BUGÜN vaktinden önce
uyandım yine. Mutfak, balkon ve oda… Ufuklar balkonlarda… Gece ve gündüz ve de akşamları
gün batımı da… Kuşlar balkon demirlerinde. Ürkek, kaygılı ve güvenleri
kaybolmuş olarak bir konup bir uçmaktalar. O an düşündüm; insanlar, bir
boyutuyla kuşlara ne çok benziyor. Kuşların gökyüzündeki danslarıyla insanın
kendi içindeki dansları ne çok örtüşüyor.
Ayakları, kolları, gözleri, gönülleri ve kimilerine göre “kuş beyinli” akılları
da…
“İçimizdeki
aynalar, ya onlarda nasıl görünüyoruz?” diye bir soru arkasına takılabiliriz
zaman zaman. “Kuşların aynası olan gökyüzü bizim neyimiz oluyor?” diye… Ya
bizim aynamızda kuşların dünyasına ait hangi yansımalar var?
Sanki
hayat, başkalarının danslarını takip etmekle ilerleyen bir döngü. Ve bu öyle
bir döngü ki, bir koni gibi âdeta; noktasal ucu içimizin derinliklerine doğru
yol alan, geniş kısmı ise dışarıda olan asimetrik döngüye sahip bir saptama…
Onun oldukça eğimli patikalarından aşağı doğru ilerleyince kendimize doğru
yaklaştığımızı hissederiz âdeta. Kendimizi kendi içimizdeki aynalarda izleriz.
Düz, çukur, tümsek… Koninin uç noktasından, gözlerimize varlığımızı yansıtacak
bir ışık dalgası ulaşmadığını fark ettiğimiz de olabilir. Bu hâller içimizin derinliklerinde
aranmalara neden olmakta. Bu aranmalar bir şahinin gökyüzündeki aranmalarına
benzer. Sanki aynı hayâlin farklı düzlemlerdeki yansımaları gibi… Mühim olan
ise, hangi düzlemde aynalara baktığımız değil, aynaları ve kendimizi yere
düşürmememizdir. Zira aynalar daha çok bizim kurgularımızı yansıtırlar. Kurgular
çok kırılgandır. Onlar öyle bir yapıdadırlar ki biraz hayâl, biraz rüya, hatta
rüya içinde başka bir rüya… Bir de biraz et, biraz kemik işte…
Gözlerimizi
içimizdeki aynalara doğrultup kendi hayatımızdan neler beklediğimizi yiğitçe
sorabiliyor muyuz? Nedense bu tür sorularda gözler önce boşluğu tarar ve
akabinde başlar öne düşer daima. O an zihinlerde iki şey belirir: Hayat ve
beklemek... Her ikisi de insanın derinliğinde kaybolmuş gizemli ağrı gibi
bitirme büyüsüdür. Bu bazen öyle bir hâl alır ki, insanın güzelliği
umutsuzlukların gölgesinde kararır kalır ve hatta onu yalanlar da. Ama insan
güçlü bir iradeye de sahiptir ve bu umutsuzluk zırhını sabrıyla parçalamayı da
bilir. Yüreği ve aklıyla baktığı aynalarda yeni bir yüz inşâ etmesini
becerebilir. Gönlünü dolduran o yüzü gözleriyle aynalara yansıtabilir. Yeniden
kendine güvenebilir. Kuşlar gibi bir konup bir uçmaktan vazgeçer artık. Neden
olmasın ki? Neden buna inanmasın ki insan?
Ama güvenmek ve inanmak her ne kadar aynı orijinli olsalar da doğrultuları oldukça farklıdır. İnsan bu durumda kendini küresel boyutta çok bilinmeyenli bir matematik problemi olarak görmeye başlayabilir. Baktığı her ayna ona bu denklemin kolay bir çözümü olmadığını da söyleyebilir. Çünkü güvenin aktığı ırmak ile inancın yeşerdiği vadi çok farklıdır. Ne zaman ki güven ırmağı inancın yeşerdiği vadide akmaya başlarsa, işte o vakit, problemin çok bilinmeyenli olması önemsizleşir. Ama bu iki olgu arasında geçiş yoksa her ikisinin de akarak doldurması gereken havuzlar farklıysa, o vakit problemin çözümü neredeyse imkânsızdır ve aynalar bu gerçeği hiç saklayamazlar. Bu öyle bir akıştır ki, her ikisi de birbirinden bağımsız hâlde doldurmaları gereken boşluklara taliptirler. Bazen de her ikisinin birlikte akarak doldurması gereken kuyular vardır. İster akış doğrultularında, ister akış vadilerinde yürünsün ve aynalar belli açılarla yerleştirilip bakılsın, çoğu zaman insanı, adı “zaman” olan büyük boşluklar satın alır.
Kum
saati
İçimizin
derinliklerinde saklanan koninin uç noktası gözümüze aynalardan bir kum saati
gibi yansır. Ve biz hayatı kum saatine benzetiriz dolduğumuzda ve
boşaldığımızda… Akarken kesilerek, yürürken durarak… Bunca ağır akışa rağmen
sabırla bekleyen insan, sonunda kendisine ulaşmayı inançla başarır. Güven, bunu
takip eden ikinci kazanım olarak bir başka vadide insanı bekler. Aynalardaki
yansımalar renklendikçe bu inanç ve güven hissiyle birçok şey inşâ edilebilir.
Evler, ormanlar, pınarlar, çiçekler, güzel ötücü kışlar, muhabbet sofraları,
şiir geceleri, film izleme seansları vesaire. Ama yine de eksik kalır gönül
aynalarının bir tarafı. Çünkü gönül aynasının derinliğinin sınırına ulaşmak,
sonsuzluğa ulaşmak kadar kolay değildir.
İnsan
ne zaman içindeki aynalara destursuz bakmayı denerse, işte o zaman bazı sıkıntılar
sarar başını! Sanki o baktığı aynalar, başka gezegenlere açılan birer kapı
olur. İşte o an, hayatının tüm hikâyeleri büyük bir gürültüyle koninin dar
ağzından bilinmeyen patikaların eğimine yenik düşer. Omuzların üzerinde taşınan
baş, güven kaybına uğramış olarak sağa sola döner. İnancını kaybeden gözler ise
yere mıhlanır. Her şeyin kendi destursuzluğu ile ilgili olduğunu düşünür insan.
Baktığı aynalarda gözlerinden izler göremez olur. Sırrı çözülmüş bir aynaya
bakar gibi, boş boş önündeki karanlığa bakar durur. Sanki içindeki aynalardan
oldum olası hiçbir ışık taneciği bakışlarındaki o kocaman boşluğa hiç
dokunmamış... “Acaba bir iz ya da birkaç anıya rastlanabilir mi?” düşüncesiyle
koninin geniş yüzeyinden dar yüzeyine doğru yani aynaların en derinliklerine
doğru yol alınır.
Belki
de aynalar hafızalarındaki birçok şeyi çoktan silmiştir bile. İşte o vakit, tam
da susmayı kuşanmanın vaktidir! İnsan susunca içindeki tüm aynaların sırları
bir bir dökülür. Geceler bulutlanır. “Bakmamalıyım artık, sende göremediğim izlerim
için üzgünüm” denir. Kırılgan olan kurguların eti ve kemiği çekilir. Hayâllerden
ve rüyalardan oluşan yaşam da ortadan kalkar. İnsanın saklı bir vasfı da,
içindeki farklı aynalara her ne pahasına olursa olsun bakma eylemidir. Belki de
baktığı o farklı aynalarda zamanla hayâllerinin güneşini görebilecektir.
İnsan,
içindeki aynaların içine doğru durmadan koşunca, inanç ve güven hususunda ister
istemez tekrar ikiye bölünebilir. Bu durum, onu matematiksel bir çıkmaza
sürükler ve kendi içinde kendinden hep birkaç adım geriden yürümeye başlamasına
neden olur. Geriye kalsa da kimse ona “Gitme, kal” diye seslenmez. Soluğu kum
saatinin içinde boğulur. Tüm kum tanecikleri üzerine yığılır, aynalar
yumruklanır ve kalan kum tanecikleri de parmaklarına batar. O an, şiirlerin
suyunu çektiği andır belki de. Tanımsız bir şiddetle parçalanan aynalar, sadece
cam kırıkları, can kırıkları, kumlar ve insan objelerini sergiler. Şayet
aynalara desturca bakılabilse doğrular görülebilecek, en doğru cümleler
kurulabilecektir. Ve sonra insan yeniden imar etmenin peşine düşebilecektir.
Can ve cam kırıklarından yeniden inşâ edilmiş bir ayna, yeni bir saray, aynı
kalem ile aynı şiirlere devam edilecektir. Aslında, başında “yeni” farkıyla hep
aynı birin yani içselleşmiş aşkın, etrafında tüm farkındalıklarıyla dolaşacaktır.
İnsan, yol, ayna, hayat ve sevgi…
Bazen
de içimizdeki aynalar hüzün yansıtır bize. Öyle ki, bırakıldığı yolun ortasında
kimsesiz kalan öksüz bir çocuğun bakışlarındaki hüzün gibidir aynalardaki tüm
yansımalar. Onlar, düştüğünde kanayan dizleri yüzünden suçlanmış, attığı her
adımın hesabı istenmiş ve tüm yaşamı bu yüzden cezalandırılmış öksüz ve yetim
bir çocuğun gözleri gibidir. Bakanlar dahi bilemez onun en güzel çağda ve en
güzel mevsimde nasıl çaresiz kaldığını. Sanki lâle mevsiminde Emirgân’da
havuzun başında lâle ve çiçek kokuları arasında terk edilmiş bir âşık gibidir; uzattığı
eli tutulmayan, sürekli kalbi kırılan, asla anlaşılamayan bakışlar yansıyabilir
aynalardan. Bu durumda insan, her şeyden ve herkesten ötelenerek, yaşamın dışına
itilmiş olarak hisseder kendini ve o vakit ölümün bir kurtuluş olduğu dahi
düşünülür. Ama yaşamın sadece yeryüzünde sevgisiz gezinmek olmadığı, anlamlı
yaşamak için ruh ikizine ihtiyaç olduğu düşünülmeye başlanır zamanla…
Aynalara
baktığında kendi canından can veren solukların kuşatması, sadece baktığı yere
nasıl bir duyguyla bağlı olduğuna göre değişir. Özeli genelden ayıran bu
haslet, aynı zamanda kurduğu düzen ve yaşamına ne kadar sahip çıktığıyla da
ilgilidir. İnsan bu bakışların derinliğinde bazen “yaşamak” denen eylemin
dışında olduğunu hisseder. Zira onun bakışlarındaki boşluğa bir kum tanesi dahi
düşmemiştir. Bundan dolayı durduğu yerin daima dağınık olduğunu ve sonsuz
parçalara ayrıldığını kabul eder ki bu parçaları bir değil, birçok hayat
birleştiremeyebilir. Sevmelerin koşullu olduğu, güvenin sarsıldığı bir düzlemde
hiçbir duygu ve hiçbir kimse kolay kolay barınamaz. Bakışlar öyle bir hâl alır
ki boyaların renkleri tuvâllere dahi aktarılamaz ve dinlediği şarkılara da hiçbir
meleğin eşlik etmediğine inanılır artık.
İçimizdeki
aynaların şöyle bir hasleti daha vardır: Bize sormadan birçok şeyi silebilirler.
“Bunlar lâzım mı, değil mi?” diye de sormazlar asla. Onlara göre,
kullanılmayanlar ya silinmeli ya da atılmalıdır. Zira beyin ve yürek çöplük
değildir asla. Belki biz şöyle düşünebiliriz: “Ne gerek var silmeye ve atmaya?
İşte şurada, şuracıkta bir yerde sıkışıp dursunlar, ne olacak ki? Arada
bakarım, tozunu alırım, gerekirse fihrist yapar, o sıralamaya göre
havalandırırım.” Ama aynalar bunu kabul etmez. Kendilerine bakan gözlerin
bağımsızlığıyla hoşnut olur onlar. “Benim içimde benden öteye bakan bakışlar
mutluluk veremez asla” diye düşünürler. Bundan dolayı aynalara bakınca çok defa
korkarız ve gözlerimizi kapatırız. Zira daha derinlerden gelen farklı yansımalar,
aynaların huzurunu bozar. O bozulunca, sevgi konforu da bozulur. Bu durumda aynalar
gibi silmek ve atmak en sağlıklı yöntem ve huzur için doğru bir eylem olur.
Kendimizi
açıp kapamaya korkarak aynaların karşısına geçince tümden görünür oluruz. Her
ne kadar koninin en uç noktasını kapatsak da oradan sızıp gelen geçmişe ait
yansımalar olacaktır elbette. Doğru olan, aynalara bakarak konuşmaktır. “Bak”
deriz, “İşte bunlar benim ellerim ve kollarım! Artık sadece sana doğru yeni bir
hilâl gibi açmışım. Âdeta yelkovan ve akrep gibi... Dikkat et, geçip gitmiş
sarılmalardan oldukça arınmış, şimdi sadece ete ve kemiğe bürünmüş hâldeler.
Sana doğru hep yeni bir dolunay olmaktan başka bir anlamları yok artık. Bak,
işte bunlar da bacaklarım ve ayaklarım. Yürümüşler de yürümüşler… Boşa
adımlamışlar onca yolu ve yorgunluktan bitap düşecekken senin sokağına
ulaşmışlar. Geçmişte çok iyi yollar yürümediğini iyi anlamışlar. Ama yine de
bunlar benim ayaklarım ve bacaklarım olarak kalmaya karar vermişler aynen
kollarım ve ellerim gibi. Ve şimdi, dördü bir olup, ‘Maharet sevmekte değil,
sevdiğine gidebilmektedir, onun için biz sana çok gerekliyiz’ diye
fısıldamaktalar”. Bu ayaklar ve bu eller, beynin sildiği hiçbir yere gitmez ve
hiçbir şeye de dokunmazlar. Ve beynin silemediği geçmişin kötü izlerine de
takılıp kalmazlar asla.
Bazen
yüreğini çıkarmak isteyebilir insan. Her şeyi ile onu aynaların önünde
sergilemek ister. Belki de bedenin dışında kalmak, yürek için de iyi olabilir.
Ama insan ne yaparsa yapsın, yüreğinin içinde tepinir durur. Bir yandan da
koninin geniş kısmından dar kısmına doğru hızla savrulur. Sanki kanatlanmış da
göklere çıkıyormuş gibi… Ama yürek bedenine sarılarak mavi bir yolculuğa
başlarlar yeniden. Kolların arasında rüzgârlar, ayakların altında yamalı bohça
gibi tarlalar ve çayırlar akar. Bir bakmışsın çok güzel bir vadiye, bir
bakmışsın bir ardıç ağacının altına bırakmış kedini… Tam da o vakitler seslenilir
aynalara “Bak işte, gör, bunlar da gözlerim!” diye, “İyi bak bunlara, çok iyi;
sizdeki yansımaları gönlüme akıtan pınardır bunlar”. Nice uykuları kalbura
dönmüş, nice geceleri kan revanla bitmiş, bazı gecelerin koynuna örümcek
ağından salıncaklar kurup sabaha kadar salınmışlardır. Bazen de tek bir noktaya
odaklanarak başka bir âleme hicret edip uykuyu ağır bir top gibi göz
haznelerinden aşağı doğru yuvarlayarak onların pamuklu düşlerini
parçalamışlardır.
Aynalar,
kendilerine odaklanan gözleri kendi gözleriymiş gibi uzanarak oldukları yerde
ovmak isteyince, hikâyeler gözlerle birlikte uzayıp mavili kırmızılı yollardan
ve bedenin soğumuş teninden yine bir örümcek ağı gibi esnemeye başlar. Ve insan
kendini, kendi yatağında, gözleri tavana dikilmiş hâlde, uykudan uzak bir yerde
bulur. Ki aynalar, bu durumdan çok hoşnut kalmazlar.
Anlaşıldığı
üzere aynalar, çok defa çok zor durumda bıraksalar da insanları, insanın, içindeki
aynalarla her türlü hasbihâli devam edecektir.