İçinde denizler saklayan bir damla: Yûnus Emre (1)

Mutasavvıflar hakkındaki genel kanı, onların sorgu ve sualden hoşlanmadıkları yönündedir. Oysa onlar, soru sormanın büyük bir sorumluluk olduğuna vurgu yaparlar. Bir veliye göre soru, neden ve niçin diye boşluğa sorulmaz, çünkü her soru bir muhatap arar ve muhatap aradığı için de soru sormanın bir edebi vardır. Mutasavvıflar, bu durumda sorunun kime sorulduğuna, yani sorunun muhatabına işaret ederler.

DİLBİLİMCİLERE “Mana mı dili kurar, yoksa dil mi manayı bulur?” diye bir soru sorulsa, bu soruya muhatap olanların bir kısmının mana şıkkını, bir kısmının da dil şıkkını tercih edeceğine şüphe yoktur. Ancak bu sorunun muhatabı bir veli olsa, ihtimal ki bu soruyu manasız bulacaktır. Bir velinin dünyasında her sual, daha sual kalıbına bürünmeden önce Hakk’ı zikrederek uyanan bir manadan başkası değildir. Bu öylesine uyanık bir manadır ki, “Her zikrinde yüzlerce soru ve yüzlerce cevap” gizlidir.

Mutasavvıflar hakkındaki genel kanı, onların sorgu ve sualden hoşlanmadıkları yönündedir. Oysa onlar, soru sormanın büyük bir sorumluluk olduğuna vurgu yaparlar. Bir veliye göre soru, neden ve niçin diye boşluğa sorulmaz, çünkü her soru bir muhatap arar ve muhatap aradığı için de soru sormanın bir edebi vardır. Mutasavvıflar, bu durumda sorunun kime sorulduğuna, yani sorunun muhatabına işaret ederler. Mevlana, “Sormadan doğruya gitmiş, eğriye varmışsın/ Oysa sormakla bulunur yüzlerce cevap” diyerek soru sormanın önemine değinir. Fakat açık bir şekilde de uyarır: “Soruyu boşluğa değil, sorun çözen bir zata sor. Zannına göre yola çıkarsan, sanmadığınla karşılaşarak yoldan çıkarsın.” Söze hudut yoktur, maksada gelelim.

Yukarıdaki soruyu sormamızın nedeni, Yûnus Emre’nin dil kabiliyetine dikkat çekmek idi. Anadolu’da, Anadolu Selçuklu ile Osmanlı Devleti’ni kuran Oğuzlar, sözlü gelenekte yoğurdukları dil hamurlarını öyle bir dil dehasının fırınında pişirdiler ki o günden bugüne aynı lezzette bir ekmeği gönül sofralarında bir daha göremediler. Açık söyleyecek olursak, bunca yüzyıl geçmesine rağmen Türkçe, hâlâ Yûnus Emre’yi aşan bir evlada malik olamamıştır. Onunla aynı dili konuştuğumuza göre, bu dil kısırlığının bir sebebi olmalıdır. Bu sebep de sanırım şu veya bu dile sahip olmak değil, o dilin içini dolduracak bir manaya sahip olmamaktır.

Yûnus Emre’yi farklı kılan, “suyunu dereden değil, buluttan içmesidir”. Yûnus Emre çapındaki Hakk erleri çifte deha sahibidirler. Bu dehadan biri zekâ/akıl, diğeri de kalp/gönüldür. Başka bir ifadeyle, biri dil, diğeri de manadır. Dehasıyla dil ve mananın içine doğmuş olan biri, hangi dile el atsa onu diriltir ve hangi manaya erişse dile getirmeye muktedir olur. Yûnus Emre’nin yaptığı tam da budur. Onun içinde olduğu dil bütün dilleri içine aldığı için o iklimde dilin de önemi yoktur aslında. Mevlana, “Ruh, akıl ve bilgiyle dosttur, ey yar/ Arapça ve Türkçeyle ne işi var?” derken bu olguya gönderme yapar. Bu noktada kendi söz atımıza dizgin vurarak, Yûnus Emre’nin söz atının terkine binelim ve bir gazeli üzerinden onun söz iklimine girelim.                

“Ol dürr-i yetimem…”

“Ol dürr-i yetîmem ki görmedi beni ummân./ Bir katreyem illâ ki ummâna benem ummân.” 

(Ben, benim gibisini hiçbir denizin görmediği nadir bir inciyim, denizleri içine alan bir damlayım.) 

Dürr-i yetîm, sedeften tek çıkan, büyük ve nadir inciye verilen addır. Bu inciye “şahlara layık” anlamında dürr-i şâhvâr  adı da verilir. Tasavvufta Hazreti Peygamber’in yetimliğine işaret olarak, Hazreti Muhammed anlamına gelen bir ödünç kullanımdır. İncinin, bir deniz canlısı olan sedeften elde edildiği için kökeni denizdir. Yûnus Emre’nin bu beyitteki inciden kastı öncelikle Hazreti Peygamber, ikinci olarak da O İnci’nin manevî mirasçısı olan velilerdir. Yûnus Emre’nin burada “ben” demesi, “Biz veliler” anlamında okunmalıdır.  

Büyük idrake sahip bir düşünür, bir filozof ya da bir velinin yaptığı ilk iş, sıradan insanın alışkanlık sebebiyle körelmiş algısını yeniden işler hale getirmektir. Yûnus Emre, bu beyitte bizdeki katre ile umman algısının dayandığı büyüklük ve küçüklük ölçülerinin itibarî (göreceli) olduğuna vurgu yapmaktadır. Bizim algımıza göre katre küçük, deniz ise büyüktür. O ise gerçeğin bizim algıladığımız büyüklük ve küçüklükle bir alakasının olmadığını söyler.

Yûnus’un bu beyitte kendisini dürr-i yetîm olarak nitelemesi, algısının Hazreti Peygamber’in mana algısından geldiğini belirtmek içindir. Mana boyutundan bakıldığında, Hazreti Peygamber’in, Hakk’ın marifet denizinde oluşmuş emsalsiz bir inci olduğu görülür. Yûnus Emre, velilik incisinin de aynı marifet denizindeki sedefte oluştuğunu söyler. Onun bu söylemdeki maksadı, velideki ilmin Hakk tarafından peygamberlere bağışlanan ilimden geldiğine işaret etmektir. Onların talip olduğu ilim dünya şahlığı yerine mana sultanlığı talep edildiğinden, bu ilmin getirdiklerini mevcut duyularla kavramamız mümkün değildir. Bu durumda Yûnus, marifet bilgisinin kavranması için mevcut idrak düzeyiyle elde edilen bilgilerin bir kenara bırakılmasını ileri sürer.

Bir insanın, mevcut bilgilerin kıskacından kurtulmadan yeni bir bilgiye sahip olması çok zordur. Lakin mevcut dünya duyuları yerine mana duyularından gelen şeylere malik olduğumuz zaman önümüze şaşırtıcı bir dünyanın kapıları açılır. Bu kapıların ötesine ait ilim, bizi bir damlanın denizden daha büyük bir denizi içine alması veya bir zerrenin güneşe yuva olması gibi mevcut idrakimizle izahı mümkün olmayan şeylerle karşılaştırır. Mevlana, “Bir iğne deliğinde yüzlerce âlem vardır” derken aynı şeyi işaret eder. Tasavvufî algı, her zerreyi daima küreler doğuracak bir donatıyla emir bekler bir halde görür. Her şey bir şeyin içinde gizlenmiş ve kendisi olarak belirmek için sırasını beklemektedir. 

“Gel mevc-i ‘acâib gör deryâ-yı nihân gözle/ Zî bahr-ı nihâyetsüz katrede olur pinhân.”  

(Gel şu gizli denize bak da onda hiçbir gözün görmediği dalgaları gözle. Gel de şu uçsuz bucaksız muhteşem denizin bir damlaya nasıl gizlendiğini gör.)

İki makam

Yûnus’un yukarıdaki beyitleri, iki tasavvufî makamı ve bu makamların icabı olarak beliren görüntüleri iç içe geçmiş bir şekilde sunmaktadır. Bu görüntülerden biri, gaybet makamının tecellisi olan ve her şeyi kaplayan bir deniz imajı, diğeri de kalbin genişleyerek bütün kâinatı bir nokta veya damla konumuna getiren gerçek fena makamının tecellisidir.

Bu noktada veli, bütün zerre ve damlaları kendisinin, kendisini de o zerrelerin aynı olarak görür. Bu görüntüler dizisi, makam sürecinin gelişmesine bağlı olarak bütün kâinatın bir zerre içinde kaybolmasına kadar devam eder ki asıl olan ve istenen de budur. Yûnus Emre, bu beyitlerde bu iki makam arasındaki tecellileri ve o tecellilerin de velinin bilincinde hâsıl ettiği algıyı bütün yönleriyle vermektedir.

Bazen hadsiz hudutsuz büyüme, bazen de hadsiz hudutsuz küçülme olarak devam eden makamlar arası bu algı, Hakk’ın Peygamber varisi olan veliye bağışladığı ilme işaret etmektedir. Mikro ve makro ölçekte beliren bütün bu tecelliler, o ilmin mahiyeti ile yakından alakalıdırlar. Bizim dış algımız, ilmin genişleyip derinleşmesinin çok iyi ve takdire değer bir meziyet olduğu bilinciyle doludur. İnsanın dünya ile kurduğu ilişkiyi düzenleyen bu dış algıdan birdenbire kopması sakıncalıdır. Bu yüzden Cenab-ı Hakk, marifet denizinden velinin gönül ve can yatağına denizler yutan damlalar gönderirken, velinin dış bilincinde getirdiği hazır algıların da bir müddet daha devam etmesini gözetir.

Veli zikir, ibadet ve çileden oluşan özel yolculuk sürecinde, hazır algılarının sönerek, onun yerini alan daha dinç ve ateşli bir algının -buna “ilim” de diyebiliriz- mütemadiyen genişlediğini görür. Bu genişleme, süreç içinde bütün kâinatı kaplayan bir denizin, her şeye sirayet ederek yerden göğe her şeyi kuşatmasına kadar gider.

Her algı ve ilim düzeyinin farklı bir ruhsal durumu, ayrı bir psikolojisi vardır. Velinin özel yolculuğunda karşılaştığı yeni ilim düzeyinin psikolojisi, kendisini yanıp yakılma şeklinde dışa vuran özge bir aşk, şevk ve coşkudur. Hakk dostu eşyanın sırrını kavradıkça coşar, coştukça da marifet denizi dalgalanır. Burada ifade edilen dalgalanma durumu iki yönlü bir işleve sahiptir. Bu dalgalanma hem velinin gönül denizinin, hem de o denize dökülen dıştaki marifet denizinin dalgalanmasıdır. Bu dalgalanmada dıştaki nur dalgası, içteki kir dalgasına galebe çalar. Başka bir ifadeyle ak ilim, gönlü ele geçirmiş olan kara ilmi temizler.  


Küçüldükçe…

Süreç içerisinde veli, kendi teninin yeri göğü kuşatarak bütün boşluğu dolduran bir deniz yatağı olduğunu, ilminin de bu denizi doldurup taşıran başka bir denize ait bir damla olduğunu fark eder. Bu damla, Hakk’ın marifet denizine ait bir damladır. Buradan anlaşılır ki, velinin zevk idrakiyle elde ettiği bu ilim önce bütün kâinatı kaplar, arkasından genişlemeye devam ederek bütün varlığı bu genişlik içinde bir damla haline getirir.

Namütenahi genişleyerek bütün varlık ve evreni yutan bu büyük umman, genişlemenin ardından toparlanır, küçülür, daralır ve yoğun bir katre haline gelir. İşte bu noktada veli, adına “gerçek fena” denen bir dil ve bilinç düzeyi ile yüz yüze gelir. Bu düzeyde veli, bütün varlığı nadir bir inci (dürr-i yetim) gibi görür. Bu incinin özelliği ise, bütün varlığı yuttuğu halde büyüyeceğine küçülüp yoğunlaşmasıdır. Böylelikle Yûnus Emre’nin ilk beyitte bahsettiği denizler yutan katrenin “dürr-i yetîm” denen bu nadir inciyle aynı şey olduğu anlaşılmış olur.

Tam bu noktada Yûnus Emre farklı bir sır kapısı daha açar. O kapıdan gelen mana dalgası şudur: “Nadir inciyi ancak nadir dalgıçlar keşfeder.”

Denize derin dalmak ve vurgun yemeden elde o nadir inciyle yukarı çıkmak her dalgıcın kârı değildir. Bu dalgıçlar, özlerinde balık olma istidadı taşıyan dalgıçlardır. Buradaki balık, marifete talip olan ruhları sembolize etmektedir. Marifete talip olmayan ve marifet istidadı ile yaratılmayan birinin ne bu kapı, ne de bu denizle bir münasebeti olur.

Beyitte geçen dürr-i yetîm tabiri ile Hazreti Peygamber’e işaret eden Yûnus Emre, zımnî olarak o nadir incinin, bütün kâinatın varlık sebebi olan Nûr-ı Muhammedî olduğuna atıf yapar. Demek olur ki, Nûr-ı Muhammedî iki cihanı kaplayan bir nur ummanı, Hazreti Peygamber de o nur ummanının mana sedefinde oluşmuş bir dürr-i yetîmdir. O ummanın tek görevi, o sedefin o inciyi peyda etmesidir. Bu izahtan anlaşılır ki bütün bir kâinat Hazreti Peygamber’in nur ummanı, dünya bu nur ummanın içinde bir sedef ve Hazreti Peygamber de dünya sedefindeki nadir incidir.

Bir sedefte büyümek

Yûnus’un okuyucuyu bu eşiğe getirmesinin nedeni, bir velinin hangi sedefte yatıp büyüdüğünü kavratmaktır. Yûnus’a göre veliler de o sedefte büyümüş nadir incilerdir.

Mevlana, “Bir mum, diğer mumları tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” derken, diğer mumlardaki ışığın, baştaki mumun ışığından başka bir şey olmadığını söylüyor. Bu kıyastan hareket edecek olursak, Yûnus Emre’nin keşfettiği, denizler yutan damla görünümündeki o nadir incinin diğer incilerde denizleri ve varlığı yutmaya devam ettiğini anlıyoruz. Nasıl ki son mumdaki yanma baştaki mumdan geliyorsa, son incideki yutuş da baştaki inciden gelmektedir. Demek ki buradaki iddia, bir övünmeden ziyade bu durumun tespitidir.

Yûnus Emre her ne kadar denizden bahsetmiş olsa da, aslında bu denizin bildiğimiz manada bir deniz olmadığı çok açıktır. Üstelik bu deniz, saklı bir deniz, başka bir ifadeyle bir sır denizidir. Görülmedik, alışılmadık dalgalar üreten ve kıyısı bucağı olmayan bu gizli deniz, tuhaf bir şekilde bir katrede gizlenir ve kaybolur. Yûnus Emre, bu tuhaflıktan hareketle veliler üzerinden Peygamberî ilmin manevî boyutuna dair çok ilgi çekici şeyler söylemektedir. Bunları anlamanın yolu, saklı denizdeki acayip dalgaların neye işaret ettiğini açıklamaktır.

Malumdur ki, gaybet makamındaki deniz tecellisi, tecelli etmede denizdir, ancak bu tecellinin veli ile karşılaşmasındaki durum çok farklıdır. Bir tecelli, tek imaj üzerinden sınırsız sayıda görüntü ile gelme kudreti taşır. Böyle olduğu için kelime, renk ve algı yetersizliğinden dolayı tecelliye muhatap olan her veli, tecellinin kendi algısındaki en belirgin yönünü dile getirir ve diğerlerinden fark edebildiklerini kelime, renk ve görüntüleriyle kendi içinde uyumaya bırakır. Bunların da ihtiyaç duyulduğunda başka bir zeminde başka bir meseleyi çözmek üzere uyanacağı beklenebilir.

Yûnus Emre’nin bu denizdeki dalgaları “acayip” diye nitelemesi, onları iki duyu düzeyi ile iç içe ve arka arkaya algıladığı içindir. Dalgalar, baş gözü ve can gözünün arka arkaya algıladığı biçimde gelmektedirler. Bu durum, gözü yumunca her şeyin kararması, gözü açınca her şeyin belirmesi gibi temel bir görüş farklılığı arz eder. Ancak Yûnus’un bu dalgalara “acayip” demesi, baş gözü ile algılanmayacak olağanüstü bir görüntü silsilesinin deniz dalgaları gibi bilince peş peşe gelmesinden dolayıdır.

Demek ki bir veli iki makam arasındaki süreçleri geçtiğinde hakikate ilişkin bilgiler ve manaya ilişkin sırlar, görülmedik varlık biçimleri halinde dalga dalga belirerek veli ile temas etmektedir. Ancak bahsini ettiğimiz bu olağanüstü varlık formları, nurdan oluşan geçici suretlerdir. Zaten ister maddeden oluşsun, ister nurdan, suret her zaman geçici bir formdur ve daima bozulma zaafı taşır.

Yûnus Emre bu boyutta hem beş duyumuzla temas kuran, hem de bu beş duyunun ötesindeki beş duyuyu uyandıran bu suretlerin, her duyunun kabiliyetine göre biçim alma yetenekleri olduğunu da ihsas eder. Zira göz suret görürken kulak onu duyar, dil tadar, burun kokusunu alır, deri rüzgârını hisseder. Ancak bu suretlerin mahiyetleri ne olursa olsun ve büründükleri biçimler ne kadar değişirse değişsin, bunlar daima bilgi ve hikmeti temsil eden suretlerdir.

Gizli deniz ve o denizde ortaya çıkan acayip dalgalar, daima velinin ilmine, o ilmin genişliğine ve o genişlik içerisinde her an yeni dalgalarla bütünleşip genişlemeye devam edeceğine işarettir.

Deniz imajı, tasavvufta daima marifetin, yani Hakk’ın ihsan ettiği özel ilmin bir göstereni olarak gelir. Böyle olduğu için bu ilmin gözle, bilgiyle ve Hakk ile bilmek gibi üç katmanı vardır. Yûnus Emre, burada ancak Hakk’ın hakikatiyle bilinen ilmin acayip dalgalar üreteceğini söylemektedir. Ayrıca bu boyutta ummanlar gözleyerek şevkle dolan ve acayiplikler içinde kendinden geçen sadece Yûnus Emre örneğiyle temsil edilen veliler değildir. Eş zamanlı olarak kendisinin getirdikleri karşısında muhatabının düştüğü coşkuyu gören nesne de aynı şevk ve coşkuyla dolar. Yûnus Emre, nesnelerin de duyular taşıdığını ama onların duyularının bizdeki mevcut duyulardan daha gelişmiş gaybî duyular olduğunu sezdirmektedir.

Buradaki “nesneler” ibaresiyle hem maddi varlıkları, hem de nur halinde beliren gaybî varlıkları kastediyoruz. Bu durumda nesnenin getirdiğini algılamak için, onlardaki gaybî duyuların bizdekiyle eşleştirilmesi gerekir. Yûnus bu durumda, nesnelerin duyularıyla velilerin beş duyu ötesindeki beş duyusu olan can duyularını eşleştirmektedir. Bu boyutta hem nesnelerin hem de velilerin ilmi, hakkıyla bilmek makamında birleşir ve aynîleşir.

İlave etmek gerekir ki, her boyutun varlığı kelimeli yahut kelimesiz aynı dili konuşur, aynı tecelliyi görür ve aynı kokuyu alır. Lakin Yûnus Emre, can duyuları boyutundaki nesnelerle karşılaştığında onların bile görmeyeceği bir üstünlüğe vurgu yapmaktadır. Buradan anlaşılır ki varlık, hangi boyutta ve hangi halde -madde yahut ışık- bulunursa bulunsun, ârif daima onların önünde yer alır. Çünkü onun ilmi onu, o ummanların bile göremeyeceği bir inciye dönüştürmüş ya da denizler yutan bir katre haline getirerek bizzat o saklı denizde saklamıştır. 

Ancak bu katre öylesine muktedir bir katredir ki içine gizlendiği âlemin yüzlercesini içine gizleyecek bir varlık kabiliyeti taşır. Yûnus Emre, aynı zamanda her bütünün parçasında, her parçanın da bütününde gizlendiğini işaret etmektedir. Tepemizde uçsuz bucaksız bir deniz gibi dönüp duran gökyüzü, o bütünlük görüntüsünü kendisini oluşturan zerreler arasındaki bağlantıya borçludur. Aslında varlık, kendisini oluşturan parçalara gizlendiği için, devasa görünen yanıltıcı bir katredir. Zira o bütünlük ve tamlık görüntüsü, varlık katrelerinin özel bağlantılarla birbirine geçişmesinden ibarettir. Dolayısıyla her damla her daim bir umman ve her umman da her daim bir damladır.