TASAVVUFÎ algı ile
alışageldiğimiz zihnî algı arasında daima bir tezat vardır. Aklın verileriyle
dünyayı, evreni ve evrendeki nesneleri yorumlayan biri, her şeyi ayrı ayrı,
yani kesret halinde görür. Böyle gördüğü için de bu algıya dayalı olarak her
şeyi ayrı ayrı gösterecek biçimde yorumlar. Kendi içinde bir nizam gibi görünen
bu yorumlayış tarzı, aslında bir kaostur. Ancak bu kaosun farkına ne onu
yorumlayan varır, ne de o yorumu okuyan kişi. Tasavvufî algı ise ayrı ayrı
görünen her şeyin aynı ağaca mensup dallar olduğunu söyler. Bu durumda tasavvuf
zaviyesinden bakan biri, dalları anlatmak yerine ağacı anlatır. İlk bakışta
kaos gibi görünen bu şaşırtıcı yorum tarzının, işin sonunda şaşmaz bir nizama
dayandığı anlaşılır.
İki
yorum tarzı olduğuna göre, bu yorum tarzlarına mensup olan iki de yorumcu
vardır. Birinci yorum tarzını temsil eden kişi “âlim veya bilgin”, ikinci yorum
tarzını temsil eden kişi de “arif” adını alır. İşte tam bu noktada bilgi ile
irfan denen iki kavrayış tarzı ortaya çıkar.
Âlim
bilgiden, arif ise irfandan hareket eder. Yalnız bu noktada şöyle bir durum
vardır: Bilgiden hareket ederek her şeyi farklı farklı gören bilgin, varlığın
göreceli çokluğu içerisinde kaybolduğu için irfanî dünya ile arasına kesif ve
yoğun bir perde çeker. Bu perdeden dolayı âlim, irfanî dünyaya ait verileri inkâr
etme ve değersizleştirme tavrı takınır. Onun bulunduğu yerden arifin
söylediklerinin izah edilir hiçbir yönü yoktur.
Arife
gelince, onun hem bilgiden ibaret sanılan evrenle, hem de mana denilen evrenle
alakası olduğu için, varlığa ve varlık ötesine perdesiz bakar. Âlimin idrakine
çekilen set, arifin gözünden kaldırılır.
Yûnus
Emre’nin üzerinde duracağımız beyitleri, gözünden set kaldırılmış birinin
gözüyle görülmüş manalardır. İki gözle bakan biri ile tek gözle bakan birinin
ufku arasında çok derin farklar vardır. Yûnus Emre gibi bir arif şair, aslında
bize mana kapılarını açmak için şiiri araç olarak kullanan bir mürşitten
başkası değildir. Yûnus gibiler, irşat gayesi yüklenmemiş hiçbir sır ve manayı
dile getirmezler. Bizim “Yûnus Emre’nin şiiri” diye okuduğumuz şey, aslında
tortusu süzülmüş bir aşk ve mana şarabıdır. Manadan habersiz olan bir şiir ile
mana ikliminden damıtılmış bir şiir arasında renk, koku ve tat bakımından çok
büyük farklar vardır.
Kesret
algısı dediğimiz varlık hisarından çıkamayan algı, geniş kitle tarafından çabuk
kavranan ama o ölçüde de çabuk tükenip bozulan bir algıdır. Bu durum,
kaynağından tazeyken alınan suyun zaman içinde kapta kokuşmasına benzer.
Kaynağından içilen su ise daima tazedir ve kaba ihtiyaç duymaz. Şimdi bu
söylediklerimizi daha yakından kavramak için Yûnus Emre’nin o işaret ettiğimiz
beyitlerine bir göz atalım.
Koku
şifa gözlere…
“Bu âlem-i
kesrette sen Yusuf u ben Yakub;/ Ol âlem-i vahdette ne Yusuf u ne Kenan…” (Her
şeyin ayrı ayrı göründüğü bu kesret dünyasında sen Yakup, ben de Yusuf olarak
görünürüz. Her şeyin bir göründüğü vahdet âleminde ise ne Yusuf kalır, ne de
Yakup.)
Yûnus
Emre bu beyitte, aklî bilgiyle bildiğimiz şeyler içerisinde olan meşhur bir
kıssaya telmih yapmaktadır. Onun bu telmihi yapmaktan gayesi, Yakup ve Yusuf Peygamberlerin
herkes tarafından bilinen dramatik öykülerinin altında yatan sırrı
kavratmaktır.
Rivayete
göre Yakup Peygamber’in dört hanımı vardır. Bu hanımlardan daha sonra Yusuf ve
Bünyamin’i doğuracak olan eşi, başlangıçta çocuğu olmayan bir kadındır.
Yakup’un çocuksuz eşi dışındaki hanımlarından on oğlu olmuştur. Bir mucize
eseri olarak çocuk doğurma kabiliyeti olmayan bu hanım, on birinci çocuk olarak
Yusuf, on ikinci çocuk olarak da Bünyamin’i doğurur.
Yakup
Peygamber, Yusuf’u diğer kardeşlerinden daha çok sevmektedir. Babalarının
Yusuf’a olan sevgisini kıskanan diğer kardeşlerse Yusuf’tan nefret
etmektedirler. Bir gün kendi aralarında toplanarak Yusuf’tan kurtulmak için bir
tertibe girişirler. Bu tertibe göre Yusuf’u kırlarda gezdirip eğlendirmek
maksadıyla babalarından isteyecekler ve bu fırsatı yakaladıklarında da onu
ortadan kaldırarak babalarının sevgisini kendilerine yönelteceklerdir.
Planları
gereğince ertesi gün babalarını zor da olsa ikna ederek Yusuf’u yanlarına alıp
kıra götürürler. Gözden uzaklaşınca Yusuf’a bir müddet eziyet ederler ve
üstündeki gömleği parçalayarak onu kuyuya atarlar. Akşam dönüşte de babalarına
“Yusuf’u kurt yedi!” diyerek parçalanmış gömleği gösterirler. Yakup Peygamber, oğullarına inanmamakla beraber elinde
sabırdan başka bir tutamak kalmadığını görür ve Kur’an’ın ifadesiyle “sabr-ı
cemil” ipine sarılarak evlat acısının üstesinden gelmeye çalışır.
Hakk’ın
hikmeti, Yusuf’u atıldığı kuyudan bir kervan çıkarır ve köle olarak satmak
üzere Mısır’a götürür. Yusuf’un olağanüstü güzelliği sebebiyle yoğun bir pazarı
olur ve sonunda Mısır azizi, yüksek bir bedel ödeyerek, köle olarak çalıştırmak
gayesiyle Yusuf’u sarayına götürür. Sarayda köle olarak hizmet ederken sahibesi
olan hanım, Yusuf’un güzelliğine tamah ederek ondan murat almak ister. Sahibesi
hanımın bu isteğine karşı çıkan Yusuf’un, sahibesinden kaçarken onun arkadan
çekmesi sebebiyle gömleği yırtılır. Bu durumun aziz tarafından görülmesi
üzerine Yusuf, sahibesinin kendini kurtarmak için attığı iftira üzerine zindana
atılır.
Yedi
yıl zindanda kalan Yusuf’a Hakk tarafından rüya tabir etme ilmi verilir. Bu
ilim vesilesiyle Mısır melikinin yedi arık sığırın yedi semiz sığırı ve yedi
cılız başağın yedi dolgun başağı yediği meşhur rüyasını yedi yıl bolluk yedi
yıl da kıtlık olacağı şeklinde yorumlayarak hem zindandan kurtulur, hem de
Mısır’a aziz olur.
Bolluk yılında aldığı tedbirlerle Mısır’ı kıtlık afetinden kurtaran Yusuf, Filistin’den buğday istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtır ve onlardan babasının kendi hasretiyle ağlamaktan kör olduğunu öğrenir. Gömleğini kardeşleriyle babasına gönderir ve bir mucize eseri olarak Yusuf’un gömleğinin kokusu Yakup Peygamber’in gözünü açar. Bu olaydan sonra Yusuf, babasını ve kardeşlerini Mısır’a getirterek aileyi birleştirir.
Leyli’nindir
Mecnun…
Bu
kıssadaki baba-oğul muhabbetinin sırrını daha iyi kavramak için şu beyitte
gelen daha farklı bir muhabbete ait telmihe ve bu telmihin işaret ettiği aşk
öyküsüne de kısaca değinmek lazımdır: “Bunda
demeden Mecnûn, Leylâ adını mevzun;/ Hem Leylâ idim anda, hem Mecnûn-ı
sergerdân.” (Şu kesret âleminde Mecnun, Leyla’nın adını henüz usulüne göre
telaffuz etmeden önce, vahdet âleminde ben hem Leylâ idim, hem de aşktan başı
dönmüş Mecnun.)
Leyla
ile Mecnun, meşhur bir aşk öyküsüdür, malum. Bu aşk öyküsü ana çizgileriyle
şöyledir:
Bir
Arap kabilesinde Leyla adlı bir kızla Kays (Mecnun’un asıl adı) adlı bir oğlan
vardır. Bu çocuklar henüz mahalle mektebine giderken birbirlerine alaka
duyarlar. Bu alaka öyle bir raddeye gelir ki, mektepte çıkan dedikodular
yüzünden Leyla’nın ailesi onu okuldan almak zorunda kalır. Leyla’nın okula
gelmediğini gören Kays, onun ayrılışını kaldıramaz ve adını mecnuna çıkaracak
davranışlar sergiler, sonunda da “Mecnun” diye anılır.
Evlenme
çağındaki Mecnun’un babası, Leyla’yı oğluna ister. Ancak Leyla’nın babası,
Kays’ın iyileşmesi şartıyla kızını vereceğini söyler. Bunun üzerine Mecnun’un
babası, oğlunu şifa ümidiyle hacca götürür, fakat Mecnun, Kâbe’de şifa dilemek
yerine aşk derdinin artmasını talep eder. Mecnun’un bu tavrı, babasının son
ümidini de boşa çıkarır ve onu dönüşte kendi haline bırakır. Mecnun öyle bir
aşk haleti içine girer ki insanlara tahammül edemez ve kendini çöle vurur, orada
yabanî hayvanlarla birlikte yaşamaya başlar.
Leyla
bir gün fırsat bulur ve çöle, Mecnun’u aramaya gider. Mecnun’u aşktan mest bir
halde bulan Leyla kendini tanıtır fakat Mecnun onu tanımaz. Dilindeki virdi
artık Leyla değil, “Mevla”dır. Leyla kabilesine döner ve başka bir kabilenin
beyiyle evlenmek zorunda kalır. Bu haberi öğrenen Mecnun, yörede mertliğiyle
tanınmış İbni Selam adlı yiğitten yardım ister. İbni Selam, savaşı bile göze
alarak Mecnun’a yardım eder. İki kabile savaşa tutuştuğunda Mecnun, Leyla’nın
kabilesinin zaferi için dua edince İbni Selam savaştan çekilir.
Leyla
gelin olur, fakat Mecnun’u asla unutamadığı için çok mutsuz bir hayat sürmeye
başlar. Bu mutsuzluk sağlığını bozar ve kısa sürede ölümcül bir hastalığa
yakalanarak vefat eder. Onun ölüm haberini alan Mecnun, Leyla’nın tabutunun
başında bir ah çekerek fani hayata göz yumar.
Muhabbet
bedeli
Şimdi,
Yûnus Emre’nin telmih yaptığı bu iki öykünün irfanî açıdan içerdiği hakikat
üzerinde durarak bu telmihten murat ettiği sırrı açalım.
Dikkat
edilirse her iki kıssada da hazin işleyen bir süreç vardır. Bu süreci hazin
kılan şey ise, her iki öyküde de hüznün ayrılıktan gelmesidir. Yûnus Emre
burada, belki de çok az kimsenin farkında olduğu bir hususa vurgu yapıyor: “Muhabbet
bedeli”…
Muhabbet
ve sevginin bir bedeli vardır ki o da ayrılık sürecidir. Ancak Yûnus Emre, bu
bedeli ele alırken genel olarak düştüğümüz bir yanılgıya da dikkat çekmektedir.
Bu yanılgı, genel olarak sevgi ve muhabbet bedelini âşıkların ödediği yolundaki
kabulümüzdür. Bizde bir kanaat haline gelmiş olan şey, nerede bir aşk hadisesi
varsa, orada bir bedel ödeyişinin olduğu hükmüdür. Oysa Yûnus Emre, sevgi
olayının ister aşk boyutunda, isterse diğer boyutlarda olsun, daima acı verici
bir bedel üzerinden yürüdüğünü ihsas etmektedir. İster bir dilberi sevelim,
ister eşimizi ve evladımızı veya malımızı, işin içinde sevgi varsa, muhakkak
surette bir bedel ödeme de vardır.
Yûnus
Emre bu beyitlerde, ilk bakışta pek zalim görünen bu işleyişin ardında aslen
ince bir hikmetin yattığını söylemektedir. Ancak onun işaret ettiği bu hikmeti
kavramak için bilgiden değil, irfandan hareket etmek lazımdır. Yûnus’un, beytin
imkânları içerisinden ısrarla söylemeye çalıştığı bir olgu vardır: “Vahdet ve
kesret algıları”. Ona göre sevgi ve muhabbetin dramatik bir seyir izlemesinin
kökeninde bu âlemin oluşturduğu kesret algısı yatmaktadır.
Kesret
çokluktur. Çokluğun temelinde yatan nükte ise, kendi başına var olmayıp bir
bütünün parçalanmasına dayanmasıdır. Kesret âlemi denilen bu evrende sayısız
çeşitlilikler gösteren varlıklar, aslında kopuş denilen bir dramın tanıklarıdırlar.
“Bir
ulu ağaçtan düşen yapraklar” gibi tutundukları daldan kopan varlıklar, kâh
zaman, kâh mekân rüzgârıyla savrularak “uzun uzak” bir maceraya atılmışlardır. Kopmadan
önce sabit ulu bir ağaç iken, koptuktan sonra savrulup dağılan birer seyyar
yapraktırlar. Şu halde birbirini arayan ve birbirinden kopan her şey, aslında
koptuğu ve ayrıldığı bütünü aramaktadır. Lakin bu bütünlüğün kesret âlemiyle
sınırlı olduğu yanılgısını taşıyan bizler, buradaki bütünlüğün de bir tür
parçalanmışlık içerdiği kavrayışından gafiliz.
İrfanî
bilgi, bir hakikat ve sırrı bir gafletin örtmesi halinde kişiyi gafletin
etkisinden kurtarmak için “hayırlı tuzaklar kuran” bir elin o perdeyi yırtmak
için olaylar zincirini harekete geçirdiğini söyler. Yakup Peygamber, beşeriyet
gereği irfandan gafil olup dünya idrakiyle Yusuf’un sevgisinde kalırsa, olaylar
zinciri, Yusuf’u onun elinden alarak kuyuya atar ve gözü yaşlı Yakup “sabr-ı
cemil” makasıyla gaflet perdesini parçalayıncaya değin Yusuf’tan bir koku bile bırakmaz.
Mecnun, Leyla’nın güzelliğinde gark olunca, “ayrılık rüzgârı” aniden eserek onu
çöle savurur ve Leyla’yı âlemde ona haram eder. Karun bütün muhabbeti mala
verince, o malı bağışlayan Bağışçı, yoksul hakkını gözetmeyen Karun’u mal ile
beraber toprağa gömer…
Sevgi ile sevilen şeyin arasına, ayrılık kılığına bürünmüş bin bir engel girer. Aslında bizim engel sandığımız şey, ayrılık kılığında gelmiş bir mürşitten başkası değildir. Bu mürşit bize neyi ihtar eder? Neyi olacak gölge avından vazgeçmemizi. Kuş semada uçmakta, biz ise bir ömür boyu onun yere düşen gölgesini kuş sanıp avlamaya çalışmaktayız. Düz bilgi gölgeyi hakikat sandığı için başını yukarı kaldırmayı aklına getirmez. Hoş, niye kaldırsın ki? İşte gölge önünde, ok ve yay da belindedir! İrfanî bilgi ise bize başımızı yukarı kaldırmamızı söyler ve yukarıda uçan kuşu gösterir. O an anlarız ki bir ömür avlamaya çalıştığımız şeyin aslı başka ve emin bir yerde kanat açmaktaymış.
Bilgiden hareket ederek her şeyi farklı farklı gören bilgin, varlığın göreceli çokluğu içerisinde kaybolduğu için irfanî dünya ile arasına kesif ve yoğun bir perde çeker.
Mevlana,
kesret idrakine kapılan insanın bu dramını “bir eblehin kuş gölgesi avlaması”
temsiliyle verdikten sonra şu hikmeti söyler: “Ömür okluğu boş, tez bitti ömür;/
Gölge avıyla geçip gitti ömür…”
Demek
ki Yakup’un Yusuf’u aramasında ve Mecnun’un da Leyla’nın peşine düşmesinde
sevgi ve muhabbetin birinci kuralı olan arayış harekete geçmektedir. Ancak
bizim asıl anlamamız gereken şey, arayışın tek taraflı olmadığını
kavramaktadır. Yakup Yusuf’u arıyorsa, Yusuf da Yakup’u arıyordur. Mecnun
Leyla’yı aşk ile arıyorsa, Leyla da Mecnun’u aşk ile aramaktadır. Karun mala
koşuyorsa, mal da ona koşmaktadır. Arayış ve ayrılık ister mutlu sonla bitsin,
isterse mutsuz, ondan çıkarmamız gereken ders, Yakup ile Yusuf’un buluşması
yahut Mecnun ile Leyla’nın ayrışması değil, her an ne ile buluşup
ayrıştığımızdır. Bizimle buluşan o şey, buluşma esnasında bize Yakup ile
Yusuf’un buluşmasından binlerce üstün bir vuslat zevki, bizimle ayrışan o şey
de Mecnun ile Leyla’nın kavuşamamasından binlerce kat hazin bir ayrılık zevki
tattırmaktadır.
Bize
her an kendini hatırlatan o kadim ve ezeli olan şey, yine bize kesrette
kalırsak gölge avıyla ömür tüketeceğimizi ve vahdeti kavrarsak güneşe doğru yol
alacağımızı da ihtar etmektedir. Yûnus Emre, bizim başta o ağacın yaprakları ve
güneşin nurları olduğumuzu söyleyerek, o güneşe mensup olduğumuzu hatırlatmak
için Yakup ile Yusuf’suz ve Leyla ile Mecnun’suz bir semaya bakmamızı tembih
etmektedir. Yakup’un aradığı Yusuf ve Mecnun’un aşkıyla çöle düştüğü Leyla,
aslında Yakup ve Mecnun’un kendisinden bir parçadır. Gaye, Yakup’un Yakub’u ve
Mecnun’un Mecnun’u bulması değil, Yakupluk ve Mecnunluktan geçilerek o Sultan’a
erişmektir. Aşk ve muhabbet acısı, bizi eğreti olan geçici varlık bilincinden
kopararak hiçbir varlık tecellisiyle kıyas edilemeyecek bir varlık bilincine
ulaştırır. Zerreden kurtulup, güneş ve kölelikten geçip sultan oluruz. Zira
biz, hiçbir yere sığmayan o Sultan’ı gizleyen bir deniz yatağıyız.
Bu
noktada sözü Yûnus Emre’ye bırakalım: “Yâ nûn sîn ulaşmadan, cân kuyuya
düşmeden/ ‘Işk dârına mest geldik hem mest gideriz bundan…” ( Yûnus isminin yazıldığı ya, nûn ve sîn
harfleri can kuyusuna düşmeden evvel, biz bu aşk diyarına mest gelmiştik, bu
harfler can kuyusuna düştükten sonra da mest gidiyoruz.)
“Adım
Yûnus olduğu bu cismim belâsıdır./ Adım sorar olursan, sultâna benem sultân…” (Adımın Yûnus Emre olması, şu bedene sahip
olmamın belasıdır. Oysa benim asıl adım Yûnus değil, sultanın sultanı olan
sultandır.)