İdlib penceresinden Fil Sûresi’ni yeniden okumak

Rusya da, İran da kalkıp gidecekler ama gidemiyorlar. Zira mayının üzerinden kalktıkları anda karizmaları paramparça olacak. Esed, kendisi ile beraber İran’ı da Rusya’yı da bitirecek. Kur’ân hükümleri kıyamete kadar bâkidir ve Fil Sûresi’nde olduğu gibi her asırda ortaya çıkan Ebreheler ve filler ile güçlendiklerini sandıkları zulüm orduları, ebabiller tarafından yok olmaya mahkûmdurlar.

“RABBİNİN fil sahiplerine ne ettiğini görmedin mi?” (Fil, 1)

***

Fil Sûresi’ni bilirsiniz; hani halkımız arasında meşhur olan adıyla “Elemtera Sûresi”…

Bu sûrenin esbâb-ı nüzulü olarak Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma girişimi hâdisesi gösterilir. Gerçekten de Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için, içinde fillerin bulunduğu bir ordu ile gelir ve Muğammes vadisine yerleşir.

Bilinen amacı Kâbe’yi yıkmaktır. Saldırır ama belki kendisinin uyarıldığı ama inanmadığı bir akıbetle karşılaşır. Kendisi de, ordusu da neredeyse yok olur.

Şimdi bu olayı başa alalım…

İbn-i Kesir tefsirinde bu olay özetle şöyle anlatılır:

Himyer krallarının sonuncusu olan Zû-Nuvâs müşrik bir kişi idi ve o, Hıristiyan olan Uhdûd ashabını (kazdırdığı hendeklere yaktırdığı ateşlere atmak sûretiyle) öldürmüştü. Bunlar yaklaşık yirmi bin kişi idiler.

Uhdûd ashabından “Zû-Sa’lebân” denilen bir kişiden başka kimse kurtulamadı ve o, gidip Hıristiyan olan Şam Kralı Kayser’den yardım istedi. Kendilerine en yakın olması nedeniyle Şam Kralı, ona bir mektup yazıp Habeş Kralı Necâşî’ye yolladı. Necâşî, Eryât ve Sabbâh oğlu Ebrehe adında iki komutanını büyük bir ordu ile Yemen’e gönderdi. Onlar, önlerine gelen ülkeleri çiğneyip Himyer krallarının iktidarını ellerinden aldılar. Zû-Nuvâs denizde boğularak öldü.

Habeşliler Yemen idaresinde bağımsızlık kazanarak Eryât ve Ebrehe isimli bu iki komutanın emri altına girdiler. Ancak Eryât ve Ebrehe, iktidar konusunda ihtilâfa düştüler, karşılıklı mücadele edip savaştılar. Biri diğerine dedi ki, “İki ordunun kendi arasında savaşmasına gerek yok. Ben ve sen karşı karşıya dövüşelim. Hangimiz diğerini öldürürse, artık krallık onun olsun”.

Bu konu üzerinde ittifak ederek karşılaştılar. Ve ikisinin de sırtında ok vardı.

Eryât, Ebrehe’ye saldırıp ona kılıçla vurdu, burnunu ve ağzını ikiye parçalayıp yüzünü yardı. Ebrehe’nin kölesi Atevde de Eryât’a saldırarak onu öldürdü.

Ebrehe, yaralı olarak geri döndü. Yarasını tedavi ettirdi ve iyileşti. Böylece Yemen’deki Habeş ordusunun yönetiminde bağımsız oldu. (Yani Ebrehe de hileli bir darbe ile yönetime el koydu.)

Necâşî ona mektup yazarak durumunu kınadı ve burnunu yere sürterek ülkesini çiğneyeceğine ant içip tehdit etti. Ebrehe ise ona yumuşak davranıp iyi geçinmek üzere elçi gönderdi ve elçisiyle birlikte hediyeler de yolladı. Bir testinin içine de Yemen toprağını koydu. Alnını sürterek onu da beraber gönderip (birçok kaynakta saçlarını kazıtıp bu toprakla beraber gönderdiği yazılıdır) mektubunda dedi ki, “Kral bu toprağa bassın da yemini yerine gelsin. Ben, alnımı bununla krala gönderiyorum”.

Mektup kralın eline ulaşınca hayret etti ve hoşnut olarak onu işinin başında bıraktı.

Ebrehe, Necâşî’ye gönderdiği mektupta dedi ki, “Ben Yemen toprağında senin adına daha önce benzeri yapılmamış olan bir kilise yapacağım”. San’â’da, çevresi yüksek, binası yüce, etrafı süslü, manzaralı bir kilise yapmak üzere işe başladı. Araplar onun yüksekliğinden dolayı “Kuleyys” adını vermişlerdi. Zira ona bakanın başındaki takkesi -binanın yüceliğinden dolayı- neredeyse düşeyazıyordu.

Dudağı yarık Ebrehe, Arapların Mekke’deki Kâbe’yi haccetmeleri gibi buraya da hac için gelmelerini emretti. Ve bunu ülkesinde ilân etti. Adnan ve Kahtân soyundan olan Araplar buna karşı çıktılar. Kureyşliler de buna son derece kızdılar. Öyle ki, bunlardan bazı kişiler o kiliseye gidip geceleyin içine girdiler ve içine pisleyerek hemen geri döndüler. Kilisenin bakıcıları bu pisliği görünce durumu hükümdarları Ebrehe’ye iletip dediler ki, “Bunu yapan yalnızca bazı Kureyşlilerdir. Çünkü onlar, senin kendi mabetlerine benzer mabet bina etmene kızmaktadırlar”.

Bunun üzerine Ebrehe, Mekke’deki Beytullah’a gidip onu taş taş üstünde bırakmayacak şekilde tahrip edeceğine ant içti. Bunun için ordu hazırladı ve hiç kimsenin engel olamayacağı büyük savaşçılar temin etti. Orduya benzeri görülmemiş büyüklükte filler de iştirak etti. Birine de “Mahmûd” adı veriliyordu. Bu fili Necâşî, bunun için Ebrehe'ye göndermişti.

Denilir ki, Ebrehe’nin yanında ayrıca sekiz fil daha vardı. Ebrehe bu fillerle Kâbe’yi yıkmak istiyordu. Kâbe’nin direklerine zincirler bağlayacak ve bu zincirleri fillerin boynuna geçirecek, sonra da onları sürüp bütünüyle Kâbe’nin duvarlarının yıkılmasını sağlayacaktı.

Allah-u Teâlâ, onların üzerine denizden kırlangıca ve Belesân’a (bir tür kırlangıç) benzer kuşlar (ebabil) gönderdi. Her kuş ile birlikte üç taş vardı. Biri gagasında, ikisi ayaklarındaydı. Leblebi ve mercimek büyüklüğünde idi her biri. Onlardan kime isabet ederse helâk oluyordu.

Ancak bu taşlar hepsine isabet etmiş değildi. Onlar yol arayarak kaçıp gitmeye başladılar.

***

Bu olaya atıfta bulunan Fil Sûresi’nin meali şöyledir:

“(1) Rabbin filin yanındakilere neyi nasıl yaptı, görmedin mi? (2) Onların plânlarını boşa çıkarmadı mı? (3-4) Onların üzerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar yağdıran sürü sürü kuşlar salmadı mı? (5) Sonuçta Allah onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.”

Bu âyetlerden de anlaşılacağı gibi Ebrehe, izhar ettiği Kâbe’yi yıkmak amacıyla, ama içinde daha gizli bir amaç da taşıyarak Kâbe’ye saldırdı.

Kâbe’nin gerçek sahibi olan Allah (CC), onun ordusunun üzerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onların attığı pişmiş taşlar o orduyu helâk etti. İşte âyette geçen ve gizli bir plân olarak adlandırılan “keyd” kelimesi için Râzî, şu açıklamamayı yapmıştı:

“Keyd kelimesinin mânâsı: Bil ki, el-keydu, bir başkasına gizlice zarar vermek istemektir. Buna göre şayet, ‘Peki, bu şey ayan beyan ortada iken Cenâb-ı Hakk bu işi niçin ‘keyd/tuzak’ diye isimlendirmiştir? Zira karşı taraf, Kâbe’yi yıkacağını açıkça söylüyordu’ denilirse, biz deriz ki, ‘Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı’. Zira o, Araplara olan kıskançlığını içinde saklıyor, Kâbe sebebiyle Araplar için hâsıl olan o şerefi Araplardan ve onların beldesinden alıp kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu.”

Vehbe Zuhayli de bu konuda şunları kaydetmiştir tefsirinde: “Kâbe’nin tahribi ve Mekkelilerin katli ile ilgili tuzak, tedbir ve çalışmalarında, onları başarısızlığa uğratmıştır. Ne Kâbe’ye ulaşabildiler, ne de tuzak kurdukları şeye. Aksine, Allah onları helâk etti.”

Celal Yıldırım da tefsirinde bu plânları şöyle izah eder:

“Tarihçilerin ve daha çok siyercilerin naklettikleri az farklı rivâyetlerden, olayın biri siyâsî ve ekonomik, diğeri dinî olmak üzere iki ana sebebe dayandığını anlıyoruz.

Siyasî ve ekonomik sebebi: O çağda yani Milât’tan sonra beşinci altıncı asırda Bizans’ın Habeşistan ile işbirliği yaparak Arapların deniz ve karayolu ticaretini ele geçirmek ve böylece Afrika, Hindistan ve benzeri uzak ülkelerle doğrudan ticârî münasebete geçip Arapları devre dışı bırakmak; aynı zamanda Arap yarımadası üzerinde sömürücü bir ortam vücûda getirmekti.

Dinî sebebi ise, âyette ifadesini bulduğu gibi, Arap yarımadasında yaşamakta olan Arapları Kutsal Kâbe’den koparıp, San’â’da yaptırılan büyük kilisenin havasına sokup Arap hacılarını bu yeni mabede alıştırıp ısındırmaktı.”

Ali Küçük de tefsirinde, “Ebrehe’nin temel hedefi, kıbleyi değiştirmekti” demektedir.

Mevdudi de bu konuda şunları söyler:

“Burada bu gizli şeyin ne olduğu sorulabilir. 60 bin asker ve filler ile Yemen’den Mekke’ye hareket eden Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için geldiği gizli değildi. Onun için buna ‘gizli tedbir’ diyemeyiz. Fakat Habeşistanlıların gizli amacı, Kâbe’yi yıkarak Kureyş’i ezmek idi. Bütün Arapları korkutarak Güney Arabistan’dan Şam ve Mısır’a uzanan ticaret yolunu ele geçirmek istiyorlardı. Onlar bu maksatlarını gizli tutmaktaydılar. Kâbe’ye saldırmaları zâhiren, Arapların kiliseye saygısızlık yapmalarının intikamı olarak gözüküyordu.”

***

Ebrehe’nin gizli amacı müfessirlerin çoğuna göre Kâbe’yi yıktıktan sonra Arapları katletmekti. Hattâ kimisi de Hazreti Peygamber’in gelmesi ile ilgili birçok alâmet ortaya çıktığından, onun gelmesini engellemek amacıyla gizli emeller güdenlerin Ebrehe’yi ticârî ve dinî hedeflerle yanıltıp kendi asıl hedefleri için kullanmaya kalkıştığını ifade eder. Elbette Cenâb-ı Hakk buna müsaade etmedi ve tüm plânlarını başlarına geçirdi.

İdlib’de ne plânlandı?

Ziya Avşar Hocamızın geçen günkü yazısında belirttiği hususları hatırlayalım:

“İdlib’de 27 Şubat gecesi, görünüşte Suriye Rejimi, İran ve Rusya iş birliğiyle askerlerimize düzenlenen menfur saldırıda 36 vatan evlâdını şehit verdik.

O uzun gecede, bu menfur saldırıyla eş zamanlı olarak sosyal medya üzerinden de şedit bir kara propoganda saldırısı gerçekleşti. Felâketimizi isteyen malûm ve mahut devletlerin (ABD, AB, İsrail…) istihbarat unsurlarının marifetiyle Twitter, Facebook ve WhatsApp gibi güdümlü sosyal medya unsurlarından Türk kullanıcılara sayısı yüzleri, binleri bulan asker kayıpları olduğu yalanı hızla yayılmaya başladı.

Rusların eski KGB döneminden kalma en âdî ve ahlâksız yöntemlerle sosyal medyaya servis ettikleri sahte ses kayıtları, o gece iblisin iş başında olduğunu gösteriyordu.

Bu hâricî verilere, içte yalancılığıyla meşhur CHP Genel Başkanı’nın, daha ortada fol yok yumurta yokken avenesine, ‘Hazır olun, yakında iktidara geliyoruz!’ müjdesini (!) de ekleyince, bu flû tabloda bazı şekiller belirmeye başlıyor.

Demek ki o uzun gecede karşımızda iki hâricî ve bir dâhilî unsur ittifak etmişti. Dış unsurlardan biri, Suriye sahasında karşımızda fırıldak çeviren Astana sahtekârları, diğeri de “Şehitlerimiz var” maskesi takarak bizi desteklediğini söyleyen ve nabzımıza göre şerbet veren Batılı dost (!) unsurlardı. Bunlar ne hikmetse birbirlerine rakipmiş gibi görünürken, medyaları aynı cephede bize karşı ölümüne savaşıyordu.”

Ne kadar vahim, değil mi? Maalesef o gece, en uzun gecelerden birisiydi. Bir yandan düşman hedeflerle mücadele verilirken, bir yandan da içeride sosyal medya savaşları veriliyordu. Düşman, çoklu bir bloktu. Yusuf Kaplan’ın da bir yazısında tek tek saydığı gibi…

Kaplan şu notlara yer vermişti:

“Haysiyetimizle, onurumuzla oynuyorlar... Sabrımızı sınıyorlar... Sadece katil Suriye rejiminden söz etmiyorum. Suriye rejiminin arkasındaki Ruslardan da, İranlılardan da, Amerikalılardan da, İsraillilerden de, hattâ Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudlardan da söz ediyorum. Bir araya gelmesi mümkün olmayan ülkeler, söz konusu Türkiye olunca bir araya geldiler ve Türkiye’yi kuşatmaya, vurmaya, ülkemize diz çöktürmeye çalışıyorlar.”

Bu konuda aynı fikirleri paylaşan Akşam gazetesi yazarı Markar Esayan, “27 Şubat bir darbe girişimi miydi?” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Öncelikle bu açık provokasyon ile Türkiye’nin test edildiği ortadaydı. Hem askerî kararlılığı, hem siyâsî iradenin yönetim kapasitesi, hem de CHP ve şürekasının kaos yaratma, Ankara’nın kısa kalma ihtimâli denendi. Tabiî bu arada 3 buçuk milyon göçmenin sınırlara dayanmasının yaratacağı kaos bu krize eklenecekti. Terör örgütlerinin hareketleneceğinden de emin olunuz.”

Doğu Perinçek de benzer ifadeler kullanıyordu konu ile ilgili açıklamasında:

“Nasıl bir tuzak kurdular?! Türkiye’yi hem içte, hem de dışta yalnızlaştırarak, dostlarıyla karşı karşıya getirme, Türkiye’yi uluslararası müttefiklerinden koparma operasyonuydu… Aynı zamanda iç cephede Türkiye’yi bölme operasyonuydu! Türkiye bu tuzağa düşmedi. Devletimizin, Sayın Cumhurbaşkanımızın dirayetli tutumuyla Türkiye bu tuzağa düşmedi. Çünkü pusuda bekleyenler var. Türkiye kalesi düşmez. Bu bir kez daha ispatlandı ama kurulan tuzak bunun üzerineydi.”

Milletimiz ile gönül telleri akort olamayan içerideki kimi çevreler, böyle bir kenetlenmeyi elbette beklemiyorlardı. Onlar halkın sokaklara dökülüp, “Ne işimiz var Suriye’de?” diye bağıracağını ve Hükûmet’i düşüreceklerini zannederken, sokaklara gerçekten de dökülen gençler, askerlik şubelerinin ve askerî birliklerin kapılarına dayanıp “Bizi de askere alın!” diye bağırıyorlardı.

İdlib ve Fil Sûresi

En başta kendi sınır güvenliğini korumak, Suriye’deki sivil halka karşı girişilen soykırıma karşı mazlum insanları korumak, Suriye’nin bölünerek sınırda suni ve uydu bir devlet kurulmasına karşı çıkmak gibi birçok haklı gerekçe ile orada bulunan Türkiye’ye karşı asrın Ebreheleri en güçlü silahları ile alçakça saldırdılar.

Görünen hedefleri, İdlib’de Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaktı. Gizli plânları yani “keyd”leri; ülke sathında provokatif haberlerle insanları galeyana getirip sokaklara çıkararak “Suriye’de, İdlib’de ne işimiz var?” diye isyan harekâtı başlatmak ve aylardır ağızlarında çiğnedikleri darbeyi gerçekleştirmekti.

Ziya Avşar’ın da yazdığı gibi, Cenâb-ı Hakk, onların oyunlarını bozdu! Zira O, Hayru’l-Mâkirîn idi. İşte göklerden süzülen asrın ebabilleri, iki gün içinde Rus yapımı Suriye savunma sistemlerini paçavraya çevirdi, Ebrehe’nin askerleri gibi 4 bin civarında çapulcu da yenilmiş ekin sapları gibi helâk olup gitti. Filleri yani tankları, topları ve uçakları da helâk olanlar arasındaydı.

Sonuç

Suriye mayınının üzerine oturan Esed, kucağına oturttuğu Rusya ve İran ile nefes aldığı gün sayısını uzatmış olsa da bu son harekât ile çok büyük darbe aldı. Hattâ üçü de… Evet, aslında Rusya da, İran da kalkıp gidecekler ama gidemiyorlar. Zira mayının üzerinden kalktıkları anda karizmaları paramparça olacak. Esed, kendisi ile beraber İran’ı da Rusya’yı da bitirecek.

Kur’ân hükümleri kıyamete kadar bâkidir ve Fil Sûresi’nde olduğu gibi her asırda ortaya çıkan Ebreheler ve filler ile güçlendiklerini sandıkları zulüm orduları, ebabiller tarafından yok olmaya mahkûmdurlar.