İçimizdeki Amerika’ya dikkat edelim

ABD ülkemizde elde etmiş olduğu gayrimeşru imtiyazı asla kaybetmek istemeyecektir. Bu, emperyalizmin huyudur. Onun için içimizdeki Amerika’ya dikkat etmek ve rahat edebilmek için onu içimizden tamamen söküp atmak zorundayız. Elbette bu, Türkiye gibi demokratik bir ülkede kolay bir iş değildir.

MERHUM Mahir Kaynak Hoca ile 1982-1983 yıllarında Konya Selçuk Üniversitesinde bir mesai arkadaşlığımız olmuştu. Ben üniversitenin genel sekreteri, o da iktisat doçenti bir öğretim üyesi idi. Kendisi, bilindiği gibi Madanoğlu’nun darbe cuntasını ortaya çıkaran MİT ajanı olarak bilinir. Doğrudur. Bu hizmeti ile beraber maalesef deşifre olmuş, devamında sanki bir suç işlemiş gibi, başta mensubu bulunduğu İstanbul Üniversitesi olmak üzere birçok kurum tarafından dışlanmış, o da Rektör -merhum- Erol Güngör Hoca’nın himmetiyle Selçuk Üniversitesine sığınmıştı.

Oldukça geniş kültürlü ve iddiası olan bir insandı. İddialarından birisi de, Türkiye’de vuku bulan olağan dışı siyâsî, ekonomik ve sosyal her türlü olayın kaynağının dış dinamikler olduğu, bu itibarla olayların anlaşılabilmesi için her zaman gözümüzü dışarıya çevirmemiz gerektiği idi.

“Dış dinamik” deyince -bu onun ifadesi- kastettiği, en fazla ABD ve İngiltere kaynaklı etkenlerdi. Açıkçası ben o yıllarda onun bu iddiasına şüpheyle bakar, daha doğrusu inanmazdım. Fakat ileriki yıllarda ortaya çıkan birtakım gerçekler, birtakım yabancı ellerin ülkemizin ve devletimizin içlerine, hatta kılcal damarlarına kadar girip istedikleri her türlü provokasyonu yapmış ve yapmakta oldukları gerçeğini gözlerimize soktu.

Ayakta kalan devlet

O yıllarda FETÖ gerçeğinden zaten hiç haberimiz yoktu elbette ama daha yetmişli yıllarda MİT Müsteşarı anlı şanlı bir generalimizin, başında bulunduğu teşkilatı kastederek “Biz CIA’nın Türkiye şubesiyiz” dediğini, Türkiye’nin devlet yapısı içerisinde ABD’nin kurup yönettiğini, bütçesini karşıladığı ve adına “Kontrgerilla” denilen bir kurumun varlığından Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının bîhaber olduğunu, 12 Eylül Darbesi’nin haberinin bir yardımcısı tarafından ABD Başkanı Jimmy Carter’e “Bizim çocuklar başardı” ifadesiyle iletildiğini, bütün darbelerin arkasında tamamen bu devletin olduğunu bilmediğimiz gibi, 12 Eylül Darbesi’nin öncesinde ülkemizde her gün onlarca insanımız katledilerek adeta bir iç savaş yaşanmakta iken darbenin gerçekleştiği gecenin hemen ertesi yani 12 Eylül günü olayların bıçak gibi kesilmiş olmasının sebebini de anlayabilmiş değildik. Nasıl anlayabilirdik ki? Alaşağı edilen hükûmetin başı, ülkenin en kıdemli, en tecrübeli siyasetçisi ve devlet adamı olan Süleyman Demirel dahi, “11 Eylül’de ülkede terör zirve yapmışken, 12 Eylül’de ne oldu da ülke sütliman oldu, bunu birileri açıklamalı” diye başkalarından medet umuyordu.

Bu devlet nasıl ayakta kalmıştı? Ülkenin Başbakanının, yönettiği devletten haberi yoktu!

Görünürde Türkiye bağımsız bir devlet idi ama o yıllarda her şeyimizde ABD’ye muhtaç olduğumuz için, bir de “soğuk harp” şartlarında Komünist Sovyet tehdidi bahanesiyle devletimiz her türlü isteklerine boyun eğmek zorunda kalmışsa da bizlere bu pek duyurulmuyor, hissettirilmiyordu. Her yıl devletten devlete, ABD’den sadra şifa olmaktan çok uzak da olsa sadaka kabilinden bir miktar malî yardım alır, ordumuzun ihtiyacı olan silah, cephane ve teçhizatı karşılamak için ABD, Yunanistan’la kıyas ederek her yıl bütçesine milletimizi tezlil edercesine 10’da 7 oranında bir tahsisat koyar, bizim devlet adamlarımızın “Bize haksızlık yapılıyor, daha fazla istiyoruz” gibi yakınmalarına cevap vermeye dahi tenezzül etmez, bunu da bizim devletimiz çaresizce sineye çekmek zorunda kalırdı.

1958-1963 yılları arasında Askerî Lise ve Kara Harp Okulunda okuduğum yıllarda botlarımız ve birtakım giysilerimiz ABD’den gelmekteydi. Bunlar, evet, yeni ve kaliteli eşyalardı. Fakat Askerî Lisede bizler karacı olarak hâkî renkli elbiseler giyiyor olmamıza rağmen bir defasında havacılara ait mavi renkli bir yığın kaput ortaya dökülüp herkesin vücuduna uygun bir tanesini almasını söylediler. Bunlar çok kullanılmış, bazılarının astarı sökülmüş, düğmeleri kopmuş eski şeylerdi. Evet, bizler Amerikan havacılarının aslında çöpe atacakları eskilerini giyecektik, giydik.

Bu şartlar muvacehesinde ABD’nin Türkiye toprakları içerisinde ulaşamayacağı bir yer, yapamayacağı ve yaptıramayacağı bir şey olabilir miydi?

“Barış Gönüllüleri”

Nitekim 1963-1967 yılları arasında ülkemiz ABD Başkanı John F. Kennedy’nin, adına “Barış Gönüllüleri” dediği acayip bir “ordu”nun istilasına uğramış, aynı yıllarda tahsilde olduğum Atatürk Üniversitesinde ve tüm Erzurum’da Amerika’nın bu “Barış Gönüllüleri” kaynıyordu. Bunların pek çoğu 20-25 yaşlarında çok güzel, alımlı kızlardan oluşuyordu. Bunlar neyin barışını yapıyorlardı, anlayabilmiş değildik! Bu kızlar cazibelerini kullanarak, üniversitemizdeki zaten dünden teşne, istedikleri gençlerle kolayca ilişki kuruyorlardı. Bizim fakültemizin, ABD’nin Nebraska Üniversitesi ile yapmış olduğu bir anlaşma gereğince bazı hocalarımız da oradan gelmiş Amerikalı profesörlerdi. Bunlar ülkemizin “tarım potansiyelini araştırmak” için Doğu Anadolu’yu gezmeyi çok seviyorlardı.

Bir gün bu hocalarımızdan birisinin elinde tuttuğu bir Türkiye haritasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu kapsayacak şekilde çekilmiş bir sınır ile üzerindeki “Kürdistan” yazısını bizim bazı arkadaşlarımız görmüşler. Bu haber üniversitede yayılmış ve o profesör, biz öğrenciler tarafından protesto edilmişti. Bir süre sonra o hocayı görmez olmuştuk; herhâlde deşifre olduğu için geri çekilmişti. Gerçi o zamanlar bölücülük bugünkü gibi aleni ve yaygın olmadığı için, bilâhare o olayın üzerinde hiç durulmamıştı.

Amerika’nın faaliyetleri elbette sadece ülkemizin doğu ve güneydoğusuyla sınırlı değildi. 1973 senesinde tahsil için ABD’de bulunduğum sırada Türkçe konuşan bir gençle karşılaşmıştım. Bu genç, Aksaray’ın bir köyünde uzun süre kalmış, orayla ilgili bazı ses kayıtları ve dokümanları bana göstermişti. Belli ki, ABD ülkemizin sosyal yapısının anatomisini çıkarmış, zaaflarını, fay ve kırılma hatlarını iyice tespit etmiştir.

Bu işleri öteden beri İngilizler çok iyi yapmaktadırlar. Casus Lawrence’yi herkes biliyor. Onların, insanı hayretlere düşüren derecede ne kadar sofistike çalıştıklarını iyi anlayabilmek için, Vehhabiliğin kurulmasını sağlayan casus Hamper’in itiraflarını okumamız gerekiyor.

Şimdi bu işi Amerikalılar da çok iyi yapıyorlar. Fetullah Gülen konusunun üzerinde lâyığı ile duramadığımızı düşünüyorum. ABD’nin bu insanla, onun genç bir imam olduğu altmışlı yıllarda ilişki kurduğu söyleniyor. Bu bilginin hiç de yeterli olmadığı ortada. İlkokul mezunu bir köy imamı ile ABD, onun hangi özelliği/özellikleri sebebiyle ve nasıl ilişki kurmuş olabilir? Bu genç insanı diğer insanlardan farklı kılan esas özelliği, baba tarafından Ermeni ve anne tarafından Yahudi olduğudur. Amerikalılar onun bu sıfatını ne zaman ve nasıl keşfetmişler, kafasına ve kalbine Ermeni ve Yahudi sevgisini, Türk ve İslâm düşmanlığı dâvâsını acaba ne zaman yerleştirmişlerdir? İran’dan gelip Erzurum’un Pasinler ilçesinin bir köyüne yerleşen ailesinin baştan beri takip ve gözetim altına alınmış, ilişkinin aileyle kurulmuş ve o henüz çocuk iken işe başlanmış olması gerekmektedir. Bu işi ne Başkan Kennedy’nin 1961-1962 yıllarında ülkemize boca ettiği “Barış Gönüllüleri”, ne de üniversitemizdeki ABD vatandaşı olan Nebraska Üniversitesinin öğretim üyeleri becerebilirdi. Belli ki bu iş, çok profesyonel gizli bir organizasyonun işiydi. Bunun böyle olduğunu Fetullah’ın ileriki yıllardaki ilişkilerinden dolayı daha iyi anlayabiliyoruz.

 

O gün Agop’tu, bugün Daron

CHP’nin on yıl genel sekreterliğini yapmış, Adana milletvekili ve partisinde ellili yıllarda İsmet Paşa’dan sonra ikici adam olan Kasım Gülek’le, Komünizmle Mücadele Derneği’nin kurucusu olan bu ilkokul mezunu imamın normalde ne alâkası olabilirdi ki ABD ile olan ilişkilerinde en büyük yardım ve himmeti Amerikan muhibbi bu Mason siyasetçiden görsün?

Fetullah’ın CHP’nin başına ırkdaşı ve dâvâ arkadaşı Kemal Kılıçdaroğlu’nu bulup getirmesi de, Kılıçdaroğlu’nun ise bugün Ermeni asıllı ABD vatandaşı Daron Acemyan’ı bulması da asla kendi bilgileri ve marifetleriyle değil, ABD’nin söz konusu gizli teşkilatının yardım ve talimatıyladır. Es kaza bu Ermeni Acemyan’a Türk ekonomisi teslim edilmiş olsa acaba ne olur? Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nun başına getirdiği Ermeni Agop Martayan dilimizi ne yaptıysa, ekonomimiz de o olur.

“Daron çok bilgili, çok parlak bir ekonomistmiş”. Agop Martayan da çok bilgili bir dilci idi. 5-6 tane dil biliyordu. Onu daha da tehlikeli yapan, belki de bu çok bilgili hâliydi. Türk Dil Kurumu’na damgasını vurdu, daha sonra kendi yerine yerleştirdiği talebeleri de güzel ve zengin Türkçemiz üzerinde yıllarca tepinip dilimizi fakirleştirdiler, kısırlaştırdılar, bugünkü dejenere hâline soktular.

Atatürk, “Türk Devleti’nin temeli kültürdür” ve “Benim karakterim bağımsızlıktır” demişti. Bir milletin kültürünün iki temel unsuru, dini ve dilidir. Dilini bir Ermeni’ye teslim etmek, İslâm dinini devletin ve milletin hayatından çıkarmaya çalışmak nasıl bir kültür anlayışı, nasıl bir bağımsızlık karakteridir? Bu vesileyle bu hususa da kenarından işaret etmiş olalım.

Söylemek istediğim şey şu ki, ABD’nin içimizdeki eli, sadece henüz tamamen tasfiye edilebilmiş olmayan FETÖ değil, ondan çok önceden beri ülkemizin içine yerleşmiş olan CIA’dır. Nitekim ne FETÖ’nün, ne de PKK’nın aktif rol aldığı ülkeyi sarsan Gezi Olayları gibi bir kalkışmanın yapılabilmiş olması, CIA’nın içimizdeki gücünü göstermiştir.  

ABD Başkanı Baydın, Cumhurbaşkanımızı demokratik yoldan seçimle devirmek istediğini, bunun için muhalefete destek vereceklerini söylemişti. Evet, muhalefete destek ve talimat veriyor ama onun bu sözüne inanarak, demokrasi dışı yollara başvurmayacaklarını sanmak gaflet olur. Çünkü onlar genellikle söylediklerinin tersini yapan yalancı insanlardır. Baydın bu sözünde samimî olsa dahi o ülkede Beyaz Saray’dan başka, CIA ve Pentagon olarak iki tane daha siyâsî irade vardır ve onların tarzları daima hukuk ve demokrasi dışılıktır. ABD ülkemizde elde etmiş olduğu gayrimeşru imtiyazı asla kaybetmek istemeyecektir. Bu, emperyalizmin huyudur. Onun için içimizdeki Amerika’ya dikkat etmek ve rahat edebilmek için onu içimizden tamamen söküp atmak zorundayız. Elbette bu, Türkiye gibi demokratik bir ülkede kolay bir iş değildir.

Son söz

ABD, İran’da da Şah Rıza Pehlevi’nin iktidarı döneminde, bizde olduğu gibi bu ülkenin bünyesine iyice yerleşmişken, Ayetullah Humeyni Devrimi’nden sonraki dönemde Molla yönetiminin bu yapıyı tasfiye etme hamlesi başlayınca karşılıklı olarak çok kan dökülmüş, rejimin bir başbakanı dahi görevinin başında suikastla katledilmişti. Yönetim hiçbir hukukî yönteme tevessül etmeksizin, en küçük bir Amerikan yahut muhalif kokusu hissettiği bir kimseyi hiç tereddüt etmeden bulduğu yerde öldürmüş, rejimin bizatihi kendi yönetimi sırasında seçilmiş olan Cumhurbaşkanı Beni Sadr dahi çarşaf giyerek yurt dışına kaçıp canını zor kurtarmıştı. Bu vetirede Devrim Muhafızları Teşkilatı, ABD’nin Tahran Büyükelçiliğini basıp bütün belgelere el koymuş, elçilik personelini bir buçuk yıl kadar göz altında tutmuştu. Sonuçta rejim karşıtlarının bir kısmı yurt dışına kaçmış, kaçamayanlar öldürülmüş, Amerikancı işbirlikçiler, komünist ve her türlü muhalifler ülkeden temizlenmişti. ABD İran’dan kovulunca, bu defa da İran’ın üzerine Saddam’ın Irak’ını saldırtmış, bu iki devleti sekiz yıl savaştırıp 1 milyon insanın ölümüne, her iki ülkenin de kaynaklarının yok yere tüketilmesine sebep olmuştu.     

Tabiatıyla bir demokratik hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, böyle hukuk dışı yöntemlere başvuramaz. Bu durumda görev, başta MİT olmak üzere, diğer istihbarat ve güvenlik güçlerimize düşmektedir. Seçime kadar geçecek önümüzdeki altı aylık sürede bu kurumlarımız çok müteyakkız olmalıdırlar.

Esasen Türkiye’nin çok güçlü bir devlet olabilmesi için dünyanın en güçlü istihbarat teşkilatına sahip olması şarttır. Çok şükür, değerli Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın da bu inançta olduğunu, MİT’i güçlendirmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığını, bunun meyvelerinin her geçen gün artarak alınmakta olduğunu görüp mutlu oluyoruz.

Rabbim Cumhurbaşkanımıza sağlık, afiyet, uzun ömür versin; işlerini kolay eylesin, düşmanlarını ise kendi kazdıkları çukurlara gömsün! (Âmin.)