İçimdeki nar

O günden sonra, oyun sahneden kaldırılana kadar, oynadığı her gün gidip seyrettim. O zarif elini uzatıp “Sen” dedikçe, “Evet, ben” diyordum içimden. Oyun gibiydi. Çok hoşlandığım bir oyun…

GECE, pencereyi döven yağmur damlaları eşliğinde okuduğum Birhan Keskin’e ait şiirin, “Dürtme içimdeki narı/ Üzerimde beyaz gömlek var” şeklindeki satırları takılmıştı dilime. Sözcüklerin zihnimde çizdiği resim, gözümün önünden gitmiyordu. Sözcükler zihnimdeki resmi, resim ise bu vurucu satırları tetikleyip durdu.

Bu kısır döngünün kaçıncı evresinde uyumuşum bilmiyorum. Uyandığımda saat on olmuştu. Kısa süreli yaşadığım panikten sonra bugünün tatil olduğunu hatırlayınca, içimde ılık bir sevinç dalgası oluştu. Bunu “sevinç” diye ifade etmek pek de mümkün sayılmaz; aslında bugünün tatil olmasından dolayı sevinmek yerine “işe geç kalmış olma korkusunu üzerimden atmış olmanın rahatlığı” demek daha doğru olabilir.

O rahatlıkla attım başımı yastığa yeniden. Evet, uzun zamandır günleri karıştırdığım vakidir; bu, işin kötü yanı. İyi yanı ise, sık sık günleri karıştırıyor olduğumu benden başka kimsenin bilmiyor oluşu. Uyandıktan hemen sonra elimin yaptığı ezber işler vardı; sigara paketini ve çakmağı yoklamak gibi… Duman soluyarak, tütüne gizlenmiş o zehri gırtlağınızda hissederek güne başlamak kadar rezil bir duygu yoktur sanırım dünyada. Ama olsun, hayatın daha keyifli yanına denk geldik de yaşamaya itiraz mı ettik?

Dumanla çoğaltmaya çalıştığım az önceki rahatlama duygusunun da keyfi kısa sürdü. Zira üç gün öncesinden verdiğim söz düştü aklıma…

Ahmet arar birazdan. “Belki de aramıştır” dedim içimden. Neden içimden dediysem bilmiyorum; sanki dediklerimi duyacak birileri var evde. Telefonu kontrol etmeliyim. Arama bildirimleri… Cevapsız aramalar… Gözlerimi ekrandan alamıyorum. Yok işte! Olmalıymış gibi neden bakıp duruyorsun ekrana? Başka bir şeye takılmış olmalıyım, beklediğim başka bir aramaya belki de. Bu da yakın zamandan kalma; dakikalarca hipnotize olmuş gibi ekrana kilitlenip kalmak…

İyi, aramamış Ahmet. Ama bu aramayacağı anlamına gelmiyor. Vaktin geçmesini bekliyordur, arayacaktır mutlaka. Dün biletleri aldığını söylemek için aramış, beni de sıkı sıkı tembihlemişti kararımdan dönmeyeyim diye. Çünkü bilir benim son dakika vazgeçişlerimi ki bu da son zamanlarda bende peyda olmuş bir huy. Huyum kurusun.

Yok, bende hiçbir şey kurumasın Ahmet, ben ıslak ıslak yaşamaya devam edeyim. Yağmursuz bir ıslaklık çürütsün bedenimi. Üstelik dilimden başlasın çürüme. Ucunda biriktirdiğim bütün kelimeler böyle alsın intikamını. Mevsimin güzelliğine aldanıp uçmayı unutmuş bir kuş gibi kalmışsam çaresiz… Sonbahar sabahlarında esriyip dökülen yapraklar gibi düşsün yerlere kanatlarım vurdukça rüzgâr.

O “Hazır mısın?” diye aramadan önce ben arayıp “Hayır” desem, “Vazgeçtim, gelmeyeceğim” desem... “Sana minnet, sana şükran Ahmet, ama biliyorsun durumu, buraya kadar hiç zahmet edip gelme” desem… “İç kanamaya dönmüş yaralarımın kabuklarını kaldırma bir bir” desem… “İçimde uyuttuğum hançerleri uyandırma” desem… Şair gibi, “Dürtme içimdeki narı” desem… Anlamayacaktır, biliyorum. Üstelik yeniden ve bir kez daha “Ünlü bir tiyatrocu”, “Tek kişilik bir performans”, “Muhteşem”, “Seyredenler şiddetle tavsiye ediyor”, “Aşk konusunda bugüne kadar yazılmış en iyi tirat” ve sonu -mış, -miş ile biten bunlar gibi onlarca cümleyi ardı ardına sıralayacaktır, biliyorum.

Dost kime diyorduk? Sen benim dostum musun Ahmet? Lügatler nasıl tanımlıyordu bu kavramı? Ah bu kavramlar! Nasıl da biçimlendiriyor hayatımızı? “Aşk” meselâ... Yüreğimizi şerha şerha ederken gözlerimize perde olup inen aşk…

Son yıllarda yaşadıklarımın neredeyse her saatine şahit olan Ahmet’in ısrarından vazgeçmeyeceğini biliyordum. Onu vazgeçirmenin tek yolu, ona karşı kırıcı davranmam olacaktı. Olmalı mıydım, karar veremedim. Yattığım yerden adeta sürünürcesine ulaştığım masamın çekmecesini söker gibi çıkardım yerinden. Ona ait, yarım yamalak, kırık dökük o sevdaya dair ne varsa döktüm halının üzerine. Onundur diye atmaya kıyamadıklarımı; saç tokasını meselâ, o tokaya takılmış birkaç tel saçını, kokusu kaybolmasın diye vakumladığım fularını, onadır diye içime sığmayan ne varsa dışımda biriktirdiklerimi, onadır diye yazdıklarımı, meselâ “Bilir misin hâlim nedir sultanım, aklım yok başımda kalmışım yarım” diye başlayan sırrımın ifşası türkünün sözlerini karaladığım peçeteyi, küçücük kâğıtlara sakladığım ahlarımı, ajanda sayfalarına gizlediğim gözyaşlarımı, geceleri uykulardan kaçıp sığındığım ve içi özlem ve umut dolu zarfları, ilk hediyesi bir bileklik ve her çakışta kalbimin yeniden ve yeniden alev aldığını sandığım metal kaplı o çakmağı… İnsan işte, en çok umutlarından vuruluyormuş be Ahmet! Ve insan, en çok da umutlarından ölüyormuş.

Bana seyirlik bir tiyatro lâzım değil, ben tiyatroların şahını yaşadım. Bana lâzım olan yitiğimdir Ahmet, bulabilir misin?

İnsana en acı veren kayıp ya kalbindekidir, ya aklındaki. Aklındakidir; çünkü yitirdiği ile birlikte aklını da kaybeder. Kalbindekidir; çünkü ne kadar arasa da bir daha bulamaz. Ahmet, bana merhamet et ve bugünkü ısrarından vazgeç!

***

Yaklaşık iki yıl önceydi. Yine böyle bir ısrar sonucu kabul etmiştim davetini Ahmet’in; yine bir tiyatro oyunu için... Bazen düşeriz ve bir saniye öncesi için “Keşke” deriz ya, keşke o adımı atmasaydım. Yetişemediğimiz olur ya bazen, hani son tren kapılarını sadece bir saniye önce kapatıp hareket etmiştir istasyondan, sadece bir saniye önce ve “Keşke” deriz o bir saniye sonrası için. Ama bilmeyiz o yetişemeyişteki hayrı.

Ahmet’le son saniye kapısından içeri kendimizi attığımız belediye otobüsü o andan sonraki hayatımı bütünüyle değiştirivermişti. O otobüsle birlikte şimdilerde kazanç mı, kaybediş mi olduğunu bilemediğim bir yoldayım.

Ahmet beni ikna etmiş, bir Pazar gününü daha kafede çay-sigara ile öldürmek yerine daha entelektüel bir eylemle geçirelim diye internetten bulduğumuz en yakın tiyatrodaki en yakın oyun saatine bilet almıştık. Oyunun ne olduğu önemli değildi, kimin oynadığı da. Maksat rutin dışına çıkmak ve iş yerinde dün ne yaptığımızı soranları şaşırtacak bir cevap vermekti.

Yaklaşık kırk beş dakika süren otobüs yolculuğumuzdan sonra ucu ucuna yetişmiştik oyuna. Hızlı bir giriş yaptık. Sonuçta, geç kalırsak bizi bekleyecek hâlleri yoktu. Çok da kalabalık olmayan salonda önlere doğru, oyuncuları görebileceğimiz ve duyabileceğimiz en iyi açı olduğuna kanaat getirerek bir yer ayarladık kendimize. Oyun başladıktan birkaç dakika sonra perdenin gerisinden eski Orta Asya kadınları gibi giyinmiş biri girdi süzülerek. Sahne ışıklarının altında masallardan çıkıp gelmiş gibi bir görüntü oluşturuyordu adeta. Konu neydi, ne anlatıyordu, henüz vâkıf olamamıştık. Elbisesindeki simli işlemeler göz alıcı parlaklıktaydı. Neredeyse bir adım daha atsa düşecek kadar yaklaştığı sahnenin kenarından “Sen!” diye seslendi bir ara elini loş salona uzatarak. O an gayriihtiyari sağıma soluma baktım birine hitap ettiğini düşünerek. Kimse bu hitabı üzerine alınmış gibi görünmüyordu; baktım, Ahmet bile cep telefonundan mesaj yazmakla meşguldü. “Sen!” dedi yeniden sesini daha bir yumuşatarak, “Saçları ömründen önce tükenen”.

Şaşkındım. Evet, saçlarımın dökülmeye başladığı doğruydu ama onun, salonun karanlık ortamında bunu fark etmiş olması imkânsızdı. Sonra, “Sen” diye başlayan cümleler kurmaya devam etti. Tâ ki, “Sen, gözleri bulut bulut yağmur arayan adam” diyene kadar... O an yeniden etrafıma baktım. Gözlerim salonun karanlığına daha çok alışmış olmalıyken tam tersi olmuş, karanlık daha bir artmıştı sanki. Kimseyi göremiyordum yanımda yöremde. Ahmet’i bile… Sahnedeki kadınla başbaşa kalmıştık. Salonda bizden başka herkes yok olmuştu adeta. O “Sen” dedikçe, “Evet, ben” diyesim geliyordu. Çünkü babama kızgınlığımda bulutlanırdı gözlerim, annemi özlediğimde ve yalnızlığıma sarıldığımda da.

Son hitabı, “Sen, şimşeği kalbine gömen adam!” oldu. Sonrası karanlık… Çünkü ben, çakan her şimşeğim kalbindeki çarpışmalardan kaynaklandığını düşünürdüm hep. Çünkü ben, kalbi yağmur bulutları yüklü bir adamdım. Ne olduysa ondan sonra oldu. O karanlıkta kayboldu bedenim. Ruhum, bana uzanan ele doğru yöneldi. O eli tuttum. Sıcacık, yumuşacık… Bir hayat bağışlanmış gibi... Bir hayata yeniden başlamış gibi tuttum. Babama kızgınlığım eridi, anneme özlemim dindi. Kalbimin atışları hızlandığında ruhumun yeniden bedenime girdiğini fark ettim.

Baktım, ruhum bir şeyler söylüyordu bana. Kalbim bir şeyler emrediyordu. Onların dediklerini yaptım. Salondan dışarı çıktım koşarak. “Nereye gidiyorsun?” diye fısıldayan Ahmet’e açıklama yapamayacak kadar acelem vardı. Bir demet çiçekle geri döndüm oyun bitmeden. Oyun bitiminde kulise gidip tebrik ederek tanışmak istediğimi söyledim Ahmet’e sahnedeki oyuncuyla. “Sen mi?” der gibi baktı yüzüme Ahmet. Haklıydı, benden beklenmeyen hareketti çünkü.

Adı Yağmur’muş. Çok sevindiğini söyleyip teşekkür etti. O mutlu oldu, ben mest oldum. Az önce uzaktan yüzünü seçemediğim kadın, zarif bedeni ve üzerindeki oyun kostümüyle masal kahramanı gibi duruyordu odanın ortasında. Gülümseyen yüzü, hafif çekik gözlerini daha bir küçültmüştü. Uzattığım buketi kavrayan narin parmakları, bu ellerin hiçbir şeyi incitemeyeceğini düşündürdü bana. İnce kaşlarına kadar inen başlığını çıkartmıştı. Omuzlarından aşağıya dökülen dalgalı zifir saçları geceyi andırıyordu. Huzur ve sükûn dolu bir geceyi...

Sıcaktan pembeleşmiş yanaklarında yorgunluğun izleri vardı. Buna rağmen gözlerindeki ışıltı, dudaklarında gülümseme, hayat iksiri gibiydi. Odanın köşesindeki çiçeğin bile gülümsüyor gibi durması bu yaşam iksirinin oradaki bütün nesnelere sirayet ettiğini gösteriyordu. Nesneleri bile etkisi altına almıştı bu ışıltı. Ki enerjisi çoktan benim de kalbimde kıvılcımlara dönüşmüştü; kıvılcımlar ise küçük yangınlara. “Yanmak bu kadar mı keyif verir insana Ahmet?” dedim içimden, “Ben lâl oldum, sen birkaç soru daha sor, birkaç kelâm daha et, birkaç dakika daha kalalım ömre bedel bu güzelliğin yanında”.

İşte o gün, hatta o dakikadan sonra benim alfabemin elifi oldu Yağmur. Lâl olmuş dilimin yeni alfabesi oldu. Nefesimin yarısı, aklımın tamamı oldu. Her gece ağrılarıma onun gözlerinin ışıltısını sürdüm, sancılarıma ellerinin sıcaklığını derman bildim. Ruhumda açılmış bütün yaralarımı onun saçlarıyla sardım. Gözlerim gözlerine değdiğinde değişen dünyam onun hayâliyle aydınlandı o günden sonra. Dört mevsim bir baharda toplandı; her sabah çiçekler açtı yüzümde.

Gördüğüm ilk dakikadan sonra onunla ne konuştuğumuzu, orada başka ne olduğunu hatırlamıyorum. Yalnız geri geri çıkarken kapıya çarptığım başımın acısı hariç… Bu, Yağmur nedeniyle yaşadığım ilk ve en hafif acıydı.

O günden sonra, oyun sahneden kaldırılana kadar, oynadığı her gün gidip seyrettim. O zarif elini uzatıp “Sen” dedikçe, “Evet, ben” diyordum içimden. Oyun gibiydi. Çok hoşlandığım bir oyun… Evet, saçları ömründen önce tükenen adam bendim. Evet, gözerinde bulut olan adam bendim. Evet, kalbinde bir yanardağ büyüten adam bendim. Evet, umutları törpülenmiş adam da bendim. Uzaktan da olsa gidip Yağmur’un dilinden kendimi duymak, onun siyah, gür saçlarında soluklanmak, zarif parmaklarından onun dünyasına girmeyi düşlemek heyecan veriyordu bana. Orası, o salon, o koltuklar, o karanlık başka bir dünyaydı ve ben de artık başka bir dünyalıydım. Yağmur o kadar güzel, o kadar içten “Sen” diyordu ki bugüne kadar kimsemin olmadığını düşündüğüm dünyada artık kimsemin olduğunu varsaymaya başlamıştım. Bazılarının duruma, ortama göre, hatta hakaret kabul ettiği bu basit sözcük, bende çok faklı çağrışımlara sebep olmuş, yeni dünyam ile aramızda sağlam bir bağa dönüşmüştü.

İnsan birini sevdikten sonra ya da sevdayla tanışınca aynı insan olarak kalamıyormuş. Hatta insan olarak bile kalamıyor, kanatlı bir varlığa dönüşüyormuş. Yeryüzüne sığmıyordum, gökyüzü yetmiyordu bana. O günlerde bana kim olduğumu sorsalar, adımı bile şaşırıp “Yağmur” demem çok muhtemeldi. Çünkü onun aklımda olmadığı bir an bile yoktu neredeyse. Ellerim onun elleri, gözlerim onun gözleriydi. O büyümüş, büyümüş, yaşadığım şehrin bütün sokaklarını, caddelerini kaplamıştı. Onunla uyuyor, onunla uyanıyordum. Uyandığımda nefes almaya başlamadan önce bile onu buluyordum aklımda. Gündüzümün bütün meşgalesi, gecelerimin kalp ağrısıydı. Ama bir problem vardı: Bütün bunlardan onun haberi yoktu!

Dilimde ona biriktirdiğim onca söz, zamanla kalbimi daraltmaya başladı. Söyleyemediğim her duygu, içimde keskin bıçaklara dönüşmüştü, kan kaybediyordum günden güne. Her ne kadar “Aşkın doğasındandır acı çekmek; sonsuz bir acıyla yanmak aşkın birinci kuralıdır ve aşkın ikinci kuralı yoktur, “aşk ateşi” diye bir kavram vardır. Hasret, aşkın olmazsa olmazıdır. Vuslatsız bir özleme biçimidir aşk” diye teselli etmeye çalışsam da ikna edemedim kalbimi. Aşka gönüllü olanın yanmaya da gönüllü olması gerektiğini söyleyerek sabırlı olmaya ve yatıştırmaya çalışmam boşunaydı.

Laf anlamaz kalbimin feryadına dayanamayıp, bir gün, olmayan o medenî cesaretimi kuşanarak çaldım kapısını Yağmur’un. Benimkisi belki de kaybedeceği bir savaşa silahsız girmekti. “Çay içelim” dedim. İtiraz etmedi. “Başka bir zaman kahve içelim” dedim, “Sevinirim” dedi. İçtiğimiz, dünyanın en güzel çayı, en güzel kahvesiydi. Zehir içseydim muhtemelen dünyanın en tatlı zehri olacaktı benim için -ki belki de öyleydi; bunu öğrenmem için zaman gerekiyordu-.

Bir gece, bir yaz akşamı, mehtabın aydınlattığı bir göl kenarında elini tutup kalbime koydum. Kalbimin canlandığına, dile geldiğine eliyle şahit olmuştu. Yüzüme bakıp gecenin karanlığıyla bütünleşmiş saçlarını yasladı omzuma, eli hâlâ kalbimdeydi. Nefesini şah damarımda hissettikçe bana yeniden can oluyordu. Gökte bütün parlaklığıyla gülümseyen ay, yerde sular, sularda yakamozlar, ağaçlarda kuşlar şahitti. Zaman ve mekân şahitti.

Bir gün anlayamadığım bir sebeple sessiz sedasız kayboldu ortadan Yağmur. Ulaşılamaz olmuştu. Turneye çıkmıştı sözde. (Bu hikâyenin devamı olursa ben de sebebini öğrenebilirim belki sizinle birlikte.)

***

Kararımı vermiştim. Yağmur’dan kalan, onu hatırlatan her şeyle vedalaşıp çıkacaktım evden. Her şeyin başladığı o tiyatroya gidecek ve yeniden yeni bir hayata başlayacaktım. Ahmet geldi, içeri girmeden “Gidelim” dedi. “Gidelim” dedim kaderimizin çizdiği yeni bir yolculuğa çıkar gibi.

“Ben” dedi, “Merdivenleri inerken biletleri üç kişilik aldım”. Yüzüne baktım, hınzır bir gülümseme vardı yüzünde. Şairin dizeleri düştü yeniden aklıma, “Dürtme içimdeki narı” dedim. Gülümseyişi bütün yüzüne yayıldı. “Sana bir sürprizim var” dedi. Dışarı çıktık, dün akşam dinen yağmur yeniden başlamıştı.