İçtimaî huzurun sağlanmasında örtünme ve mahremiyetin etkisi

İslâm düşüncesine göre mahremiyet, toplumsal düzenin ahenk ve huzur içinde devam etmesi için (bazı şeylerin saklanması, muhafaza edilmesi) önemli bir fonksiyon icra eder. Onun sayesinde insanlar, bazı şeyleri korumayı, karşısındakinin sırlarına riayeti, hâddi aşmamayı, sınırlara riayet etmeyi, karşısındakine saygılı davranmayı, birbirlerini korumayı, kollamayı ve sevmeyi öğrenirler.

KUR’ÂN-ı Kerîm’de, insanın yaratılış kıssası anlatılırken, Cennet’e yerleştirilen Âdem ve Havvâ huzur içinde yaşadığı sırada, onları kıskanan Şeytan’ın, onlara, bulundukları yerden çıkarılmaları için çeşitli hileler yaptığı aktarılır.

Burada anlatılanlara göre, Şeytan’ın ilk hedefi, Âdem ve Havvâ’nın görünmemesi gereken yerlerini birbirine göstermektir (Araf, 20). Yine aynı sûrenin 26’ncı âyet-i kerîmesinde “Görünmemesi gereken yerlerinizi örtmeniz ve süslenmeniz için elbiseler indirdik”, 27’ncisinde de “Şeytan, ebeveyninizi giysilerinden soyarak Cennet’ten çıkarılmasını sağladığı gibi sizi de bir fitneye düşürmesin” denilmektedir.

Bugün de kadın cinayetlerinde görmekteyiz ki, kadın-erkek münasebetlerinin sulandırılması, insanın kan dökücülüğünü tetiklemekte ve herkesi üzen sonuçların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. İçtimaî hayatın huzur içinde sürdürülebilmesi, insanın fıtrî özelliklerini göz önünde bulunduran bir hayat tarzının kurulması ile doğru orantılıdır.

İslâm’ın sadece adı bile “uyum ve ahenk” içinde bir hayatın kurulması gerektiğini anlatmaktadır. Bu yüzden onun bütün nazariyesi “dünyanın tabiatı”nı ve “insanın fıtratı”nı göz önünde bulundurarak Vahiy tarafından inşâ edilmiştir. Biz bu yazımızda, Medîne’de inşâ edilmeye başlanan Müslüman içtimaî hayatını örtünme, mahremiyet ve Ehl-i Beyt (hane halkı-aile) zâviyesinden ele alacağız…

Medîne’de inşâ edilen

Hicret’ten sonra Medîne’de inşâ edilmeye çalışılan İslâm toplumunda bu hususun Vahiy tarafından yeniden düzenlendiğini görmekteyiz. Çünkü İslâm, toplumsal yapısını aileye dayandırmak istiyordu. Böylece İslâm toplumda kendiliğinden kurulacak bir kontrol mekanizması oluşturacak ve ferdî yozlaşmalar daha başında kontrol altına alacaktı. Bu yüzden ailenin bir birim olarak çözülmesini önlemek ve onu kendi içinde güçlü bir mekanizmaya sahip kılmak için aile dışındaki fertler ile ilişkilerde mahremiyet sınırlarına riayet etmek zorunluluğunu ihdas etti. İslâm, bu sayede toplumun çözülmesinde ve kötülüklerin yayılmasında önemli bir fonksiyon icra eden cinsler arası ilişkileri kontrol altına almayı başardı.

Kur’ân-ı Kerîm’de anlatıldığına göre, Şeytan insanları Allah’ın yolundan alıkoymak istediğinde, ilk olarak onlara birbirlerine göstermemeleri gereken yerlerini göstermek için vesvese vermeye başlar (Araf, 20). Bu da toplumsal çözülmede tesettür ve mahremiyetin ne kadar önemli bir işlev gördüğünün göstergesidir. Tabiî olarak Şeytan’ın vesvesesinin hem kadın, hem de erkek için olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü bazıları zannediyorlar ki, tesettür sadece kadın içindir. Hâlbuki erkeğin de örtmesi gereken mahrem yerleri vardır. “İffet koruma” işi sadece kadınlara has değildir. Tıpkı Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan Yûsuf (aleyhisselâm) gibi, erkeklerin de yapması gereken bir iştir iffeti korumak.

Bu girişten sonra, konuya Kur’ân âyetlerinin nüzul yıllarını göz önünde bulundurarak baktığımızda, ilk olarak, Hicret’in birinci yılı evlere arkalarından girilmesinin yasaklandığını görmekteyiz: “Sana doğan aylardan soruyorlar, de ki, ‘Onlar insanlar ve hac için vakit ölçüleridir. Evlere arkalarından girmek iyilik değildir. Evlere kapılarından girin ve Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz, umduğunuzu bulasınız’.” (Bakara, 189)

Cahiliyenin bir âdeti olarak müşrikler, hac mevsiminde evlere kapılarından girmez, pencerelerinden veya arka duvarlarından atlayarak girerlerdi. Bu durum, ev içindeki mahremiyeti olumsuz yönde etkiliyor ve insanlar görmemeleri gereken manzaralarla karşılaşabiliyorlardı. İşte İslâm, ilk olarak bu abes durumu ortadan kaldırmak için evlere arkalarından girmeyi yasaklıyor ve tabiî yol olan kapıdan girip çıkmayı emrediyordu.

Hicret’in beşinci yılında ise kapılardan yapılmaya alışılan giriş çıkışlar için yeni düzenlemeler yapılıyor ve bu da izne bağlanıyordu: “Ey inananlar, kendi evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin. Herhâlde bunun sizin için daha iyi olduğunu düşünüp anladınız. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size ‘Dönün’ denilirse, dönün. Bu sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bilendir. Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere girmenizden dolayı size bir günah yoktur. Allah açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.” (Nur, 27-29)


Cahiliye Arapları, birinin evine girmek istediklerinde, Anadolu’da hâlâ geçerli olan “çat kapı” usûlüyle girer çıkarlardı. İslâm, evdeki mahremiyeti korumak amacıyla bunu da yasaklıyor, evlere ancak izin alınarak girilebileceğini, hattâ izin verilmezse (içeriden müsait olmadığı söylenirse) geri dönmeyi emrediyor. Bugün bazı insanların misafirlik için izin istediklerinde karşı taraf müsait olmadığını söylerse bozulduklarına ve küstüklerine şâhit olmaktayız ki bu, İslâm’ın kınadığı bir durumdur. İzin alınmadan, ancak içinde oturulmayan ve içinde eşyalarımız bulunan evlere girmeye izin verilmiştir. Buna göre birincisinde ev zaten boş olduğu için herhangi bir mahremiyet söz konusu değildir. Kendi eşyalarımızın bulunduğu ev ise kendi evimiz veya mahremiyeti bulunmayan yakınlarımızın evidir ki oralara girmemizde de bir sakınca yoktur. Çünkü ortada mahremiyeti gerektirecek bir durum söz konusu değildir.

Hicret’in beşinci yılında, ailenin mahremiyetini temin için -en azından istenmeyen misafirlerden korunduktan sonra- müminlerin gözlerini sakınmaları emredilmektedir. Böylece mahrem olmayanlar arasında şâhit olunacak gayr-i meşru bakışlara engel olunacaktır. Aslında cinsler arasındaki gayr-i meşru ilişkiler, gayr-i meşru bakışlarla başlamaktadır. İslâm, bakışlara sahip olarak ortaya çıkacak sorumsuzlukları daha baştan bertaraf etmek istiyor: “Müminlere söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almaktadır.” (Nur, 30)

Böylece izin alarak da olsa aynı mekânda oturan namahrem cinslerin gözlerine sahip olmaları ve ırzlarını korumaları emredilmektedir. Aynı yıl yeni bir emir ile aynı mekânı paylaşmak durumunda olan kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin sınırlarını belirlemek sadedinde tesettür âyeti vahyedilir: “Mümin kadınlara söyle, gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler, -ancak kendiliğinden görünenler hâriç- başörtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar. Kardeşlerinin oğulları, ellerinin altında bulunanlar, kadına ihtiyacı bulunmayan erkeklerden emrinde olanlar (kölelere) ve henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklar hâriç. Süslerinin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allah’a tövbe edin ki felâha eresiniz!” (Nur, 31)

İnsanın ziyneti: İffet ve izzet

Bu âyetten sonra müminler, gerek ev içinde namahremleriyle birlikte iken, gerekse herhangi bir sebeple dışarıya çıktıklarında örtülmesi gereken yerlerini örtmüşler, korunmaları gereken şeyden kendilerini korumuşlardır. Âyetin ilginç özelliklerinden biri de, ailenin fertleri sayılabilecek olanların isimlerini vererek, onların kendi aralarında dışarıya karşı bir mahremiyet ihdas etmelerini temin etmiş olmasıdır.

Tesettürü ihdas edip namahrem olanlar ile araya konulan örtü engeline rağmen, iletişimin ve ilişkinin devam etmesi kaçınılmazdır. Çünkü gerek evde, gerekse dışarıda (çarşı pazarda) kadın-erkek arasındaki sosyal ilişkiler devam etmektedir.

Aynı yıl, mahremiyetin sınırları konusunda bir adım daha atılarak, mahrem olmayanlarla ilişkide konuşma âdâbı belirlenir: “Ey Peygamber kadınları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer korunuyorsanız, sözü edâlı ve îmâlı söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse tamah etmesin. Sözü düzgün (yanlış anlaşılmaya ve yoruma müsait olmayan biçimde) söyleyin.” (Ahzab, 32)

Bazı kimseler âyetin başındaki “Ey Peygamber hanımları! Sizler başka kadınlar gibi değilsiniz” ibâresinden hareketle âyetin onlara hasredilmiş olduğunu düşünmektedirler. Bu, Kur’ân’ın bir üslûbudur. Kur’ân birçok yerde müminlere Peygamber’in şahsında hitap etmektedir. “Sizler başka kadınlar gibi değilsiniz” ifadesindeki “başka kadınlar”dan maksat ise, diğer mümin hanımlar olmayıp, müşrik kadınlardır. Aksi takdirde, “Sözü düzgün söylemek sadece Peygamber hanımlarına farzdır, diğer kadınlar edâlı konuşabilirler” sonucu ortaya çıkar ki bu, yanlış bir mantık ve yanlış bir çıkarım olur.

Sözün özü, âyette mümin kadınlar ile mümin erkekler tesettürlü oldukları hâlde konuşmak durumunda olduklarında laubali olmayıp, ciddiyet ve vakar içinde konuşmalıdırlar.

Aynı yıl, Kur’ân, kadınların Cahiliye geleneğine uygun olarak hevâ ve heves peşinde koşmak için dışarı çıkmalarına da sınır getirmiştir: “Evlerinizde oturun, ilk cahiliyenin açılıp saçılması gibi açılıp saçılarak yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûl’e itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden kiri gidermek ve sizi temiz yapmak istiyor!” (Ahzab, 33)

Onlar dışarıya herhangi bir vesîleyle çıktıklarında iffetli oldukları örtülerinden anlaşılan birer insan olarak toplumda saygın bir yere sahiptirler. 

İslâm’a karşı olumsuz tavır içinde olan bazı insanlar bu âyetten hareketle İslâm’ın kadınları eve hapsettiği, hiç dışarı çıkarmak istemediği zehâbına kapılabilirler. Ama buradan açıkça anlaşılmaktadır ki bu yasak, karşı cinse kur yapmak üzere dışarı çıkanlar içindir. Bu da İslâm’ın korumayı hedeflediği toplumun ahlâkî yapısı için zarurettir. Zaten sosyal hayatın tabiatı gereği kadınlar da işleri güçleri için evlerinden dışarı çıkacaklar, hattâ kendilerine namahrem olanlarla iş ilişkilerinde bulunacaklardır. Ancak bu ilişkilerinde kendilerine dikkat edecek, gözlerini sakınacak, dillerine sahip olacak, süslerini teşhir ederek dikkatleri çekmeye çalışmayacaklardır.

Hicret’in 10’uncu yılında, ev içinde bile birtakım mahremiyetin olduğu hatırlatılarak karı-kocanın yanına belli vakitlerdeki giriş ve çıkışlar da düzenlenir: “Ey inananlar! Ellerinizin altında bulunanlar ve aileden henüz ergenliğe ermemiş olanlar üç vakitte odalarınıza girmek için izin istesinler: Sabah namazından önce, öğlenden sonra elbiselerinizi çıkardığınızda ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında ne size, ne de onlara bir günah yoktur. Yanınızda dolaşırlar, birbirinizin yanına girip çıkarsınız. Allah size âyetleri böyle açıklar. Allah bilendir. Hikmet sahibidir. Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi izin istesinler. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Nur, 58-59)

Görüldüğü gibi İslâm, aileyi ve ev halkını dışarıya karşı mahrem ilân etmekle kalmıyor, ev içinde dahi daha özel mahremiyet alanları ihdas ediyor. İnsanın kendi çocuklarının bile belli vakitlerde izin alarak yanlarına girmelerini emrediyor. İslâm, günümüz dünyasının aksine açılıp saçılmayı, kadın-erkek arasındaki mahrem ilişkilerin gözler önüne serilmesine izin vermiyor ve mahremiyeti muhafaza etmeye özen gösteriyor.

İslâm düşüncesine göre mahremiyet, toplumsal düzenin ahenk ve huzur içinde devam etmesi için (bazı şeylerin saklanması, muhafaza edilmesi) önemli bir fonksiyon icra eder. Onun sayesinde insanlar, bazı şeyleri korumayı, karşısındakinin sırlarına riayeti, hâddi aşmamayı, sınırlara riayet etmeyi, karşısındakine saygılı davranmayı, birbirlerini korumayı, kollamayı ve sevmeyi öğrenirler.

İslâm öğretisinde aile üç, bazen de dört kuşaktan oluşur: Dede, oğul, torun, torun oğlu. Bu yüzden Müslüman ailede ihtiyar dede ve nineler her zaman bulunur. Onlara tüm aile bireylerinin sonsuz sevgi ve saygısı vardır. Onlarla kendilerine en yakın olan oğul arasında bile önemli bir yaş farkı vardır. Bu yüzden artık onların şehvet peşinde koşmaları beklenmez. Onlar sadece saygı mercii durumundadırlar. Kur’ân, onları kendilerini zora sokarak örtünmek zaruretinden kurtarmıştır: “Evlenme arzusu kalmamış, ihtiyar kadınların kasten süs göstermeye çalışmadan örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir.” (Nur, 60)

Âyetten bir husus daha anlaşılmaktadır ki, kadınların örtünmesi, birilerinin iddia ettikleri gibi sadece müşrikler ve kölelerden ayrılarak tanınmak amacına matuf değil, aynı zamanda cinsel tahrike engel olmak amacına yöneliktir.

Evdeki ve ilişkideki incelik

Hicret’in 11’inci yılında mahremiyetin son aşaması da Hazreti Peygamber’in (as) Zeynep Vâlidemiz ile düğünü vesîle edilerek gerçekleştiriliyor. Aşağıda vereceğimiz âyetin metninden önce kastedilen şeyin anlaşılması bakımından düğün ortamını göz önüne getirmek faydalı olacaktır. Bugün aşağı yukarı tüm toplumlarda düğünler, kadın ve erkeklerin iç içe eğlendikleri ve davetli olarak gelenlerin hiç olmaz ise bir kısmının karşı cinsten birilerine ilgi duydukları bir ortamdır. Bu durum, özellikle bekâr olanlar için böyledir. Onlar düğün ortamlarında karşı cinsten birileriyle ilişki kurma imkânına sahip olurlar. İnsanların kalpleri, bu ortamlarda birilerine meyleder vesaire… Bu zamana kadar tesettürle ilgili ahkâm oturmuş, mahremiyetin bazı sınırları çizilmiştir. Ancak yine de kadın ve erkek örtünme sınırlarına riayet etmekte, fakat birlikte oturup kalkmaktadırlar. Artık tesettürlü de olunsa, kalplere gelebilecek şeytanî vesveseleri önlemek üzere, kadın ve erkek arasında kapalı mekânlardaki birlikteliğe son verme zamanı gelmiştir. Böylece iyi niyetli insanların bile karşı cinse karşı hissedebilecekleri vesveselerin önü alınmış olacaktır:

“Ey inananlar! Yemeğe çağrılmadan Peygamber’in evine girmeyin. Yemek vaktini gözetmeyin. Davet edildiğiniz zaman girin, yemeği yiyince dağılın. Söze dalmayın. Çünkü bu, Peygamber’e eziyet veriyor. O bunu size söylemekten utanıyor; ancak Allah, hakkı söylemekten utanmaz. Evin hanımlarından bir şey isteyeceğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Sizin, Allah’ın Resûlüne eziyet etmeniz, kendisinden sonra O’nun eşlerini nikâhlamanız asla doğru olmaz. Çünkü bu, Allah katında büyük bir iştir.” (Ahzab, 53)


Âyetten açıkça anlaşılmaktadır ki, bu düğün vesîlesiyle artık Peygamber’in evine gelenler, hanımlarıyla aynı mekânda oturmayacak ve onlardan bir şey isteyeceklerinde yanlarına girmeksizin, kapı arkasından isteyeceklerdir. Bazıları bu âyetin Peygamber hanımlarına has olduğunu, İslâm’da harem-selâm bulunmadığını, bunun geç dönemlerde ortaya çıktığını söylemektedirler. Ama tarihî hâdiseler bunun aksini göstermektedir. Bu âyetten sonra Medîne’de mümin kadın ve erkekler, mahrem olmayanlarla birlikte iş ilişkilerinin dışında birlikte oturup kalkmamışlardır.

Namahrem kadın ve erkeklerin aynı kapalı mekânda oturmalarının yasaklanmasının illeti, “kalplerin temiz kalması”dır. Âyet bunu, “Hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri” ifadesiyle dile getirmektedir. Namahrem kadın ve erkeğin “halvet” diye isimlendirilen biçimde birlikte oturup kalkmaları, onların birbirlerine veya birinin diğerine meyletmesine sebep olabilmektedir. Nitekim âyetin son kısmında yer alan “Kendisinden sonra onun eşlerini nikâhlamanız doğru olmaz” ifadesi, bir şahsın, Hazreti Peygamber’in evinde Hazreti Âişe Vâlidemizi görüp beğenmesi ve “Eğer Peygamber boşarsa onu ben nikâhlarım” diye sağda solda konuşmasına matuftur.

Bugün Müslümanlar arasında yaşanan hâdiselerden anlaşılmaktadır ki, uzun süre bir arada bulunan kadın ve erkek arasındaki ilişkiler, zamanla ilk resmîliğini yitirip sulanmakta, hattâ bazı nâhoş hâdiselerin meydana gelmesine bile sebep olmaktadır. Elbette çok yakın iki dost olan arkadaşın, birbirlerinin hanımları hakkında kalplerini bozmaları zor. Ama İslâm kural ve kaideler koyarken, bunu bütün olumsuzlukları ve geneli göz önünde bulundurarak yapar.

İslâm düşüncesinde aile yani mahremiyet sınırlarına giren kişiler, bugün “çekirdek aile” diye tâbir edilen kişilerden ibaret değildir; evlilik yapılamayacak amca, dayı, hala, teyze ve sütkardeş gibi kişileri de ihtiva edecek genişliktedir. Bu durum şu âyet-i kerîmede dile getirilmiştir: “Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Size kendi evinizde yahut babalarınızın evinde yahut annelerinizin evinde yahut kardeşlerinizin evinde yahut kız kardeşlerinizin evinde yahut halalarınızın evinde yahut dayılarınızın evinde yahut teyzelerinizin evinde yahut anahtarları ellerinizde bulunan evlerde yahut arkadaşınızın evinde yemenizde bir güçlük yoktur. Toplu olarak yahut ayrı ayrı yemenizde üzerinize bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından kutlu, güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (kendinizden olan ev halkına) selâm verin. İşte Allah, âyetleri size böyle açıklıyor ki düşünüp anlayasınız!” (Nur, 61)

Tesettür ve mahremiyetle ilgili son olarak Kur’ân, “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle, örtülerini üstlerine alsınlar, onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir” (Ahzab, 60) demektedir. Böylece İslâm, aile fertlerinin mahremiyetini temin etmiş, onları şahsiyetli birer mümin hâline getirmiştir. Onlar dışarıya herhangi bir vesîleyle çıktıklarında iffetli oldukları örtülerinden anlaşılan birer insan olarak toplumda saygın bir yere sahiptirler. Artık kalbinde kötülük taşıyanlar bile onlara bulaşmaktan çekinerek uzak dururlar.