İçinde denizler saklayan damla: Yûnus Emre (2)

Yûnus Emre, bizim başta o ağacın yaprakları ve güneşin nurları olduğumuzu söyleyerek, o güneşe mensup olduğumuzu hatırlatmak için Yakup ile Yusuf’suz ve Leyla ile Mecnun’suz bir semaya bakmamızı tembih etmektedir. Yakup’un aradığı Yusuf ve Mecnun’un aşkıyla çöle düştüğü Leyla, aslında Yakup ve Mecnun’un kendisinden bir parçadır.

TASAVVUFÎ algı ile alışageldiğimiz zihnî algı arasında daima bir tezat vardır. Aklın verileriyle dünyayı, evreni ve evrendeki nesneleri yorumlayan biri, her şeyi ayrı ayrı, yani kesret halinde görür. Böyle gördüğü için de bu algıya dayalı olarak her şeyi ayrı ayrı gösterecek biçimde yorumlar. Kendi içinde bir nizam gibi görünen bu yorumlayış tarzı, aslında bir kaostur. Ancak bu kaosun farkına ne onu yorumlayan varır, ne de o yorumu okuyan kişi. Tasavvufî algı ise ayrı ayrı görünen her şeyin aynı ağaca mensup dallar olduğunu söyler. Bu durumda tasavvuf zaviyesinden bakan biri, dalları anlatmak yerine ağacı anlatır. İlk bakışta kaos gibi görünen bu şaşırtıcı yorum tarzının, işin sonunda şaşmaz bir nizama dayandığı anlaşılır.

İki yorum tarzı olduğuna göre, bu yorum tarzlarına mensup olan iki de yorumcu vardır. Birinci yorum tarzını temsil eden kişi “âlim veya bilgin”, ikinci yorum tarzını temsil eden kişi de “arif” adını alır. İşte tam bu noktada bilgi ile irfan denen iki kavrayış tarzı ortaya çıkar.

Âlim bilgiden, arif ise irfandan hareket eder. Yalnız bu noktada şöyle bir durum vardır: Bilgiden hareket ederek her şeyi farklı farklı gören bilgin, varlığın göreceli çokluğu içerisinde kaybolduğu için irfanî dünya ile arasına kesif ve yoğun bir perde çeker. Bu perdeden dolayı âlim, irfanî dünyaya ait verileri inkâr etme ve değersizleştirme tavrı takınır. Onun bulunduğu yerden arifin söylediklerinin izah edilir hiçbir yönü yoktur.

Arife gelince, onun hem bilgiden ibaret sanılan evrenle, hem de mana denilen evrenle alakası olduğu için, varlığa ve varlık ötesine perdesiz bakar. Âlimin idrakine çekilen set, arifin gözünden kaldırılır.

Yûnus Emre’nin üzerinde duracağımız beyitleri, gözünden set kaldırılmış birinin gözüyle görülmüş manalardır. İki gözle bakan biri ile tek gözle bakan birinin ufku arasında çok derin farklar vardır. Yûnus Emre gibi bir arif şair, aslında bize mana kapılarını açmak için şiiri araç olarak kullanan bir mürşitten başkası değildir. Yûnus gibiler, irşat gayesi yüklenmemiş hiçbir sır ve manayı dile getirmezler. Bizim “Yûnus Emre’nin şiiri” diye okuduğumuz şey, aslında tortusu süzülmüş bir aşk ve mana şarabıdır. Manadan habersiz olan bir şiir ile mana ikliminden damıtılmış bir şiir arasında renk, koku ve tat bakımından çok büyük farklar vardır.

Kesret algısı dediğimiz varlık hisarından çıkamayan algı, geniş kitle tarafından çabuk kavranan ama o ölçüde de çabuk tükenip bozulan bir algıdır. Bu durum, kaynağından tazeyken alınan suyun zaman içinde kapta kokuşmasına benzer. Kaynağından içilen su ise daima tazedir ve kaba ihtiyaç duymaz. Şimdi bu söylediklerimizi daha yakından kavramak için Yûnus Emre’nin o işaret ettiğimiz beyitlerine bir göz atalım.

Koku şifa gözlere…

“Bu âlem-i kesrette sen Yusuf u ben Yakub;/ Ol âlem-i vahdette ne Yusuf u ne Kenan…” (Her şeyin ayrı ayrı göründüğü bu kesret dünyasında sen Yakup, ben de Yusuf olarak görünürüz. Her şeyin bir göründüğü vahdet âleminde ise ne Yusuf kalır, ne de Yakup.)

Yûnus Emre bu beyitte, aklî bilgiyle bildiğimiz şeyler içerisinde olan meşhur bir kıssaya telmih yapmaktadır. Onun bu telmihi yapmaktan gayesi, Yakup ve Yusuf Peygamberlerin herkes tarafından bilinen dramatik öykülerinin altında yatan sırrı kavratmaktır.

Rivayete göre Yakup Peygamber’in dört hanımı vardır. Bu hanımlardan daha sonra Yusuf ve Bünyamin’i doğuracak olan eşi, başlangıçta çocuğu olmayan bir kadındır. Yakup’un çocuksuz eşi dışındaki hanımlarından on oğlu olmuştur. Bir mucize eseri olarak çocuk doğurma kabiliyeti olmayan bu hanım, on birinci çocuk olarak Yusuf, on ikinci çocuk olarak da Bünyamin’i doğurur.

Yakup Peygamber, Yusuf’u diğer kardeşlerinden daha çok sevmektedir. Babalarının Yusuf’a olan sevgisini kıskanan diğer kardeşlerse Yusuf’tan nefret etmektedirler. Bir gün kendi aralarında toplanarak Yusuf’tan kurtulmak için bir tertibe girişirler. Bu tertibe göre Yusuf’u kırlarda gezdirip eğlendirmek maksadıyla babalarından isteyecekler ve bu fırsatı yakaladıklarında da onu ortadan kaldırarak babalarının sevgisini kendilerine yönelteceklerdir.

Planları gereğince ertesi gün babalarını zor da olsa ikna ederek Yusuf’u yanlarına alıp kıra götürürler. Gözden uzaklaşınca Yusuf’a bir müddet eziyet ederler ve üstündeki gömleği parçalayarak onu kuyuya atarlar. Akşam dönüşte de babalarına “Yusuf’u kurt yedi!” diyerek parçalanmış gömleği gösterirler. Yakup Peygamber,  oğullarına inanmamakla beraber elinde sabırdan başka bir tutamak kalmadığını görür ve Kur’an’ın ifadesiyle “sabr-ı cemil” ipine sarılarak evlat acısının üstesinden gelmeye çalışır.

Hakk’ın hikmeti, Yusuf’u atıldığı kuyudan bir kervan çıkarır ve köle olarak satmak üzere Mısır’a götürür. Yusuf’un olağanüstü güzelliği sebebiyle yoğun bir pazarı olur ve sonunda Mısır azizi, yüksek bir bedel ödeyerek, köle olarak çalıştırmak gayesiyle Yusuf’u sarayına götürür. Sarayda köle olarak hizmet ederken sahibesi olan hanım, Yusuf’un güzelliğine tamah ederek ondan murat almak ister. Sahibesi hanımın bu isteğine karşı çıkan Yusuf’un, sahibesinden kaçarken onun arkadan çekmesi sebebiyle gömleği yırtılır. Bu durumun aziz tarafından görülmesi üzerine Yusuf, sahibesinin kendini kurtarmak için attığı iftira üzerine zindana atılır.

Yedi yıl zindanda kalan Yusuf’a Hakk tarafından rüya tabir etme ilmi verilir. Bu ilim vesilesiyle Mısır melikinin yedi arık sığırın yedi semiz sığırı ve yedi cılız başağın yedi dolgun başağı yediği meşhur rüyasını yedi yıl bolluk yedi yıl da kıtlık olacağı şeklinde yorumlayarak hem zindandan kurtulur, hem de Mısır’a aziz olur.

Bolluk yılında aldığı tedbirlerle Mısır’ı kıtlık afetinden kurtaran Yusuf, Filistin’den buğday istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtır ve onlardan babasının kendi hasretiyle ağlamaktan kör olduğunu öğrenir. Gömleğini kardeşleriyle babasına gönderir ve bir mucize eseri olarak Yusuf’un gömleğinin kokusu Yakup Peygamber’in gözünü açar. Bu olaydan sonra Yusuf, babasını ve kardeşlerini Mısır’a getirterek aileyi birleştirir.


Leyli’nindir Mecnun…

Bu kıssadaki baba-oğul muhabbetinin sırrını daha iyi kavramak için şu beyitte gelen daha farklı bir muhabbete ait telmihe ve bu telmihin işaret ettiği aşk öyküsüne de kısaca değinmek lazımdır: “Bunda demeden Mecnûn, Leylâ adını mevzun;/ Hem Leylâ idim anda, hem Mecnûn-ı sergerdân.” (Şu kesret âleminde Mecnun, Leyla’nın adını henüz usulüne göre telaffuz etmeden önce, vahdet âleminde ben hem Leylâ idim, hem de aşktan başı dönmüş Mecnun.)

Leyla ile Mecnun, meşhur bir aşk öyküsüdür, malum. Bu aşk öyküsü ana çizgileriyle şöyledir:

Bir Arap kabilesinde Leyla adlı bir kızla Kays (Mecnun’un asıl adı) adlı bir oğlan vardır. Bu çocuklar henüz mahalle mektebine giderken birbirlerine alaka duyarlar. Bu alaka öyle bir raddeye gelir ki, mektepte çıkan dedikodular yüzünden Leyla’nın ailesi onu okuldan almak zorunda kalır. Leyla’nın okula gelmediğini gören Kays, onun ayrılışını kaldıramaz ve adını mecnuna çıkaracak davranışlar sergiler, sonunda da “Mecnun” diye anılır.

Evlenme çağındaki Mecnun’un babası, Leyla’yı oğluna ister. Ancak Leyla’nın babası, Kays’ın iyileşmesi şartıyla kızını vereceğini söyler. Bunun üzerine Mecnun’un babası, oğlunu şifa ümidiyle hacca götürür, fakat Mecnun, Kâbe’de şifa dilemek yerine aşk derdinin artmasını talep eder. Mecnun’un bu tavrı, babasının son ümidini de boşa çıkarır ve onu dönüşte kendi haline bırakır. Mecnun öyle bir aşk haleti içine girer ki insanlara tahammül edemez ve kendini çöle vurur, orada yabanî hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar.

Leyla bir gün fırsat bulur ve çöle, Mecnun’u aramaya gider. Mecnun’u aşktan mest bir halde bulan Leyla kendini tanıtır fakat Mecnun onu tanımaz. Dilindeki virdi artık Leyla değil, “Mevla”dır. Leyla kabilesine döner ve başka bir kabilenin beyiyle evlenmek zorunda kalır. Bu haberi öğrenen Mecnun, yörede mertliğiyle tanınmış İbni Selam adlı yiğitten yardım ister. İbni Selam, savaşı bile göze alarak Mecnun’a yardım eder. İki kabile savaşa tutuştuğunda Mecnun, Leyla’nın kabilesinin zaferi için dua edince İbni Selam savaştan çekilir.

Leyla gelin olur, fakat Mecnun’u asla unutamadığı için çok mutsuz bir hayat sürmeye başlar. Bu mutsuzluk sağlığını bozar ve kısa sürede ölümcül bir hastalığa yakalanarak vefat eder. Onun ölüm haberini alan Mecnun, Leyla’nın tabutunun başında bir ah çekerek fani hayata göz yumar.

Muhabbet bedeli

Şimdi, Yûnus Emre’nin telmih yaptığı bu iki öykünün irfanî açıdan içerdiği hakikat üzerinde durarak bu telmihten murat ettiği sırrı açalım.

Dikkat edilirse her iki kıssada da hazin işleyen bir süreç vardır. Bu süreci hazin kılan şey ise, her iki öyküde de hüznün ayrılıktan gelmesidir. Yûnus Emre burada, belki de çok az kimsenin farkında olduğu bir hususa vurgu yapıyor: “Muhabbet bedeli”…

Muhabbet ve sevginin bir bedeli vardır ki o da ayrılık sürecidir. Ancak Yûnus Emre, bu bedeli ele alırken genel olarak düştüğümüz bir yanılgıya da dikkat çekmektedir. Bu yanılgı, genel olarak sevgi ve muhabbet bedelini âşıkların ödediği yolundaki kabulümüzdür. Bizde bir kanaat haline gelmiş olan şey, nerede bir aşk hadisesi varsa, orada bir bedel ödeyişinin olduğu hükmüdür. Oysa Yûnus Emre, sevgi olayının ister aşk boyutunda, isterse diğer boyutlarda olsun, daima acı verici bir bedel üzerinden yürüdüğünü ihsas etmektedir. İster bir dilberi sevelim, ister eşimizi ve evladımızı veya malımızı, işin içinde sevgi varsa, muhakkak surette bir bedel ödeme de vardır.

Yûnus Emre bu beyitlerde, ilk bakışta pek zalim görünen bu işleyişin ardında aslen ince bir hikmetin yattığını söylemektedir. Ancak onun işaret ettiği bu hikmeti kavramak için bilgiden değil, irfandan hareket etmek lazımdır. Yûnus’un, beytin imkânları içerisinden ısrarla söylemeye çalıştığı bir olgu vardır: “Vahdet ve kesret algıları”. Ona göre sevgi ve muhabbetin dramatik bir seyir izlemesinin kökeninde bu âlemin oluşturduğu kesret algısı yatmaktadır.

Kesret çokluktur. Çokluğun temelinde yatan nükte ise, kendi başına var olmayıp bir bütünün parçalanmasına dayanmasıdır. Kesret âlemi denilen bu evrende sayısız çeşitlilikler gösteren varlıklar, aslında kopuş denilen bir dramın tanıklarıdırlar.

“Bir ulu ağaçtan düşen yapraklar” gibi tutundukları daldan kopan varlıklar, kâh zaman, kâh mekân rüzgârıyla savrularak “uzun uzak” bir maceraya atılmışlardır. Kopmadan önce sabit ulu bir ağaç iken, koptuktan sonra savrulup dağılan birer seyyar yapraktırlar. Şu halde birbirini arayan ve birbirinden kopan her şey, aslında koptuğu ve ayrıldığı bütünü aramaktadır. Lakin bu bütünlüğün kesret âlemiyle sınırlı olduğu yanılgısını taşıyan bizler, buradaki bütünlüğün de bir tür parçalanmışlık içerdiği kavrayışından gafiliz.

İrfanî bilgi, bir hakikat ve sırrı bir gafletin örtmesi halinde kişiyi gafletin etkisinden kurtarmak için “hayırlı tuzaklar kuran” bir elin o perdeyi yırtmak için olaylar zincirini harekete geçirdiğini söyler. Yakup Peygamber, beşeriyet gereği irfandan gafil olup dünya idrakiyle Yusuf’un sevgisinde kalırsa, olaylar zinciri, Yusuf’u onun elinden alarak kuyuya atar ve gözü yaşlı Yakup “sabr-ı cemil” makasıyla gaflet perdesini parçalayıncaya değin Yusuf’tan bir koku bile bırakmaz. Mecnun, Leyla’nın güzelliğinde gark olunca, “ayrılık rüzgârı” aniden eserek onu çöle savurur ve Leyla’yı âlemde ona haram eder. Karun bütün muhabbeti mala verince, o malı bağışlayan Bağışçı, yoksul hakkını gözetmeyen Karun’u mal ile beraber toprağa gömer…

Sevgi ile sevilen şeyin arasına, ayrılık kılığına bürünmüş bin bir engel girer. Aslında bizim engel sandığımız şey, ayrılık kılığında gelmiş bir mürşitten başkası değildir. Bu mürşit bize neyi ihtar eder? Neyi olacak gölge avından vazgeçmemizi. Kuş semada uçmakta, biz ise bir ömür boyu onun yere düşen gölgesini kuş sanıp avlamaya çalışmaktayız. Düz bilgi gölgeyi hakikat sandığı için başını yukarı kaldırmayı aklına getirmez. Hoş, niye kaldırsın ki? İşte gölge önünde, ok ve yay da belindedir! İrfanî bilgi ise bize başımızı yukarı kaldırmamızı söyler ve yukarıda uçan kuşu gösterir. O an anlarız ki bir ömür avlamaya çalıştığımız şeyin aslı başka ve emin bir yerde kanat açmaktaymış.

Bilgiden hareket ederek her şeyi farklı farklı gören bilgin, varlığın göreceli çokluğu içerisinde kaybolduğu için irfanî dünya ile arasına kesif ve yoğun bir perde çeker. 

Mevlana, kesret idrakine kapılan insanın bu dramını “bir eblehin kuş gölgesi avlaması” temsiliyle verdikten sonra şu hikmeti söyler: “Ömür okluğu boş, tez bitti ömür;/ Gölge avıyla geçip gitti ömür…”

Demek ki Yakup’un Yusuf’u aramasında ve Mecnun’un da Leyla’nın peşine düşmesinde sevgi ve muhabbetin birinci kuralı olan arayış harekete geçmektedir. Ancak bizim asıl anlamamız gereken şey, arayışın tek taraflı olmadığını kavramaktadır. Yakup Yusuf’u arıyorsa, Yusuf da Yakup’u arıyordur. Mecnun Leyla’yı aşk ile arıyorsa, Leyla da Mecnun’u aşk ile aramaktadır. Karun mala koşuyorsa, mal da ona koşmaktadır. Arayış ve ayrılık ister mutlu sonla bitsin, isterse mutsuz, ondan çıkarmamız gereken ders, Yakup ile Yusuf’un buluşması yahut Mecnun ile Leyla’nın ayrışması değil, her an ne ile buluşup ayrıştığımızdır. Bizimle buluşan o şey, buluşma esnasında bize Yakup ile Yusuf’un buluşmasından binlerce üstün bir vuslat zevki, bizimle ayrışan o şey de Mecnun ile Leyla’nın kavuşamamasından binlerce kat hazin bir ayrılık zevki tattırmaktadır.

Bize her an kendini hatırlatan o kadim ve ezeli olan şey, yine bize kesrette kalırsak gölge avıyla ömür tüketeceğimizi ve vahdeti kavrarsak güneşe doğru yol alacağımızı da ihtar etmektedir. Yûnus Emre, bizim başta o ağacın yaprakları ve güneşin nurları olduğumuzu söyleyerek, o güneşe mensup olduğumuzu hatırlatmak için Yakup ile Yusuf’suz ve Leyla ile Mecnun’suz bir semaya bakmamızı tembih etmektedir. Yakup’un aradığı Yusuf ve Mecnun’un aşkıyla çöle düştüğü Leyla, aslında Yakup ve Mecnun’un kendisinden bir parçadır. Gaye, Yakup’un Yakub’u ve Mecnun’un Mecnun’u bulması değil, Yakupluk ve Mecnunluktan geçilerek o Sultan’a erişmektir. Aşk ve muhabbet acısı, bizi eğreti olan geçici varlık bilincinden kopararak hiçbir varlık tecellisiyle kıyas edilemeyecek bir varlık bilincine ulaştırır. Zerreden kurtulup, güneş ve kölelikten geçip sultan oluruz. Zira biz, hiçbir yere sığmayan o Sultan’ı gizleyen bir deniz yatağıyız.

Bu noktada sözü Yûnus Emre’ye bırakalım: “Yâ nûn sîn ulaşmadan, cân kuyuya düşmeden/ ‘Işk dârına mest geldik hem mest gideriz bundan…” ( Yûnus isminin yazıldığı ya, nûn ve sîn harfleri can kuyusuna düşmeden evvel, biz bu aşk diyarına mest gelmiştik, bu harfler can kuyusuna düştükten sonra da mest gidiyoruz.) 

“Adım Yûnus olduğu bu cismim belâsıdır./ Adım sorar olursan, sultâna benem sultân…” (Adımın Yûnus Emre olması, şu bedene sahip olmamın belasıdır. Oysa benim asıl adım Yûnus değil, sultanın sultanı olan sultandır.)