İdlib fragmanı

Kimileri ısrarla ve inatla kulağını kapatmış olsa da tarih, coğrafya ve medeniyet bizi çağırıyor. İnsanların olduğu gibi milletlerin ve coğrafyanın da bir kaderi vardır. Elbette geleceği gördüğüm iddiasında değilim -geçmişi görsem de-, benimkisi sadece dünden bugüne tarih okumasından ibaret. Yakın tarihten okuyabildiğim odur ki, bölgemizde ve yakın coğrafyamızda bizim “Tamam” demediğimiz bir plânın uygulanması, uygulansa bile kalıcı olması mümkün değildir, olmayacaktır da inşallah!

“Minareler nakış nakış arşa uzanan el,

Aşka ermek istersen illâ Istanbul’a gel…”

(K.G.)

***

PEK muhterem Kari,

Kim bilir, belki de bir önceki yazımı okumuş, başıma bu hercümerç işleri açan Efrasiyab’ı Yahya Efendi Dergâhı’nda yakaladığımı -belki de o beni yakalamıştır- ve belki mübareğin sandukası önünde birlikte diz kırdığımızı ve hattâ duâ faslını müteakiben kendisine suâl etmeye başladığımı hatırlamışsınızdır.

Üzerinize afiyet, son zamanlarda asırlık bir saatin mütemadiyen salınıp duran sarkacına baş aşağı bağlanmışçasına, kafam bir hayli karışık… İstanbul’un ağaçları birbirleri ile haberleşiyorlarsa -ki bence öyle-, bunu her hazan kuruyup dökülen dalları ve yaprakları ile değil, her daim canlı kalan kökleriyle yer altından yapmaktalar. İşte kafam, köklerle -ve dahi dehlizlerle- dolu ve İstanbul’un yeraltı kadar karışık!

Dergâhtaki o gün, Efrasiyab’dan sorularıma cevap istemiştim ama artık beynimde sorduğum soru adedince yeni soruların ağırlığı vardı. “Sor evlât!” demişti dudağını bile kımıldatmadan ve devam etmişti: “Lâkin sorularını sadece ben duyayım!

Kulağına eğilip, kimsenin duyamayacağı kadar kısık bir sesle, “Neden ben?” diye fısıldadım. “Mezardaki meyyidler bile seni işitti evlât, sadece ben duyayım!” dedi yine dudağı kımıldamadan. Titredim!

Bu kez tamamen içimden sorumu yineledim. İhtiyar güldü ve aynı şekilde cevapladı: “Neden sen olmayasın?

İstanbul’un ağaçları gibi sessiz ve derinden konuşuyorduk, lâkin anlaşabileceğimizden emin değildim.

-Beni özellikle mi seçtin, yoksa yanlış zamanda yanlış yerde miydim?

-Zaman ve mekâna haksızlık etmiyor musun evlât?

-Sefineyi imâl edeceğimi biliyor muydun?

-Burada beni bulacağını biliyor muydun?

-Peki, sefineyi imâl etmemi istemiş miydin? Plân bu muydu?

-Plânı bizlerin yaptığını mı sanırsın evlât?

-Peşindekiler kimlerdi? Şimdi benim mi peşimdeler?

-Aynı dairenin çevresinde koşuyorsak, kim kimin peşindedir sence?

-Bu sergüzeştten ne zaman kurtulacağım?

-Kurtulmak istediğinden emin misin?

-Tamam da…

-Görüyorsun ya evlât, sorularının cevapları sende. Önce kendini bulmalısın!

Âniden kalktı, ben de peşinden. Belli etmemeye çalışsa da tedirgin olduğunu hissediyordum, sanki bir şeyler duyuyor gibiydi. İki avucuyla yanaklarımı kavradı, göz göze geldik. O kadar derin bakıyordu ki, gözleri ne renkti, anlayamamıştım. “Gitmem gerektir” dedi, seri adımlarla türbenin kapısına yöneldi. Bu yürüyüşü Süleymaniye Camii’nin avlusundan hatırlıyordum.

Ardından ben de yürüdüm, ayakkabılarımı giyip türbeden çıktığımda gri cübbenin tepeyi aşıp mezar taşları ve servilerin arasından kaybolduğunu görebildim sadece. Hava âniden bozmuştu, kabristandaki serviler zikir halkasındaki dervişler gibi ahenkle sallanıyorlardı. Anlayamıyordum ama kökleri ile konuştuklarını işitebiliyordum. İrkildim, titremekte olduğumu hissettim. Zihnimdeki sorularla birlikte “kendimi bulmak” üzere en yakın çayhaneye doğru yola revân oldum.

***

Bu ayki seyahatimizde sizleri 3 Nisan 1869 Almanya’sına götüreceğim dostlar, hazır mısınız?

Almanya (aslında Prusya) Kralı Birinci Wilhelm, Schwetzingen Kalesi’nin Arion Brunnen Bahçesi’ne bakan salonunun camından dışarıyı seyrediyor. Wilhelm’in gerginliği, salonda bulunan hazirûna, hattâ duvarlardaki rengârenk resimlere kadar sinmiş durumda.

Wilhelm, boş ve kayıtsız gözlerle dairevî olarak inşâ edilmiş ve ortasında geniş bir havuz bulunan yemyeşil bahçeyi, havuzdaki fıskiyelerin oluşturduğu ebemkuşaklarını, telâşla sağa sola uçuşan kuşları izlerken, kulağı kirişte, birazdan salona girecek haberci için çift kanatlı kapının açılmasını bekliyor aslında.

Yaklaşık on gün önce Sultan Abdülaziz’e göndermiş olduğu ulak kaleye giriş yapmıştı ve “kahrolası” sanki bir yıldır üst kata çıkan merdivenleri tırmanmakla meşguldü. Bir kral olmasaydı, haberciyi merdivenlerin başında, hattâ kapıda karşılamayı tercih ederdi. Her geçen saniye Wilhelm’in gerginliği artmaktaydı, salondan çıt çıkmıyordu.

Wilhelm’in başı epeydir Ren nehrinin diğer kıyısındaki Fransızlar ile dertte idi. Tüm yıl boyunca ekip biçtikleri tarlaların hasadı Fransızlar tarafından yapılıyor ve Almanlar, bu “hasat şenliğini” izlemekle yetiniyorlardı. Ve hasat vakti yaklaşmaktaydı yine…

Ulak, Sultan Abdülaziz’e Wilhelm’in yardım talebini götürmüştü. “Siz ki, dünyaya adâlet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslâmiyet’in de Halîfesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın!” yazıyordu Sultan Abdülaziz’e giden mektupta.

Oysa Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin 1699 Karlofça Antlaşması’ndan bugüne keyfi pek yerinde değildi. Osmanlı Devleti, tarih kitaplarının “Gerileme Devri” olarak adlandırdığı dönemi yaşamaktaydı. Şartlar ne kadar namüsait olsa da birisi İslâm Halîfesinden yardım dilemişse geri çevirmek olmazdı!

Nihâyet yüz altmış yıllık ceviz kapılar gıcırtıyla açılıyor ve ulak içeri giriyor. Wilhelm, merakla ve heyecanla yüzünü salona dönüyor. Ulak, altı kişinin zorlukla taşıdığı üç çuvalla birlikte getirdiği mühürlü zarfı kralın naibine takdim ediyor. Mektubun derhâl okunmasını istiyor Wilhelm, naip -Almancaya tercüme ederek- okumaya başlıyor:

 Prusya Kralı Wilhelm’e

Biz ki üç kıt’ada at koşturan Rumeli’nin ve Balkanların ve Kafkasya’nın ve Hicaz’ın ve İran’ın ve Mısır’ın ve Şimal-i Afrika’nın hâkimi ve hâmisi ve dahi İslâm’ın hem sancaktarı, hem dahi Merkez-i Hilâfet-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yiz!

Fatih oğlu fatih dedelerimizden ve dahi gazi oğlu gazi atalarımızdan tevarüs iden hasletimiz odur ki, yardım isteyene yardım edüle. Sen dahi müşkülünü arz idüb, bizden yardım dilemişsin.

Fransızlar korkak âdemlerdir. Mahsulünüzü muhafaza eylemek içün Prusya’ya kadar yeniçeri isal itmek lâzım değildür. Size göndermiş olduğumuz yeniçeri libaslarını askerleriniz giyeler ve dahi nehrin kenarında gezeler. Yeniçeri libaslarını gören Fransızlar için işbu tedbir kâfidir.

Wilhelm, eliyle işaret ediyor ve sırayla açılan çuvallardan yeniçeri kıyafetleri çıkarılıyor. Önce Wilhelm, ardından salondaki herkes keyifle gülmeye başlıyor, salondaki mukassi hava birden dağılıyor. Wilhelm’in emri ile hemen birkaç kıyafet askerlere dağıtılıyor ve giymeleri isteniyor.

On, on beş dakika sonra salona “yeniçeriler” giriyor ve ikinci bir kahkaha tufanı daha kopuyor. Muhtemelen o an Wilhelm, nehrin karşı tarafında yeniçerileri görmüş olsa ne düşüneceğini tahayyül ediyor.

Gerçekten de karşı kıyının Fransızları mahsule tasallut etmek şöyle dursun, nehir kıyısından olabildiğince uzakta kalmayı yeğleyeceklerdir. Almanlar bu yöntemle Prusya-Fransa Savaşı’na kadar iki sene hasatlarını huzur içerisinde toplayacaklardır.

Bir Alman kalesinde yeniçerileri de gördüm ya, dönsem de gam yemem artık. Dönelim o vakit!

***

O günden bugüne hudutlar, şartlar, dengeler, güçler, idareler tamamen değişmiş olsa da, değişmeyen bir şey var aslında: Osmanlı (ya da Türk) askeri, gittiği her yere huzur ve düzen götürmeye devam ediyor.

Ne işimiz var?” denilen yerlerdeki masum halk, Türk askerini yollarda Türk bayraklarıyla ve sevinç gösterileriyle karşılıyor. Dün El-Bab’da, Azez’de, Afrin’de, Tel-Abyad’da, Resulayn’da… Bugün İdlib’de… Yarın Ayn-el Arab’da, Menbiç’te, Halep’te… Bu tablo değişmedi, değişmeyecek!

Kimileri ısrarla ve inatla kulağını kapatmış olsa da tarih, coğrafya ve medeniyet bizi çağırıyor.

İnsanların olduğu gibi milletlerin ve coğrafyanın da bir kaderi vardır. Elbette geleceği gördüğüm iddiasında değilim -geçmişi görsem de-, benimkisi sadece dünden bugüne tarih okumasından ibaret. Yakın tarihten okuyabildiğim odur ki, bölgemizde ve yakın coğrafyamızda bizim “Tamam” demediğimiz bir plânın uygulanması, uygulansa bile kalıcı olması mümkün değildir, olmayacaktır da inşallah!

Bir zamanlar yeniçeri kıyafeti göndererek dengeleri değiştirebilen ordumuzun, topunu tüfeğini geçtim, -maatteessüf- askerinin kıyafetini bile Amerika’dan aldığı günleri gördük. Lâkin feleğin zembereğinin tersine döndüğü döneme şâhitlik ediyoruz.

İdlib’de 36 şehit verdiğimiz menfur saldırı sonrası bir iki günde yaşananlar, bağımsız Türk Ordusunun neler yapabileceğinin fragmanından ibarettir. Bu fragman bile bölgede dengelerin değişmesine, plânların yenilenmesine ve medenî (!) dünyanın konforunun bozulmasına kâfi gelmiştir.

Filmin geri kalanını izlemek, müttefiklerimizin (!) en azından şimdilik cüret edecekleri bir durum olmayacaktır. Yine de bu tercihi onlara bırakalım biz.

Kalınız sağlıcakla efendim…