suriye nüfusu ortalama 24 milyon idi. O nüfusun 4 milyonu Ürdün, 4 milyonu Türkiye, 2 milyon kadarı da Lübnan’a sığındı. Suriye içinde kalan nüfusun da önemli bir bölümü Suriye içinde yer değiştirdi. Cebren Türkiye’ye gönderilen Suriyeli 4 milyon sığınmacı ile Türkiye’nin mâlî ve sosyal yapısını önemli ölçüde zorladılar.

İran ve Rusya, Türkiye ile yaptıkları anlaşmaları çiğneyerek, güvenli bölge ilân ettikleri İdlib’e Suriye’nin değişik bölgelerinden 4 milyon kadar insanın da toplanmasını temin edip, sonra bu 4 milyonu da Türkiye’ye zorla göndermek için aralıksız olarak hastanelere, fırınlara, pazar yerlerine, okullara, çadırlardan oluşan kamp yerlerine saldırıp İdlib’i de işgal etmeye çalıştılar.

Üçlü anlaşmalara aykırı olarak İdlib’in işgali başlar başlamaz, Türkiye bu duruma müdahale etmeliydi. Ancak etmedi. “Yapmayın, etmeyin! Yeni bir insanî felâkete neden olmayın!” diye telkinlerde bulundu. Esad ve suç ortakları Rusya ile İran, bu iyi niyetli insanî telkinleri dikkate almadı. İdlib’i işgale ve oraya sığınmış olan çâresiz, savunmasız insanları katletmeye devam etti.

Türkiye uzun bir askerî hazırlıktan ve İdlib’e konuşlandırdığı kendi askerleri saldırıya uğrayıp bir gecede 36 şehit verdikten sonra, 27 Şubat 2020 gecesi İdlib’de işgalci Baas idaresi çetesine karşı askerî harekât başlattı.

Bu harekâtın elbette doğrudan Suriye halkıyla ve Türkiye ile ilgili tarafları vardır. Baas çetesinin püskürtülmesi, İdlib’de toplanan Suriyelileri koruyacaktır. Kırktan fazla Arap ülkesinin bütün Suriye’de ve İdlib’de Arapların katledilmesini seyrettikleri bir dönemde Türkiye’nin İdlib’de 4 milyonluk Arap halkını can pahasına koruma çabası son derece önemlidir. Sadece takdirle, hayranlıkla, saygıyla karşılanması icap eden bir çaba…

***

Bir dönem Türkiye’de, “Türk çocuğu artık Arap çöllerinde kanını dökmeyecektir” nidası, doğrudan “Arap çölü” denen bölgelerin İngilizlere terk edilmesinden başka bir şey değildi.

İngiliz siyasetini memnun eden bu tutum, “Arap çölleri” diyerek Arap ülkelerini ve Arapları aşağılayarak yapılmıştı. TSK yüz yıla yakın bir zamandan beri bu anlayışa göre şekillendirilmişti.

Kadere bakın ki, aynı TSK şimdi İdlib’de hem Türkiye’ye yönelen tehditleri bertaraf ederken, hem de Arapları korumak için savaşmaktadır. Bu çok önemli bir değişimdir. TSK’daki bu değişimde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rolü asla inkâr edilemez.

Türkiye’de muhalefet çevreleri uzun yıllardan beri Suriyeli düşmanlığı telkin etmektedir. İktidarı, Türkiye’nin imkânlarını Suriyelilere peşkeş çekmekle suçlamaktadır. Şaşılacak olan husus şudur ki, muhalefet çevreleri, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin sorumlusu olarak işgalci Baas çetesini değil, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı görmektedir.

Arapların kardeş bilinmesi bu çevrelerin öfkesine yol açmaktadır. Ancak burada gizlenen bir Arap düşmanlığı da olmalıdır. Çünkü Türkiye, Suriyeli mültecileri kardeş bilerek kapılarını açmamış olsaydı, sığınmış olan 4 milyonluk Arap nüfusun önemli bir bölümünü daha işgalci Baas çetesi katletmiş olacaktı. İşte bu katliamı engellediği için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a düşmanlık etmektedirler. Türkiye’deki Suriyeli mülteciler için çete başı Esad’ı değil de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı suçlamalarının temelinde bu olmalıdır.

“Türkiye 4 milyon Suriyeli mülteci ile dolmuşken ikinci bir 4 milyonluk mülteci ile baş edemez” diyerek, İdlib’den gelmesi muhtemel ikinci 4 milyonluk mültecinin Türkiye’ye gelmesini can pahasına önlemeye çalışan TSK’nın ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanında durması icap eden muhalefet çevreleri, “Bizim Suriye’de ne işimiz var?” pişkinliğini sürdürmektedir.

Türkiye’nin Suriye siyasetini eleştirenler, Suriye olaylarındaki Baas diktatörlüğünün sorumluluğunu görmek istemiyorlar. O diktatörlüğün her türlü barbarlık faaliyetleri için İran ve Rusya’nın seferberlik hâlindeki fiilî yardımlarını yok sayıyorlar. Suriye’de kalıp mücadele edenleri “terörist”, Türkiye’ye gelenleri ise “ülkesini bırakıp kaçanlar” diye aşağılıyorlar.

***

Suriyeliler için kala kala, Esad ve çetesinin kendilerini katletmesini sabırla beklemeleri kalmaktadır.

Oysa Suriye Devrimi Mart 2011’de başladığında, Türkiye ve Suriye Hükûmetlerinin ilişkileri oldukça üst seviyedeydi. Karşılıklı ziyaretler sıkça yapılırdı. Sokak olayları ve katliamlar başladığında, Türk Hükûmeti ısrarla Esad’ın halka karşı silah kullanmamasını, görüşmeler yoluyla sorunu çözmesini telkin ediyordu.

6 Ağustos 2011’de Dışişleri Bakanı sıfatı ile Davutoğlu’nun Şam’a giderek Esad ile görüşmesi, iki ülke arasındaki ilişkileri de bitirmiş oldu. Çünkü Türkiye ısrarla Suriye halkına karşı silah kullanılmamasını isterken, Esad bunun aksini yaparak hemen her şehirde binlerce insanı acımadan katlediyordu.

Günümüzde Türkiye Hükûmeti’nin mezhepçi siyaset yaptığını, Baas/Nusayri azınlığına karşı Sünnî çoğunluğunun yanında yer aldığını iddia edenler hatırlamalıdırlar ki, 2011’e kadar Türkiye ile Suriye arasında önemli bir yakınlık varken, Esad diktatörü yine Suriye’nin başındaydı. Türkiye’yi yönetenler, Esad ve avenesinin Nusayri olduğundan habersiz olamazlardı.

2011’e kadar Esad ile olan ilişkilerde mezhepçilik aramayanların bu tarihten sonra olup bitenlere bakmak yerine olayı sadece mezhepçilikle açıklamaya çalışması, iyi niyetten yoksun bir tutumdan başka bir şey değildir.

Suriye’de halkın ezici çoğunluğunun Sünnî Arap olması, onlar üzerine Nusayri azınlık diktatörlüğünü meşrû eder mi? O azınlık diktatörlüğünün katliamlarına yapılan itirazların ise doğrudan mezhepçilikle eş tutulması, ancak Sünnî Arap çoğunluğa karşı duyulan düşmanlıkla olmalıdır.

***

Dokuz yıllık süre içinde CHP ve SP’den pek çok kimse, gidip Esad’ı ziyaret etti. Türkiye’de basının bir bölümü her zaman Suriye’de kanlı olaylardan Türkiye’yi sorumlu gösteren telkinler yaptı. Acaba benzeri bir durum Suriye tarafında olabilir miydi? Suriye’den birileri gelip Türkiye Cumhurbaşkanı’nı ziyaret ederek Esad’ı suçlayan konuşmalardan sonra Suriye’ye geri dönebilir mi?

Suriye’de yayın yapan basının bir bölümü Türkiye tarafını destekleyen yayınlarla telkinler yapıp Esad’ı suçlayarak varlığını sürdürebilir mi? Maalesef Türkiye’de muhalefetin ve basının bir bölümü, Esad’ın müttefiki olarak davranmaktadır.

Hatırlanmalıdır ki, uzun bir süre Türkiye, ABD’nin hesabına Suriye olaylarında taraf olduğu iddiasıyla suçlanmıştır. Bırakın ABD’yi, yanı başındaki Suriye’yi tanımaktan aciz olanlar bile senelerce bu suçlamayı tekrarlamışlardır. Oysa Suriye halkının özgür iradesiyle oluşacak bir bağımsız Suriye yönetimi, en çok ABD’yi ve İsrail’i kaygılandırırdı. Böyle bir yönetimin oluşmasına ABD/İsrail asla katkı vermezdi. Nitekim vermemiştir.

ABD kendi hesabına göre ucuza kiraladığı PKK’lı teröristlere Suriye’nin bir bölgesini havâle etmiştir. ABD’nin desteğini aldığı söylenen muhaliflere o destek hiçbir zaman ulaşmamıştır. Hatırlanmalıdır ki, ABD Suriye’den çekilirken askerî üslerini bile Türkiye’ye değil, Rusya’ya bırakmıştır. Türkiye’nin PKK’ya karşı Suriye’de askerî harekât yapmaması için her türlü hileye başvurmuştur.

Buna rağmen Türkiye’de bazı çevreler, Türkiye’nin Suriye’de ABD hesabına taraf olduğu suçlamasından hiç vazgeçmemiştir.

Suriye’deki Baas diktasının 1963’ten beri süre gelen zulümlerinin nihâyeti olarak Mart 2011’de başlayan Suriye Devrimi’ni Türkiye’nin ya da ABD’nin bir kurgusu olarak görmek, hem cehaletin, hem de kötü niyetin sonucu olmalıdır. ABD’nin, Rusya’nın, İsrail’in, İran’ın ve PKK’nın Suriye’de alan tutmaya çalıştığı bir dönemde “Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?” sorusunu tekrarlayanlar, daha çok “Esad’ın müttefiki” unvanını hak etmiş olanlardır.

***

Türkiye’nin Suriye’de alan tutması öncelikle kendisini, kendi sınırlarını koruma çabasıdır. Suriye halkının faydasına davranan tek ülke, Türkiye’dir! Türkiye’nin orada kuvvet bulundurması, doğrudan Suriyelilerin de faydasınadır.

Türkiye, 2011’den başlayarak bir çeşit Ensar-Muhacir ilişkisi ile kapılarını Suriyelilere açtı. Bir o kadarına da İdlib, Afrin, Cerablus ve Tel Abyad gibi yerlerde yardım etti. Ancak 27 Şubat 2020’de Türkiye’den gitmek isteyen Suriyelileri serbest bırakması da pek çok açıdan önemli bir olaydır.

Suriyelileri polis zoruyla Türkiye’de tutmaya çalışmak zaten söz konusu olamazdı. Başından beri isteyenin AB ülkelerine gidişine Türkiye izin vermeliydi. Bu izin için dokuz yıl beklenmesi yanlış olmuştur. Şimdi izin verilmesi ne kadar doğrudur?

Belki bu hamle Türkiye’deki mülteci yükünü azaltacaktır. İşin bu tarafının bile Türkiye’nin faydasına olduğu açıktır. Ayrıca AB ülkelerine gitmek isteyen Suriyelilerin engellenmesi yanlışından vazgeçilmesi de iyi bir gelişmedir.

Ancak bir de Suriye’de İran ve Rusya eliyle katliamların yanında yeri zorla değiştirilen Suriye nüfus yapısı vardır. AB ülkelerine dağılacak Suriyelilerin bir daha geri dönmeleri gerçekçi değildir. Çoğu geri dönmeyecektir. Onların geri dönmeyişi de İran ve Rusya’nın nüfus yapısını değiştirme siyasetleri için bir kolaylık oluşturacaktır.

Bütün bunlara rağmen Suriye halkının başarı ihtimâli daha yüksektir. Haklı olan, mağdur ve mazlum Suriye halkıdır. Bir halka karşı dışarıdan gelen işgalcilerin sonsuza kadar başarılı olması mümkün değildir.

Afganistan, bir örnek olarak hatırlanmalıdır. Mart 2001’de başlayan ABD işgali 19 yıl sürdü. Direnen Afganlılar, milyonu aşan kayıplar verdi. Nüfusun belki dörtte biri sakat kaldı. Ama sonunda ABD, Afgan direnişçileriyle Şubat 2020’de anlaşmak zorunda kaldı.

Suriye’de yüzde 10’u aşmayan Nusayri azınlığı, ilânihâye İran ve Rusya’nın işgali için yeterli olmayacaktır. Ayrıca işgalcilerin plânlarının yanında İlâhî bir plânın işlemekte olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

İnşallah o plân, Suriye halkının özgürlüğü ve zaferi ile sonuçlanacaktır.