TÜRKİYE’nin siyâsî partiler tarihi incelendiğinde, ülkemizde varlık bulmuş yahut mevcut tüm siyâsî partilerin merkez yönetimlerinde, milletvekili listelerinde ve taşradaki üst yönetimlerde hukuk tandanslı meslek sahiplerinin yoğunluğuna şahit olunur.
“Hukuk tandanslı meslek sahibi” tanımından maksat, öncelikle avukatlıktır. Zira hâkim yahut savcı biri, muvazzaf hâldeyken herhangi bir siyâsî partinin üyesi olamaz. Ancak sahibi olduğu fikriyat ve ideoloji ekseninde yaşayan herhangi bir hâkim, savcı yahut yargı üyesi bir hukuk insanı, emekliliği yahut bulunduğu işten istifası sonrasında ya avukat ya da “eski hâkim”, “eski savcı” titriyle bir siyâsî partide fiilî görev alabilir.
Türkiye’de siyâsî anlamda en çok fikri olan meslek grubu hukukçulardır. Bu imaj bakımından da böyledir, bu gruba dâhil olan kimselerin sahibi oldukları hissiyat bakımından da böyledir. Onlar bu plânda “Bu işi ben biliyorum” deme lüksüne de sahiptirler. Zira siyaset, hukuka tâbidir.
Türkiye’de İslâm merkezli helâl-haram ekseninde işleyen bir hukuk sistemi işlemiyor. İşleseydi de karşımıza çıkan şey, örneğin kadıların, fakihlerin, mollaların ve hukuk müderrislerinin “İdareyi ancak bizim fetvamızla gerçekleştirebilirsiniz” tabiatında olurdu. Kaldı ki, bugün karşılaştığımız her paralel din gayretlisi, “Kur’ân’ı ve Peygamber’i okuduğunda anlamazsın, benden öğren, rahat et! Bana tâbi ol!” heveslisi.
Türkiye’nin paralel devlet yollarının her birinin bu yüzden hukuk üzerine kurulmuş kapılardan geçmekte olduğunu da görmemiz şart. Bugün AK Parti’den MHP’ye, CHP’den DEM Parti’ye, hatta Meclis’teki küçük grupların yanı sıra Meclis dışında kalan diğer siyâsî partilerin de yönetimlerine, milletvekili listelerine ve il/ilçe başkanlarına baktığımızda göreceğimiz, “Siyasette icraat için evvelâ hukuku ve dolayısıyla kanunları, yönetmelikleri bilmek, uygulama diline hâkim olmak lâzım” anlayışıyla yerleştirilmiş yüzlerce hukukçunun olduğudur.
Özellikle muhalefet ederken başvuracağınız en mühim kaynak Anayasa, kanunlar, kanun maddeleri, yönetmelikler ve tüzüklerdir. Bu yol hükümete karşı da, TBMM idaresine karşı da, belediye yönetimine karşı da değişmez. Muhalefet ettiğiniz şeyde haklı bile olsanız, vicdanî plânda göstereceğiniz şey kanunî plânda meşru ise yapacağınız bir şey yoktur. Çünkü yönetimde bulunan, meşru yolu gözeterek icrada bulunmuştur. Aksi bir durum varsa yargıdan zaten döner. Bu da hukukun üstünlüğünün maddî ve somut plândaki başka bir kanıtıdır.
Türkiye’nin son yirmi iki yılında iktidar olan AK Parti, sadece ülkenin alt ve üst yapısına yaptığı yatırımlar ve gerçekleştirdiği icraat yoğunluğuyla değil, bünyesindeki hukukçularla da Türkiye’nin bu son yirmi iki yılına damgasını vurmuştur. Bunun en özel örnekleri, Anayasa’da değişiklik içeren pek çok paketi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirmenin yanında halka da taşıyarak üç özel referandumla (2007, 2010, 2017) ülkenin en ciddî anayasal meselesini çözmesiyle görünecektir.
AK Partililer ve AK Parti iktidarının üst düzey yöneticileri, iktidarları boyunca yaptıkları yollardan, köprülerden, sağlık yatırımlarından, darbe ve kalkışmalara karşı gösterilen mücadeleden bahsederken, hukukî plânda gerçekleştirdiği reformlardan neredeyse hiç bahsetmemekte. Örneğin son yani 2017 yılında gerçekleşen referandumla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli’ne geçen Türkiye’yi bu seviyeye kimin taşıdığını neredeyse AK Parti bile bilmiyor. Bununla övünmüyor. Modelin eksiklik ve aksaklıklarını görüp tamir etmek yerine, parlamenter sistem tutkunlarına adeta ipuçları veriyor.
Hukukî plânda AK Parti’nin ortaya koyduğu hamlelerden en önemlisi 2010 Referandumu ile gerçekleştirdiği Anayasa’daki değişiklik paketini geçirmektir. Bu paketle yargıda çok ileri bir değişim yaşanmış olmasına rağmen AK Parti bundan da konu açmamaktadır. Bu paketle birlikte Türkiye’de askerî vesayet düzenine net şekilde son verilmiştir aslında fakat AK Parti’nin hukukçularının adeta bundan da haberi yoktur. Veya öyle davranmaktadırlar. Zira bu paketle 2017’deki Anayasa’da değişiklik paketinin de önü açılmış ve Türk Ceza Kanunu’ndaki değişikliğin yanı sıra Askerî Yargıtay ve Askerî Mahkemelerin tümü kapatılarak “Askeri sadece asker yargılayabilir” ilkesi dama atılmıştır.
Şimdi bu girizgâhtan hareketle üç vakadan bahsederek AK Parti iktidarının ve AK Parti hukukçularının AK Parti döneminde gerçekleştirilen yargı ve hukuk minvâlindeki değişikliklere ne kadar uyumsuz bir siyaset tarzı izlediğine dair birkaç soru soracağım…
2017 Referandumu ile Türk Ceza Kanunu’na “nefret” de bir suç olarak eklendi ve yaptırım olarak müebbede varan oranlarda bir karşılık belirlendi. Ancak nefret kanunda net biçimde tarif edilmesine rağmen, nefret söylemi nedeniyle yargılanan herhangi vaka görülmedi. Bunun yerine “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” şeklinde tanımlanan suç kullanıldı, kullanılıyor.
Bir kadın, verdiği bir sokak röportajında “nefret” suçunu doğrudan kullanmasına rağmen “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu” kapsamında gözaltına alınarak tutuklu şekilde yargılanıyor. “Doğal olarak” suçlu olmadığı için söz konusu kadın tahliye oluyor. Tahliye doğal olduğu için, CHP Genel Başkanı tarafından açılışı yapılan İzmir Fuarı’na söz konusu kadın onur konuğu olarak davet ediliyor. Konuya hâkim olanlar CHP’ye yükleniyorlar tabiî. Ama bundan sonuç alınabilir mi? Hayır!
Söz konusu kadın “nefret” suçuyla yargılansa suçlu kabul edilecek, ancak yargılamayı yanlış yaptığınızda, söyleminde ne kadar haksız olursa olsun, suçlayamazsınız. Bu, şuna benzer: Ortada bir tecavüzcü var ama onu hırsızlıkla suçluyor, tecavüzünden bahsetmiyorsunuz. Hırsız mı? Değil. Bundan sonuç almak da mümkün değil.
Söz konusu kadın nedeniyle Adalet Bakanlığı’ndan bir açıklama yükseliyor ve deniliyor ki, “Sokak röportajlarına kısıtlama getirilmesi konusunda çalışma yapacağız”.
Çözüm bu mu olmalı? Sokak röportajı yapan kişiler ve bu kişileri çalıştıran şirketler basın elemanı ve basın kuruluşu olarak kayıtlı değiller mi? Bir basın elemanının Basın Kanunu’nda yer alan ilkelere ve maddelere bağlı şekilde davranması yönünde belirlenmiş bir çerçeve yok mu? Eline mikrofon alan röportaj yapıyorsa, evvelâ o mikrofonlu kişiyi kolaylıkla tespit edersiniz ve Basın Kanunu’na bağlı olarak istihdam edilip edilmediğini öğrenirsiniz. Kanuna uygun değilse çekersiniz fişini. Kanuna uygunsa, Basın Kanunu’na uygunsuz eylemden yargı yolunu açarsınız. Sonra ne mi olur? Röportaj yaptığı kişinin fikirlerine muhalefet eden, röportaj yaptığı kişiyi tahrik eden ya da röportajını maksatlı şekilde yönlendiren sözde muhabirlerden bütün sokaklar arınmış olur. AK Parti, Dezenformasyonla Mücadele Kanunu’nu bu hususta açık şekilde işleten bir yargılama için hiçbir hukukçusunu devreye sokmuş mudur?
Ve üçüncü vaka, kılıçlarını çekmiş hâlde kendi kendilerine yemin üreten teğmenler meselesi… Bu organizasyonu kimin yaptığını, kimin kayda aldığını, tekrarlanan sözleri kimin hazırladığını ve görüntüleri kimin servis ettiğini ve bütün bunların maksadının ne olduğunu sivil yargı ile oldukça şeffaf biçimde takip etmek imkânı da doğrudan AK Parti’nin bir icraatı. Ama millette “Yeni bir darbe girişimi olabilir mi?” sorusu üzerine çapsız ve hatta acayip çapsız tartışmalar…
Bu ülkede CHP’nin ve DEM Parti’nin hukukçularının hukuk boşluklarını nasıl ezbere bildiklerini cümle âlem görüp anladı da bu hukuk zeminini oluşturup uygulayan bizim taraf bu işe bir uyanamadı gitti. Yazık oluyor. Hatta ayıp oluyor.