İçimizdeki aynalar

İçimizdeki aynaların şöyle bir hasleti vardır: Bize sormadan birçok şeyi silebilirler. “Bunlar lâzım mı, değil mi?” diye de sormazlar asla. Onlara göre, kullanılmayanlar ya silinmeli ya da atılmalıdır. Zira beyin ve yürek çöplük değildir asla. Belki biz şöyle düşünebiliriz: “Ne gerek var silmeye ve atmaya? İşte şurada, şuracıkta bir yerde sıkışıp dursunlar, ne olacak ki? Arada bakarım, tozunu alırım, gerekirse fihrist yapar, o sıralamaya göre havalandırırım.” Ama aynalar bunu kabul etmez.

BUGÜN vaktinden önce uyandım yine. Mutfak, balkon ve oda… Ufuklar balkonlarda… Gece ve gündüz ve de akşamları gün batımı da… Kuşlar balkon demirlerinde. Ürkek, kaygılı ve güvenleri kaybolmuş olarak bir konup bir uçmaktalar. O an düşündüm; insanlar, bir boyutuyla kuşlara ne çok benziyor. Kuşların gökyüzündeki danslarıyla insanın kendi içindeki dansları ne çok örtüşüyor.  Ayakları, kolları, gözleri, gönülleri ve kimilerine göre “kuş beyinli” akılları da…

“İçimizdeki aynalar, ya onlarda nasıl görünüyoruz?” diye bir soru arkasına takılabiliriz zaman zaman. “Kuşların aynası olan gökyüzü bizim neyimiz oluyor?” diye… Ya bizim aynamızda kuşların dünyasına ait hangi yansımalar var?

Sanki hayat, başkalarının danslarını takip etmekle ilerleyen bir döngü. Ve bu öyle bir döngü ki, bir koni gibi âdeta; noktasal ucu içimizin derinliklerine doğru yol alan, geniş kısmı ise dışarıda olan asimetrik döngüye sahip bir saptama… Onun oldukça eğimli patikalarından aşağı doğru ilerleyince kendimize doğru yaklaştığımızı hissederiz âdeta. Kendimizi kendi içimizdeki aynalarda izleriz. Düz, çukur, tümsek… Koninin uç noktasından, gözlerimize varlığımızı yansıtacak bir ışık dalgası ulaşmadığını fark ettiğimiz de olabilir. Bu hâller içimizin derinliklerinde aranmalara neden olmakta. Bu aranmalar bir şahinin gökyüzündeki aranmalarına benzer. Sanki aynı hayâlin farklı düzlemlerdeki yansımaları gibi… Mühim olan ise, hangi düzlemde aynalara baktığımız değil, aynaları ve kendimizi yere düşürmememizdir. Zira aynalar daha çok bizim kurgularımızı yansıtırlar. Kurgular çok kırılgandır. Onlar öyle bir yapıdadırlar ki biraz hayâl, biraz rüya, hatta rüya içinde başka bir rüya… Bir de biraz et, biraz kemik işte…

Gözlerimizi içimizdeki aynalara doğrultup kendi hayatımızdan neler beklediğimizi yiğitçe sorabiliyor muyuz? Nedense bu tür sorularda gözler önce boşluğu tarar ve akabinde başlar öne düşer daima. O an zihinlerde iki şey belirir: Hayat ve beklemek... Her ikisi de insanın derinliğinde kaybolmuş gizemli ağrı gibi bitirme büyüsüdür. Bu bazen öyle bir hâl alır ki, insanın güzelliği umutsuzlukların gölgesinde kararır kalır ve hatta onu yalanlar da. Ama insan güçlü bir iradeye de sahiptir ve bu umutsuzluk zırhını sabrıyla parçalamayı da bilir. Yüreği ve aklıyla baktığı aynalarda yeni bir yüz inşâ etmesini becerebilir. Gönlünü dolduran o yüzü gözleriyle aynalara yansıtabilir. Yeniden kendine güvenebilir. Kuşlar gibi bir konup bir uçmaktan vazgeçer artık. Neden olmasın ki? Neden buna inanmasın ki insan?

Ama güvenmek ve inanmak her ne kadar aynı orijinli olsalar da doğrultuları oldukça farklıdır. İnsan bu durumda kendini küresel boyutta çok bilinmeyenli bir matematik problemi olarak görmeye başlayabilir. Baktığı her ayna ona bu denklemin kolay bir çözümü olmadığını da söyleyebilir. Çünkü güvenin aktığı ırmak ile inancın yeşerdiği vadi çok farklıdır. Ne zaman ki güven ırmağı inancın yeşerdiği vadide akmaya başlarsa, işte o vakit, problemin çok bilinmeyenli olması önemsizleşir. Ama bu iki olgu arasında geçiş yoksa her ikisinin de akarak doldurması gereken havuzlar farklıysa, o vakit problemin çözümü neredeyse imkânsızdır ve aynalar bu gerçeği hiç saklayamazlar. Bu öyle bir akıştır ki, her ikisi de birbirinden bağımsız hâlde doldurmaları gereken boşluklara taliptirler. Bazen de her ikisinin birlikte akarak doldurması gereken kuyular vardır. İster akış doğrultularında, ister akış vadilerinde yürünsün ve aynalar belli açılarla yerleştirilip bakılsın, çoğu zaman insanı, adı “zaman” olan büyük boşluklar satın alır.


Kum saati

İçimizin derinliklerinde saklanan koninin uç noktası gözümüze aynalardan bir kum saati gibi yansır. Ve biz hayatı kum saatine benzetiriz dolduğumuzda ve boşaldığımızda… Akarken kesilerek, yürürken durarak… Bunca ağır akışa rağmen sabırla bekleyen insan, sonunda kendisine ulaşmayı inançla başarır. Güven, bunu takip eden ikinci kazanım olarak bir başka vadide insanı bekler. Aynalardaki yansımalar renklendikçe bu inanç ve güven hissiyle birçok şey inşâ edilebilir. Evler, ormanlar, pınarlar, çiçekler, güzel ötücü kışlar, muhabbet sofraları, şiir geceleri, film izleme seansları vesaire. Ama yine de eksik kalır gönül aynalarının bir tarafı. Çünkü gönül aynasının derinliğinin sınırına ulaşmak, sonsuzluğa ulaşmak kadar kolay değildir. 

İnsan ne zaman içindeki aynalara destursuz bakmayı denerse, işte o zaman bazı sıkıntılar sarar başını! Sanki o baktığı aynalar, başka gezegenlere açılan birer kapı olur. İşte o an, hayatının tüm hikâyeleri büyük bir gürültüyle koninin dar ağzından bilinmeyen patikaların eğimine yenik düşer. Omuzların üzerinde taşınan baş, güven kaybına uğramış olarak sağa sola döner. İnancını kaybeden gözler ise yere mıhlanır. Her şeyin kendi destursuzluğu ile ilgili olduğunu düşünür insan. Baktığı aynalarda gözlerinden izler göremez olur. Sırrı çözülmüş bir aynaya bakar gibi, boş boş önündeki karanlığa bakar durur. Sanki içindeki aynalardan oldum olası hiçbir ışık taneciği bakışlarındaki o kocaman boşluğa hiç dokunmamış... “Acaba bir iz ya da birkaç anıya rastlanabilir mi?” düşüncesiyle koninin geniş yüzeyinden dar yüzeyine doğru yani aynaların en derinliklerine doğru yol alınır.

Belki de aynalar hafızalarındaki birçok şeyi çoktan silmiştir bile. İşte o vakit, tam da susmayı kuşanmanın vaktidir! İnsan susunca içindeki tüm aynaların sırları bir bir dökülür. Geceler bulutlanır. “Bakmamalıyım artık, sende göremediğim izlerim için üzgünüm” denir. Kırılgan olan kurguların eti ve kemiği çekilir. Hayâllerden ve rüyalardan oluşan yaşam da ortadan kalkar. İnsanın saklı bir vasfı da, içindeki farklı aynalara her ne pahasına olursa olsun bakma eylemidir. Belki de baktığı o farklı aynalarda zamanla hayâllerinin güneşini görebilecektir.

İnsan, içindeki aynaların içine doğru durmadan koşunca, inanç ve güven hususunda ister istemez tekrar ikiye bölünebilir. Bu durum, onu matematiksel bir çıkmaza sürükler ve kendi içinde kendinden hep birkaç adım geriden yürümeye başlamasına neden olur. Geriye kalsa da kimse ona “Gitme, kal” diye seslenmez. Soluğu kum saatinin içinde boğulur. Tüm kum tanecikleri üzerine yığılır, aynalar yumruklanır ve kalan kum tanecikleri de parmaklarına batar. O an, şiirlerin suyunu çektiği andır belki de. Tanımsız bir şiddetle parçalanan aynalar, sadece cam kırıkları, can kırıkları, kumlar ve insan objelerini sergiler. Şayet aynalara desturca bakılabilse doğrular görülebilecek, en doğru cümleler kurulabilecektir. Ve sonra insan yeniden imar etmenin peşine düşebilecektir. Can ve cam kırıklarından yeniden inşâ edilmiş bir ayna, yeni bir saray, aynı kalem ile aynı şiirlere devam edilecektir. Aslında, başında “yeni” farkıyla hep aynı birin yani içselleşmiş aşkın, etrafında tüm farkındalıklarıyla dolaşacaktır. İnsan, yol, ayna, hayat ve sevgi…

Bazen de içimizdeki aynalar hüzün yansıtır bize. Öyle ki, bırakıldığı yolun ortasında kimsesiz kalan öksüz bir çocuğun bakışlarındaki hüzün gibidir aynalardaki tüm yansımalar. Onlar, düştüğünde kanayan dizleri yüzünden suçlanmış, attığı her adımın hesabı istenmiş ve tüm yaşamı bu yüzden cezalandırılmış öksüz ve yetim bir çocuğun gözleri gibidir. Bakanlar dahi bilemez onun en güzel çağda ve en güzel mevsimde nasıl çaresiz kaldığını. Sanki lâle mevsiminde Emirgân’da havuzun başında lâle ve çiçek kokuları arasında terk edilmiş bir âşık gibidir; uzattığı eli tutulmayan, sürekli kalbi kırılan, asla anlaşılamayan bakışlar yansıyabilir aynalardan. Bu durumda insan, her şeyden ve herkesten ötelenerek, yaşamın dışına itilmiş olarak hisseder kendini ve o vakit ölümün bir kurtuluş olduğu dahi düşünülür. Ama yaşamın sadece yeryüzünde sevgisiz gezinmek olmadığı, anlamlı yaşamak için ruh ikizine ihtiyaç olduğu düşünülmeye başlanır zamanla…

Aynalara baktığında kendi canından can veren solukların kuşatması, sadece baktığı yere nasıl bir duyguyla bağlı olduğuna göre değişir. Özeli genelden ayıran bu haslet, aynı zamanda kurduğu düzen ve yaşamına ne kadar sahip çıktığıyla da ilgilidir. İnsan bu bakışların derinliğinde bazen “yaşamak” denen eylemin dışında olduğunu hisseder. Zira onun bakışlarındaki boşluğa bir kum tanesi dahi düşmemiştir. Bundan dolayı durduğu yerin daima dağınık olduğunu ve sonsuz parçalara ayrıldığını kabul eder ki bu parçaları bir değil, birçok hayat birleştiremeyebilir. Sevmelerin koşullu olduğu, güvenin sarsıldığı bir düzlemde hiçbir duygu ve hiçbir kimse kolay kolay barınamaz. Bakışlar öyle bir hâl alır ki boyaların renkleri tuvâllere dahi aktarılamaz ve dinlediği şarkılara da hiçbir meleğin eşlik etmediğine inanılır artık.

İçimizdeki aynaların şöyle bir hasleti daha vardır: Bize sormadan birçok şeyi silebilirler. “Bunlar lâzım mı, değil mi?” diye de sormazlar asla. Onlara göre, kullanılmayanlar ya silinmeli ya da atılmalıdır. Zira beyin ve yürek çöplük değildir asla. Belki biz şöyle düşünebiliriz: “Ne gerek var silmeye ve atmaya? İşte şurada, şuracıkta bir yerde sıkışıp dursunlar, ne olacak ki? Arada bakarım, tozunu alırım, gerekirse fihrist yapar, o sıralamaya göre havalandırırım.” Ama aynalar bunu kabul etmez. Kendilerine bakan gözlerin bağımsızlığıyla hoşnut olur onlar. “Benim içimde benden öteye bakan bakışlar mutluluk veremez asla” diye düşünürler. Bundan dolayı aynalara bakınca çok defa korkarız ve gözlerimizi kapatırız. Zira daha derinlerden gelen farklı yansımalar, aynaların huzurunu bozar. O bozulunca, sevgi konforu da bozulur. Bu durumda aynalar gibi silmek ve atmak en sağlıklı yöntem ve huzur için doğru bir eylem olur. 

Kendimizi açıp kapamaya korkarak aynaların karşısına geçince tümden görünür oluruz. Her ne kadar koninin en uç noktasını kapatsak da oradan sızıp gelen geçmişe ait yansımalar olacaktır elbette. Doğru olan, aynalara bakarak konuşmaktır. “Bak” deriz, “İşte bunlar benim ellerim ve kollarım! Artık sadece sana doğru yeni bir hilâl gibi açmışım. Âdeta yelkovan ve akrep gibi... Dikkat et, geçip gitmiş sarılmalardan oldukça arınmış, şimdi sadece ete ve kemiğe bürünmüş hâldeler. Sana doğru hep yeni bir dolunay olmaktan başka bir anlamları yok artık. Bak, işte bunlar da bacaklarım ve ayaklarım. Yürümüşler de yürümüşler… Boşa adımlamışlar onca yolu ve yorgunluktan bitap düşecekken senin sokağına ulaşmışlar. Geçmişte çok iyi yollar yürümediğini iyi anlamışlar. Ama yine de bunlar benim ayaklarım ve bacaklarım olarak kalmaya karar vermişler aynen kollarım ve ellerim gibi. Ve şimdi, dördü bir olup, ‘Maharet sevmekte değil, sevdiğine gidebilmektedir, onun için biz sana çok gerekliyiz’ diye fısıldamaktalar”. Bu ayaklar ve bu eller, beynin sildiği hiçbir yere gitmez ve hiçbir şeye de dokunmazlar. Ve beynin silemediği geçmişin kötü izlerine de takılıp kalmazlar asla.

Bazen yüreğini çıkarmak isteyebilir insan. Her şeyi ile onu aynaların önünde sergilemek ister. Belki de bedenin dışında kalmak, yürek için de iyi olabilir. Ama insan ne yaparsa yapsın, yüreğinin içinde tepinir durur. Bir yandan da koninin geniş kısmından dar kısmına doğru hızla savrulur. Sanki kanatlanmış da göklere çıkıyormuş gibi… Ama yürek bedenine sarılarak mavi bir yolculuğa başlarlar yeniden. Kolların arasında rüzgârlar, ayakların altında yamalı bohça gibi tarlalar ve çayırlar akar. Bir bakmışsın çok güzel bir vadiye, bir bakmışsın bir ardıç ağacının altına bırakmış kedini… Tam da o vakitler seslenilir aynalara “Bak işte, gör, bunlar da gözlerim!” diye, “İyi bak bunlara, çok iyi; sizdeki yansımaları gönlüme akıtan pınardır bunlar”. Nice uykuları kalbura dönmüş, nice geceleri kan revanla bitmiş, bazı gecelerin koynuna örümcek ağından salıncaklar kurup sabaha kadar salınmışlardır. Bazen de tek bir noktaya odaklanarak başka bir âleme hicret edip uykuyu ağır bir top gibi göz haznelerinden aşağı doğru yuvarlayarak onların pamuklu düşlerini parçalamışlardır.

Aynalar, kendilerine odaklanan gözleri kendi gözleriymiş gibi uzanarak oldukları yerde ovmak isteyince, hikâyeler gözlerle birlikte uzayıp mavili kırmızılı yollardan ve bedenin soğumuş teninden yine bir örümcek ağı gibi esnemeye başlar. Ve insan kendini, kendi yatağında, gözleri tavana dikilmiş hâlde, uykudan uzak bir yerde bulur. Ki aynalar, bu durumdan çok hoşnut kalmazlar.

Anlaşıldığı üzere aynalar, çok defa çok zor durumda bıraksalar da insanları, insanın, içindeki aynalarla her türlü hasbihâli devam edecektir.