İçimizden görünüp gözümüzü oyanlar

Bir gün mutlaka, ama mutlaka, kendi insanının ruhuna, duygusuna ve asırlık birikimlerine kapı aralayacak, kültür transferini gerçekleştirecek eserler üreten şuurlu ve idrak seviyesi yüksek sanatseverler sahnede yerini alacaktır. İşte o zaman tarihe gömdüğümüz nice ninnilerimiz, koşuklarımız, remizlerimiz, masallarımız, efsanelerimiz destanlarımız, menkıbelerimiz ve kıssalarımız hipnoz edilmiş hafızalarımıza can suyu olacaktır.

AH Anadolu! Nice nasihatin, kabahatin ve insana dair her hâlin izahını kâh hikmetli, kâh imalı, kâh mizah yüklü ifadelerle bir tartıda tartarcasına anlatan irfan ehli anayurt…

Bu kadim diyarda söz daima cevherdir. Kıymeti bilinerek söylenir. Değirmen taşındaki hububat gibi ezilerek, özüne inerek, mirasî bir ikramda bulunur alıcısına. O sözlerden birini bu satırlar aracılığıyla zamana not düşerken, konunun da girizgâhını yapmış olalım.

Anadolu’da, bir eylemi gerçekleştirirken netice alınamayacağını bile bile o işe kalkışan ve bu ihtimâle rağmen beyhude bir çabaya giren için derler ki, “Verin çarıklarımı gidem yıkılacağa, iki yatıp bi’ kalkam kabul olmayacağa”. Sonucu bile bile bir nevi işgüzarlık yapanlar için yergi içeren bu söz hâlâ halkın dilinde sıklıkla kullanılır.

Geçtiğimiz ay Antalya’da düzenlenen Altın Portakal Film Festivali’nde yarışmaya dâhil olan bir belgesel, işlediği konu dolayısıyla tartışmalara sebep olmuştu. Bu haberi takip edince, çocukluktan itibaren kulağımızda yer eden bu değerlendirme cümlesi aklıma düştü. Devlet’i hedef alarak işleyişine defans geliştiren ve bu mecradan ilerleyerek toplumun da üzerinde farklı hedeflere mesaj veren bir gayretin beyhude çabasına girildiğini gördük. Yine çarıklar ayaklara takılmış, halis niyetten gafil bir uğraşın mücadelesi verilmişti.

Konuyla ilgili yazılar kaleme alındı, fikirler beyan edildi. Fakat yapılan tüm bu kritiklere rağmen bir iki cümle kurma heyecanının önüne geçemedim maalesef.

Türkiye Cumhuriyeti’nin en alçak ve en kalleş ihanetinin yaşandığı “15 Temmuz Darbesi” sonrasında başlayan yasal süreci konu edinerek kamuoyuna aktaran ve bunda da Devlet’i hedef gösteren bir çalışma, festivaldeki seçkiler arasına dâhil edilmişti bildiğiniz üzere. Organizasyonun kendi içinde inişli çıkışlı gelişmelerini takip ederken, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı, organizasyona verdikleri desteği çektiklerini, ardından da Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı’ndan festivalin iptal edildiği haberini öğrendik.

Belgesel, iki kamu görevlisinin KHK ile görevden uzaklaştırılması sonucu yaşadıkları mağduriyeti konu alıyormuş. Hatta karakterlerden birinin yargı süreci hâlâ devam ediyormuş. “Böylesi bıçak sırtı bir konu henüz yargı tarafından sonuçlandırılmamışken, suçun varlığı veya yokluğu ispatlanmamışken, topluma aktarılmak istenen neydi acaba?” sorusunun cevabı, konunun içinde malûmun ilâmı tadında. Yargının bağımsızlığı konusu biteviye gündeme getirilip taraflı bir adalet sisteminin işleyişinden yaka paça yırtanlar, daha mahkemeleri tamamlanmamış dosyaları bir algı çerçevesinde sanatın eteği altına iliştirip konuya yön tayini yapmak istiyorlardı. Sanatın özerkliği adına ne kadar inandırıcı ve ne kadar etik sahibi acaba bu tavır?

Festivalden iki bakanlığın çekilmesi ve sonuçta iptal edilmesi üzerine bu konuda ilk tepki sizce kimden gelmiş olabilir? Tabiî ki “sanat” camiasından! Hani şu 15 Temmuz Darbesi’nde ülke için sesleri çıkmayan, hatta sesleri kendilerinin olsun, bu kalkışmaya yeterince ikna olmayıp bir de kendilerini ilgilendirmedikleri mealinde açıklamalar yapan camiadan... Yine her zamanki gibi toplumdan izole, tüm meselelerin izahının sadece kendilerinin yorumlarıyla hakikate ulaşacağı ve biz halk tabakasını (!) aydınlatacağı inanmışlığının arkasından kendilerini konumlandırdıkları emsalsiz sahadan…

Bu sabitlenmiş statü ve kendilerine münhasır toplumu dizayn etme yöntemleriyle halkın çoğunluğunda pek karşılıklarının olmadığı ise yadsınamaz bir gerçek. Bu gerçekten haberdar olmalarına rağmen hâlâ ipoteklenmiş zihin dünyalarının nüshalarını çoğaltmaya gayret kesilmeleri, mesnetsiz bir uğraşın ve bu toplumun kalıbına uymayacak bir tasarının peşine düşmektir. Tam da Anadolu’da söylenen sözün izdüşümü gibi, kabul olmayacak bir yatış kalkışın çarıklarını ayaklarına geçirmektir.

Argüman olarak ise yalama olmuş, adeta bir müflisin iflâsını resmeder gibi temsil yetkisinden, toplumun anatomik dokusundan malzemelerle evrensel bir çembere dâhil olarak katkı sunmak yerine, iki kelime bir cümleyle sığlaştırılmış dayatma bir tekerleme var ağızlarında: “Sanata sansür uygulanıyor, sanatın özgür olması gerekiyor…”

Pardon, “Sansür” derken? Artık afişe etmediğiniz neyiniz kaldı? “Mahremiyetimiz adına daha neleri ortalıklara saçarsak size göre muasır medeniyetler seviyesine ulaşabiliriz?” diye düşünmeden edemiyor insan.

Sinema sanatını icra eden hatırı sayılır kalabalık bir grup, gerek insanî değerler, gerek ülkenin sosyolojik dokusunu ve ahlâkî gönünü yüzüp üryan etme gayretine bu denli düşmüş hâlde. Bu akla zarar bir durum.

Bu ülkenin hayatî hiçbir gelişmesinde toplumun tavır aldığı eksende o güruhu görmek mümkün olmadı maalesef. Tanzimat Dönemi’nden bize miras kalan “Batı” hayranlığında yol alan ve genetik kodlarına asla uyum göstermeyen böylesi bir dirençli ilerleyiş, tüm çabalara rağmen bu topraklarda maya tutmayacaktır. Her türlü mağlûbiyete rağmen kumaş üstündeki yama, hatta o yamanın iri teğelleri gibi aidiyetsiz duruşu bir madalyon gibi taşımaya çoktan gönüllü bu topluluk, meselenin özüne asla inemeyecektir. İşte bu son Antalya Film Festivali’ndeki örnek gibi…

FETÖ terör örgütünün propagandasının açık açık yapıldığı bu yapıma böylesi sahip çıkma da neyin nesi? Siz bu ülkenin sivil halkına topla, tüfekle, havadan yağdırılan mermilerle saldırıldığında “Kendi aralarındaki hesaplaşma” diyerek renginizi belli etmiş, olayı Devlet’i yönetenlere ihale edip bireysel veya camianız adına tavır dahi alamamış kalbur üstü (!) bir topluluksunuz. Ola ki devletinden yana tavır alanları da kendi mahallenizde linç edip onuruyla oynayacak kadar gözlerini karartmışlarsınız. Bu ülke, sizin ne sözünüzden, ne keseceğiniz rollerden, ne katıldığınız ödül törenlerinde yaptığınız konuşmalardan, ne de (Allah muhafaza) herhangi hain bir eylem esnasında takınacağınız tutumdan ne bir beklentiye, ne de umuda sahip. Yeter ki “bizim adımızaymış” gibi hâller içine girmeyin.

Mutlaka durduğunuz tarafta fikirlerinizi benimseyerek sizleri destekleyen bir kitleniz olacaktır. Fakat unutmamakta fayda var ki, güneş balçıkla sıvanmıyor. Sanat dediğimiz, toplumun can damarlarından olan müstesna sahayı, damarlar Dede Korkut’tan Karacaoğlan’a, Yûnus Emre’ye, Pîr Sultan Abdal’a, Erzurumlu Emrah’a, Âşık Veysel’e, Neşet Ertaş’a kadar toprağın, ayazın, güneşin özünü emerek ait olduğu coğrafyaya eser verenler beslemiştir evvelâ. Hacivat ile Karagöz’ün yanında orta oyunu karakterleri Kavuklu ve Pişekâr gibi köklü geleneklerin sahibi olan bizler, tüm kültürlerin sanatsal faaliyetlerinden beslenmekle beraber, kendi kolonlarımızın üzerine binamızı inşâ etmeliyiz. O vakit toplumla entegre olup toplumun değerlerine göre eser üretme ve o toplumu öz kimliğiyle var etme misyonunu kuşanırız. O zaman millî bayramlarımızda sirtaki yerine zeybek, tango yerine çiftetelli oyunumuzu yeni nesle takdim ederiz.

Bir gün mutlaka, ama mutlaka, kendi insanının ruhuna, duygusuna ve asırlık birikimlerine kapı aralayacak, kültür transferini gerçekleştirecek eserler üreten şuurlu ve idrak seviyesi yüksek sanatseverler sahnede yerini alacaktır. İşte o zaman tarihe gömdüğümüz nice ninnilerimiz, koşuklarımız, remizlerimiz, masallarımız, efsanelerimiz destanlarımız, menkıbelerimiz ve kıssalarımız hipnoz edilmiş hafızalarımıza can suyu olacaktır.