İçimizdeki antagonist

Belki de etrafımızdakilerle değil de içimizdeki düşmanla savaşsak, zafer sancağını çekmek bizim için daha kolay olacak. Bunu başarabilmek sürekli değişim ve gelişime uyarlı olan biz insanlar için zor olmasa gerek…

SAVAŞ, tarihi şekillendiren en şiddetli çatışmadır. Taraflar arasında düşmanca tavırlar sergilenir, insanlar birbirini vurur, insanlar vurulur, düşmana galebe çalınır, şehirler alınır, ülkeler işgal edilir, kahramanlar çıkar ve kahramanlıklar oluşur, bazen ülkeler yok edilir, tarih sayfasından silinir gider, ancak kapanmayacak yaralar açılır ve tahribatın yol açtığı izler insanların hafızalarından uzun süre silinmezler.  

İnsan illâki bir şeylerle savaşır, savaşın olmadığı sair zamanlarda da menfaat ve istekleri doğrultusunda mücadele eder ve kendilerine birtakım düşmanlar oluşturur, kendi kurgularıyla oluşturdukları muharebe meydanının kahramanı da kendileri olurlar.

Evet, hayatı bir savaş alanına ya da senaryoya benzetirsek, “Her insan kendi senaryosunun kahramanıdır” diyebiliriz. Bununla birlikte başka bir şey daha ortaya çıkıyor: Bir başka kahramanın antagonisti olma ihtimâli… Dolayısıyla çatışma kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bunu bir de yakın derecedeki ilişkilere indirgersek, çatışmaların en çok bizim için değer atfettiğimiz insanlarla yaşadığımızı görürüz. Anne çocukla, çocuk kardeşiyle, kadın kocasıyla, patron çalışanıyla, öğrenci öğretmenle...

Senelerce emek vererek büyüttüğümüz çocuğumuza söylediğimiz bir kelimenin kurşun yarası etkisi vermiş olmasıyla suçlanabilir ya da onu zedelemiş olabiliriz. Eşinizin annesi tarafından toprakları işgal edilmiş düşman muamelesi görebilirsiniz. Zengin bir babanın mirasını bölüşmek, kardeş sayısı kaç olursa olsun zordur. Arkadaşlarımız başarıyor da biz başaramıyorsak, onlar kazanıyor da biz kazanamıyorsak, yaşlı annemize kardeşlerimizle değil de yalnız bakıyorsak...

Ailemizle, yakınlarımızla, değer verdiklerimizle bizi bu denli burun buruna getiren, ilişkilerimizi aşındıran bir başka şey, onları sahiplenme şekillerimizdeki dengesizliklerimiz, samimiyet kurarken farkında olmadan yaptığımız aşırılıklarımız, onlara emanet gözüyle değil de savaşılması gereken rakipler yahut yönetilmesi gereken teba muamelesi göstermemiz, bu histen kaynaklanır. 

Tıpkı Schopenhauer’in “Kirpi İkilemi” benzetmesindeki gibi… Soğuk havalarda ısınmak için birbirine yaklaşan kirpiler dikenlerinin birbirine batması nedeniyle bundan vazgeçerler ve belli bir mesafeden daha fazla birbirlerine yakınlaşmazlar. Bu da onların zarar görmemelerini sağlar. Samimiyette hâddi aşmak, kendi arzu, zevk ve ihtiraslarımızı bir diken hâline dönüştürüp yakın plândaki sevdiklerimize zarar verebilir; bu durum bizi kahraman olmaktan çıkarır ve düşman mesabesine düşürür.

Bunca kıymet atfettiğimiz yakınlarımızla karmaşık münakaşalara girmemiz, ilişkilerimizin zedelenmesi, her zaman yanımızda yöremizde, sağımızda solumuzda bir arada olduğumuz bu kişilere alışık olmanın beraberinde getirdiği değer eksilmeleri, sahiplenme yanılgılarıdır. Aynı zamanda egoist yaklaşımlarımızdan doğan ve onlara karşı içimizde -zaaflı ve kusurlu yanlarımızla yemlediğimiz- bir düşman var edişimizdendir. Gerçek kahramanlık ise bu düşmanı dize getirebilme gücünde saklıdır. Bu da zevk ihtirasların aşırılıklardan arınmasıyla, değer verdiklerimizi emanet olarak görmekle mümkün olacaktır. “Emanet”, ihanet edilmeden, yerine sağ salim teslim edilecek bir değerdir.

Belki de etrafımızdakilerle değil de içimizdeki düşmanla savaşsak, zafer sancağını çekmek bizim için daha kolay olacak. Bunu başarabilmek sürekli değişim ve gelişime uyarlı olan biz insanlar için zor olmasa gerek. Yapılması gereken tek şey, haset ve kibir gibi hasletlerle beslenmemek ve bunlara karşı bağışıklık kazanmak. İşte en büyük zafer kutlamalarını o zaman yapabiliriz!