DİLBİLİMCİLERE “Mana mı dili
kurar, yoksa dil mi manayı bulur?” diye bir soru sorulsa, bu soruya muhatap
olanların bir kısmının mana şıkkını, bir kısmının da dil şıkkını tercih
edeceğine şüphe yoktur. Ancak bu sorunun muhatabı bir veli olsa, ihtimal ki bu
soruyu manasız bulacaktır. Bir velinin dünyasında her sual, daha sual kalıbına
bürünmeden önce Hakk’ı zikrederek uyanan bir manadan başkası değildir. Bu
öylesine uyanık bir manadır ki, “Her
zikrinde yüzlerce soru ve yüzlerce cevap” gizlidir.
Mutasavvıflar
hakkındaki genel kanı, onların sorgu ve sualden hoşlanmadıkları yönündedir.
Oysa onlar, soru sormanın büyük bir sorumluluk olduğuna vurgu yaparlar. Bir
veliye göre soru, neden ve niçin diye boşluğa sorulmaz, çünkü her
soru bir muhatap arar ve muhatap aradığı için de soru sormanın bir edebi
vardır. Mutasavvıflar, bu durumda sorunun kime sorulduğuna, yani sorunun
muhatabına işaret ederler. Mevlana, “Sormadan
doğruya gitmiş, eğriye varmışsın/ Oysa sormakla bulunur yüzlerce cevap”
diyerek soru sormanın önemine değinir. Fakat açık bir şekilde de uyarır:
“Soruyu boşluğa değil, sorun çözen bir zata sor. Zannına göre yola çıkarsan,
sanmadığınla karşılaşarak yoldan çıkarsın.” Söze hudut yoktur, maksada gelelim.
Yukarıdaki
soruyu sormamızın nedeni, Yûnus Emre’nin dil kabiliyetine dikkat çekmek idi.
Anadolu’da, Anadolu Selçuklu ile Osmanlı Devleti’ni kuran Oğuzlar, sözlü
gelenekte yoğurdukları dil hamurlarını öyle bir dil dehasının fırınında
pişirdiler ki o günden bugüne aynı lezzette bir ekmeği gönül sofralarında bir
daha göremediler. Açık söyleyecek olursak, bunca yüzyıl geçmesine rağmen Türkçe,
hâlâ Yûnus Emre’yi aşan bir evlada malik olamamıştır. Onunla aynı dili
konuştuğumuza göre, bu dil kısırlığının bir sebebi olmalıdır. Bu sebep de
sanırım şu veya bu dile sahip olmak değil, o dilin içini dolduracak bir manaya
sahip olmamaktır.
Yûnus
Emre’yi farklı kılan, “suyunu dereden
değil, buluttan içmesidir”. Yûnus Emre çapındaki Hakk erleri çifte deha
sahibidirler. Bu dehadan biri zekâ/akıl, diğeri de kalp/gönüldür. Başka bir
ifadeyle, biri dil, diğeri de manadır. Dehasıyla dil ve mananın içine doğmuş
olan biri, hangi dile el atsa onu diriltir ve hangi manaya erişse dile getirmeye
muktedir olur. Yûnus Emre’nin yaptığı tam da budur. Onun içinde olduğu dil
bütün dilleri içine aldığı için o iklimde dilin de önemi yoktur aslında.
Mevlana, “Ruh, akıl ve bilgiyle dosttur,
ey yar/ Arapça ve Türkçeyle ne işi var?” derken bu olguya gönderme yapar.
Bu noktada kendi söz atımıza dizgin vurarak, Yûnus Emre’nin söz atının terkine
binelim ve bir gazeli üzerinden onun söz iklimine
girelim.
“Ol
dürr-i yetimem…”
“Ol
dürr-i yetîmem ki görmedi beni ummân./ Bir katreyem illâ ki ummâna benem ummân.”
(Ben,
benim gibisini hiçbir denizin görmediği nadir bir inciyim, denizleri içine alan
bir damlayım.)
Dürr-i yetîm, sedeften tek
çıkan, büyük ve nadir inciye verilen addır. Bu inciye “şahlara layık” anlamında
dürr-i şâhvâr adı da verilir.
Tasavvufta Hazreti Peygamber’in yetimliğine işaret olarak, Hazreti Muhammed
anlamına gelen bir ödünç kullanımdır. İncinin, bir deniz canlısı olan sedeften
elde edildiği için kökeni denizdir. Yûnus Emre’nin bu beyitteki inciden kastı
öncelikle Hazreti Peygamber, ikinci olarak da O İnci’nin manevî mirasçısı olan
velilerdir. Yûnus Emre’nin burada “ben” demesi, “Biz veliler” anlamında
okunmalıdır.
Büyük
idrake sahip bir düşünür, bir filozof ya da bir velinin yaptığı ilk iş, sıradan
insanın alışkanlık sebebiyle körelmiş algısını yeniden işler hale getirmektir.
Yûnus Emre, bu beyitte bizdeki katre ile umman algısının dayandığı büyüklük ve
küçüklük ölçülerinin itibarî (göreceli) olduğuna vurgu yapmaktadır. Bizim
algımıza göre katre küçük, deniz ise büyüktür. O ise gerçeğin bizim algıladığımız
büyüklük ve küçüklükle bir alakasının olmadığını söyler.
Yûnus’un
bu beyitte kendisini dürr-i yetîm
olarak nitelemesi, algısının Hazreti Peygamber’in mana algısından geldiğini
belirtmek içindir. Mana boyutundan bakıldığında, Hazreti Peygamber’in, Hakk’ın
marifet denizinde oluşmuş emsalsiz bir inci olduğu görülür. Yûnus Emre, velilik
incisinin de aynı marifet denizindeki sedefte oluştuğunu söyler. Onun bu
söylemdeki maksadı, velideki ilmin Hakk tarafından peygamberlere bağışlanan
ilimden geldiğine işaret etmektir. Onların talip olduğu ilim dünya şahlığı
yerine mana sultanlığı talep edildiğinden, bu ilmin getirdiklerini mevcut
duyularla kavramamız mümkün değildir. Bu durumda Yûnus, marifet bilgisinin
kavranması için mevcut idrak düzeyiyle elde edilen bilgilerin bir kenara
bırakılmasını ileri sürer.
Bir
insanın, mevcut bilgilerin kıskacından kurtulmadan yeni bir bilgiye sahip
olması çok zordur. Lakin mevcut dünya duyuları yerine mana duyularından gelen
şeylere malik olduğumuz zaman önümüze şaşırtıcı bir dünyanın kapıları açılır.
Bu kapıların ötesine ait ilim, bizi bir damlanın denizden daha büyük bir denizi
içine alması veya bir zerrenin güneşe yuva olması gibi mevcut idrakimizle izahı
mümkün olmayan şeylerle karşılaştırır. Mevlana, “Bir iğne deliğinde yüzlerce âlem vardır” derken aynı şeyi işaret
eder. Tasavvufî algı, her zerreyi daima küreler doğuracak bir donatıyla emir
bekler bir halde görür. Her şey bir şeyin içinde gizlenmiş ve kendisi olarak
belirmek için sırasını beklemektedir.
“Gel
mevc-i ‘acâib gör deryâ-yı nihân gözle/ Zî bahr-ı nihâyetsüz katrede olur
pinhân.”
(Gel şu gizli
denize bak da onda hiçbir gözün görmediği dalgaları gözle. Gel de şu uçsuz
bucaksız muhteşem denizin bir damlaya nasıl gizlendiğini gör.)
İki
makam
Yûnus’un
yukarıdaki beyitleri, iki tasavvufî makamı ve bu makamların icabı olarak
beliren görüntüleri iç içe geçmiş bir şekilde sunmaktadır. Bu görüntülerden
biri, gaybet makamının tecellisi olan ve her şeyi kaplayan bir deniz imajı,
diğeri de kalbin genişleyerek bütün kâinatı bir nokta veya damla konumuna
getiren gerçek fena makamının tecellisidir.
Bu
noktada veli, bütün zerre ve damlaları kendisinin, kendisini de o zerrelerin
aynı olarak görür. Bu görüntüler dizisi, makam sürecinin gelişmesine bağlı
olarak bütün kâinatın bir zerre içinde kaybolmasına kadar devam eder ki asıl
olan ve istenen de budur. Yûnus Emre, bu beyitlerde bu iki makam arasındaki
tecellileri ve o tecellilerin de velinin bilincinde hâsıl ettiği algıyı bütün
yönleriyle vermektedir.
Bazen
hadsiz hudutsuz büyüme, bazen de hadsiz hudutsuz küçülme olarak devam eden
makamlar arası bu algı, Hakk’ın Peygamber varisi olan veliye bağışladığı ilme
işaret etmektedir. Mikro ve makro ölçekte beliren bütün bu tecelliler, o ilmin
mahiyeti ile yakından alakalıdırlar. Bizim dış algımız, ilmin genişleyip
derinleşmesinin çok iyi ve takdire değer bir meziyet olduğu bilinciyle doludur.
İnsanın dünya ile kurduğu ilişkiyi düzenleyen bu dış algıdan birdenbire kopması
sakıncalıdır. Bu yüzden Cenab-ı Hakk, marifet denizinden velinin gönül ve can
yatağına denizler yutan damlalar gönderirken, velinin dış bilincinde getirdiği
hazır algıların da bir müddet daha devam etmesini gözetir.
Veli
zikir, ibadet ve çileden oluşan özel yolculuk sürecinde, hazır algılarının
sönerek, onun yerini alan daha dinç ve ateşli bir algının -buna “ilim” de
diyebiliriz- mütemadiyen genişlediğini görür. Bu genişleme, süreç içinde bütün
kâinatı kaplayan bir denizin, her şeye sirayet ederek yerden göğe her şeyi
kuşatmasına kadar gider.
Her algı ve ilim düzeyinin farklı bir ruhsal durumu, ayrı bir psikolojisi vardır. Velinin özel yolculuğunda karşılaştığı yeni ilim düzeyinin psikolojisi, kendisini yanıp yakılma şeklinde dışa vuran özge bir aşk, şevk ve coşkudur. Hakk dostu eşyanın sırrını kavradıkça coşar, coştukça da marifet denizi dalgalanır. Burada ifade edilen dalgalanma durumu iki yönlü bir işleve sahiptir. Bu dalgalanma hem velinin gönül denizinin, hem de o denize dökülen dıştaki marifet denizinin dalgalanmasıdır. Bu dalgalanmada dıştaki nur dalgası, içteki kir dalgasına galebe çalar. Başka bir ifadeyle ak ilim, gönlü ele geçirmiş olan kara ilmi temizler.
Küçüldükçe…
Süreç
içerisinde veli, kendi teninin yeri göğü kuşatarak bütün boşluğu dolduran bir
deniz yatağı olduğunu, ilminin de bu denizi doldurup taşıran başka bir denize
ait bir damla olduğunu fark eder. Bu damla, Hakk’ın marifet denizine ait bir
damladır. Buradan anlaşılır ki, velinin zevk idrakiyle elde ettiği bu ilim önce
bütün kâinatı kaplar, arkasından genişlemeye devam ederek bütün varlığı bu
genişlik içinde bir damla haline getirir.
Namütenahi
genişleyerek bütün varlık ve evreni yutan bu büyük umman, genişlemenin ardından
toparlanır, küçülür, daralır ve yoğun bir katre haline gelir. İşte bu noktada
veli, adına “gerçek fena” denen bir
dil ve bilinç düzeyi ile yüz yüze gelir. Bu düzeyde veli, bütün varlığı nadir
bir inci (dürr-i yetim) gibi görür. Bu incinin özelliği ise, bütün varlığı
yuttuğu halde büyüyeceğine küçülüp yoğunlaşmasıdır. Böylelikle Yûnus Emre’nin
ilk beyitte bahsettiği denizler yutan katrenin “dürr-i yetîm” denen bu nadir
inciyle aynı şey olduğu anlaşılmış olur.
Tam
bu noktada Yûnus Emre farklı bir sır kapısı daha açar. O kapıdan gelen mana
dalgası şudur: “Nadir inciyi ancak nadir dalgıçlar keşfeder.”
Denize
derin dalmak ve vurgun yemeden elde o nadir inciyle yukarı çıkmak her dalgıcın
kârı değildir. Bu dalgıçlar, özlerinde balık olma istidadı taşıyan dalgıçlardır.
Buradaki balık, marifete talip olan ruhları sembolize etmektedir. Marifete
talip olmayan ve marifet istidadı ile yaratılmayan birinin ne bu kapı, ne de bu
denizle bir münasebeti olur.
Beyitte
geçen dürr-i yetîm tabiri ile Hazreti Peygamber’e işaret eden Yûnus Emre, zımnî
olarak o nadir incinin, bütün kâinatın varlık sebebi olan Nûr-ı Muhammedî
olduğuna atıf yapar. Demek olur ki, Nûr-ı Muhammedî iki cihanı kaplayan bir nur
ummanı, Hazreti Peygamber de o nur ummanının mana sedefinde oluşmuş bir dürr-i
yetîmdir. O ummanın tek görevi, o sedefin o inciyi peyda etmesidir. Bu izahtan
anlaşılır ki bütün bir kâinat Hazreti Peygamber’in nur ummanı, dünya bu nur
ummanın içinde bir sedef ve Hazreti Peygamber de dünya sedefindeki nadir
incidir.
Bir
sedefte büyümek
Yûnus’un
okuyucuyu bu eşiğe getirmesinin nedeni, bir velinin hangi sedefte yatıp
büyüdüğünü kavratmaktır. Yûnus’a göre veliler de o sedefte büyümüş nadir
incilerdir.
Mevlana,
“Bir mum, diğer mumları tutuşturmakla
ışığından bir şey kaybetmez” derken, diğer mumlardaki ışığın, baştaki mumun
ışığından başka bir şey olmadığını söylüyor. Bu kıyastan hareket edecek
olursak, Yûnus Emre’nin keşfettiği, denizler yutan damla görünümündeki o nadir
incinin diğer incilerde denizleri ve varlığı yutmaya devam ettiğini anlıyoruz.
Nasıl ki son mumdaki yanma baştaki mumdan geliyorsa, son incideki yutuş da
baştaki inciden gelmektedir. Demek ki buradaki iddia, bir övünmeden ziyade bu
durumun tespitidir.
Yûnus
Emre her ne kadar denizden bahsetmiş olsa da, aslında bu denizin bildiğimiz
manada bir deniz olmadığı çok açıktır. Üstelik bu deniz, saklı bir deniz, başka
bir ifadeyle bir sır denizidir. Görülmedik, alışılmadık dalgalar üreten ve
kıyısı bucağı olmayan bu gizli deniz, tuhaf bir şekilde bir katrede gizlenir ve
kaybolur. Yûnus Emre, bu tuhaflıktan hareketle veliler üzerinden Peygamberî
ilmin manevî boyutuna dair çok ilgi çekici şeyler söylemektedir. Bunları
anlamanın yolu, saklı denizdeki acayip dalgaların neye işaret ettiğini
açıklamaktır.
Malumdur
ki, gaybet makamındaki deniz tecellisi, tecelli etmede denizdir, ancak bu
tecellinin veli ile karşılaşmasındaki durum çok farklıdır. Bir tecelli, tek
imaj üzerinden sınırsız sayıda görüntü ile gelme kudreti taşır. Böyle olduğu
için kelime, renk ve algı yetersizliğinden dolayı tecelliye muhatap olan her
veli, tecellinin kendi algısındaki en belirgin yönünü dile getirir ve
diğerlerinden fark edebildiklerini kelime, renk ve görüntüleriyle kendi içinde
uyumaya bırakır. Bunların da ihtiyaç duyulduğunda başka bir zeminde başka bir
meseleyi çözmek üzere uyanacağı beklenebilir.
Yûnus
Emre’nin bu denizdeki dalgaları “acayip”
diye nitelemesi, onları iki duyu düzeyi ile iç içe ve arka arkaya algıladığı
içindir. Dalgalar, baş gözü ve can gözünün arka arkaya algıladığı biçimde gelmektedirler.
Bu durum, gözü yumunca her şeyin kararması, gözü açınca her şeyin belirmesi
gibi temel bir görüş farklılığı arz eder. Ancak Yûnus’un bu dalgalara “acayip”
demesi, baş gözü ile algılanmayacak olağanüstü bir görüntü silsilesinin deniz
dalgaları gibi bilince peş peşe gelmesinden dolayıdır.
Demek
ki bir veli iki makam arasındaki süreçleri geçtiğinde hakikate ilişkin bilgiler
ve manaya ilişkin sırlar, görülmedik varlık biçimleri halinde dalga dalga
belirerek veli ile temas etmektedir. Ancak bahsini ettiğimiz bu olağanüstü
varlık formları, nurdan oluşan geçici suretlerdir. Zaten ister maddeden oluşsun,
ister nurdan, suret her zaman geçici bir formdur ve daima bozulma zaafı taşır.
Yûnus
Emre bu boyutta hem beş duyumuzla temas kuran, hem de bu beş duyunun ötesindeki
beş duyuyu uyandıran bu suretlerin, her duyunun kabiliyetine göre biçim alma
yetenekleri olduğunu da ihsas eder. Zira göz suret görürken kulak onu duyar,
dil tadar, burun kokusunu alır, deri rüzgârını hisseder. Ancak bu suretlerin
mahiyetleri ne olursa olsun ve büründükleri biçimler ne kadar değişirse
değişsin, bunlar daima bilgi ve hikmeti temsil eden suretlerdir.
Gizli
deniz ve o denizde ortaya çıkan acayip dalgalar, daima velinin ilmine, o ilmin
genişliğine ve o genişlik içerisinde her an yeni dalgalarla bütünleşip
genişlemeye devam edeceğine işarettir.
Deniz
imajı, tasavvufta daima marifetin, yani Hakk’ın ihsan ettiği özel ilmin bir
göstereni olarak gelir. Böyle olduğu için bu ilmin gözle, bilgiyle ve Hakk ile
bilmek gibi üç katmanı vardır. Yûnus Emre, burada ancak Hakk’ın hakikatiyle
bilinen ilmin acayip dalgalar üreteceğini söylemektedir. Ayrıca bu boyutta
ummanlar gözleyerek şevkle dolan ve acayiplikler içinde kendinden geçen sadece
Yûnus Emre örneğiyle temsil edilen veliler değildir. Eş zamanlı olarak
kendisinin getirdikleri karşısında muhatabının düştüğü coşkuyu gören nesne de
aynı şevk ve coşkuyla dolar. Yûnus Emre, nesnelerin de duyular taşıdığını ama
onların duyularının bizdeki mevcut duyulardan daha gelişmiş gaybî duyular olduğunu
sezdirmektedir.
Buradaki
“nesneler” ibaresiyle hem maddi varlıkları, hem de nur halinde beliren gaybî
varlıkları kastediyoruz. Bu durumda nesnenin getirdiğini algılamak için,
onlardaki gaybî duyuların bizdekiyle eşleştirilmesi gerekir. Yûnus bu durumda,
nesnelerin duyularıyla velilerin beş duyu ötesindeki beş duyusu olan can
duyularını eşleştirmektedir. Bu boyutta hem nesnelerin hem de velilerin ilmi,
hakkıyla bilmek makamında birleşir ve aynîleşir.
İlave
etmek gerekir ki, her boyutun varlığı kelimeli yahut kelimesiz aynı dili
konuşur, aynı tecelliyi görür ve aynı kokuyu alır. Lakin Yûnus Emre, can
duyuları boyutundaki nesnelerle karşılaştığında onların bile görmeyeceği bir
üstünlüğe vurgu yapmaktadır. Buradan anlaşılır ki varlık, hangi boyutta ve
hangi halde -madde yahut ışık- bulunursa bulunsun, ârif daima onların önünde
yer alır. Çünkü onun ilmi onu, o ummanların bile göremeyeceği bir inciye
dönüştürmüş ya da denizler yutan bir katre haline getirerek bizzat o saklı
denizde saklamıştır.
Ancak bu katre öylesine muktedir bir katredir ki içine gizlendiği âlemin yüzlercesini içine gizleyecek bir varlık kabiliyeti taşır. Yûnus Emre, aynı zamanda her bütünün parçasında, her parçanın da bütününde gizlendiğini işaret etmektedir. Tepemizde uçsuz bucaksız bir deniz gibi dönüp duran gökyüzü, o bütünlük görüntüsünü kendisini oluşturan zerreler arasındaki bağlantıya borçludur. Aslında varlık, kendisini oluşturan parçalara gizlendiği için, devasa görünen yanıltıcı bir katredir. Zira o bütünlük ve tamlık görüntüsü, varlık katrelerinin özel bağlantılarla birbirine geçişmesinden ibarettir. Dolayısıyla her damla her daim bir umman ve her umman da her daim bir damladır.