İçi boşalan kavramlar ve insanlığımız

Bugün İslâm’ı sadece namaz, hac, zekât, kurban, sakal bırakmak, şalvar ve cübbe giymek, baş örtmek olarak algılayan o kadar büyük bir kesim var ki... Oysa İslâm’ın bir de ahlâkî yönü yok muydu?

Kavram nedir?

DİL, insanoğlunun birbiri ile olan iletişimini sağlayan mucizevî bir araçtır. Yaratıcı’nın sadece insana has kıldığı bu özellik sayesinde insanoğlu bütün insanlar ile iletişim kurabilmekte. Bu insan, kendi dilini konuşan olsun ya da olmasın fark etmiyor.

Hucurat Sûresi 13’üncü âyette “Birbirinizle tanışıp kaynaşmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık” buyuruluyor. İşte bu âyet-i kerîmedeki “muarefe” tabirini sağlayan vasıtadır “dil”. Kaldı ki, Hazreti Âdem’in yaratılışının anlatıldığı Bakara Sûresi’nin 31’inci âyetinde Cenâb-ı Hakk, “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti” buyuruyor. Buradaki “esmae külleha” ibaresini kimi müfessirler, “Allah Âdem’e, yaratılışa ve değerlerine uygun, varlıklara verdiği isimleri, isimlendirilen varlıkları, varlıklar hakkındaki bilgileri, varlıklarla bilgilerin irtibatını; harfleri, kelimeleri, lafızları, mânâları, cümleleri, lehçeleri; davranışları, ferdin ve toplumun ihtiyaçlarını, uyum kurallarını, gerek duyacağı bütün bilgileri öğretti” şeklinde açıklamışlar.

Dil sayesinde canlı cansız varlıklar, duygular, kısaca insanın hayatına konu olan her şey isimlendirilir. İsimlendirilen bu eşyaları, olayları, duyguları birbirleri ile olan benzerliklerine, ilgi ve ilişkilerine göre zihnimizde gruplandırırız. Sonrasında da zihnimizde bir düşünce birimi olarak yer eden bu gruplara birer isim veririz. İşte bu isimler de kavramları oluşturur. Zira bir düşünce birimi olarak zihnimizde yer eden bu isimler birer kavrama dönüşmüştür. Oysa bu kavramları dışımızdaki gerçek dünyada müşahhas -somut- olarak göremeyiz. Zira bunlar mücerret -soyut- olarak tamamen zihnimizde yaşamaktadırlar. Gerçek dünyamızda ise zihnimizdeki kavramları çağrıştıran örnekler vardır sadece.[i]

TDK Sözlüğü’nde isim olarak “kavram”, “Bir nesnenin veya düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, mefhum, fehva, konsept, nosyon” şeklinde tarif edilmişken, felsefî bir terim olarak da “nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarım, mefhum, konsept, nosyon” olarak tarif edilmiş.

Kavramlar, eskilerin lîsanı ile “mefhum”, uzun yıllar sonucunda oluşmuş, içinde yaşadığı toplumun dili, dini, kültürü ile yoğrularak o toplumun ortak lîsanı olmuş anlamlar dünyasıdır. İnsan zihninin yapıtaşları olan kavramlar, sadece belli bir topluluğun dünyasını anlamayı değil, aynı zamanda bizi biz yapan, “öteki” ile farkımızı ortaya koyan sınırlarımızdır.[ii]

Kavramlar düşünce dünyamızın kodları, yol çizgileri, hattâ onu aydınlatan ışıklarıdır. Onlar ne kadar sağlam ve canlı olursa, düşünce dünyamız da o kadar berrak ve canlı olur. Aksi takdirde bulanık ve sönük kalır. İnsanoğlu dünyaya geldiği günden bugüne kadar elde ettiği tüm tecrübelerini nesilden nesle aktararak bugünkü seviyeye gelebilmiştir. Bugün göz kamaştıran bilgi ve teknolojinin arka plânında binlerce yıllık tecrübeler yatar. “Terakki” dediğimiz ilerleme bu sayede gerçekleşmiştir.

Terakki sadece madde plânında değil, manevî alanda da gerçekleştiğinde dünyada huzur ve mutluluk sağlanacaktır. Terazinin iki kefesi arasında bir denge kurulamamışsa, kaos ve huzursuzluk baş göstermiştir.

İnsanın bir bedeni olduğu gibi bir de ruhu vardır. Bedenin yemek, içmek, ısınmak gibi fizyolojik ihtiyaçları vardır. Bunlar sağlandığında belki beden hayatiyetini kolayca idame ettirir. Oysa ruhun da manevî ihtiyaçları vardır. Sevmek, sevilmek, inanmak, güven duymak gibi ihtiyaçları karşılanmadığında huzursuz olur. Ruhen huzursuz olan bir insan, bedeninin tüm fizyolojik ihtiyaçlarını karşılasa da hasta ve mutsuzdur. İşte ruh dünyamızı itminâna ulaştıracak olan bu manevî ihtiyaçları isimlendiren kavramların canlı olması şarttır.

Kavramların işlevselliği

Kavramlar, ait olduğu toplumun mihenk taşlarıdır. İyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, kabalık-nezaket, sevap-günah, helâl-haram, hoş-nahoş gibi akla gelebilecek her türlü değeri belirleyen birer ölçü aracıdır. Aslında sözün özü, o toplumun tuzudur.

Kavramlar, bir milletin ortak değerleridir ve onu millet yapan, bir arada tutan, sevinç ve keder birliğini sağlayan en önemli olgulardır. Zira bir milletin her ferdi bir olay karşısında ya üzülür, ya sevinir, ya endişe duyar. Bu sayede düşüncede birlik sağlanır.

Meselâ bir İngiliz’in güldüğü olay, bize hiç komik gelmeyebilir. Belki de bizim çok üzüldüğümüz, ağladığımız bir olay, başka bir millet için gülünç olabilir. Bu farklılıklar yadırganmaz. Zira her bir kavram, aynı insan gibi, yaşadığı coğrafyanın ve kültürün ürünüdür ve onun rengini ve kokusunu taşır.[iii] Ama ya aynı milletin bir ferdi bir olay karşısında üzülürken diğerleri göbek atıp seviniyorsa, biri ağlarken diğeri gülüyorsa? İşte bu durum, hiç de normal değildir! Bu durum birliğin, tesanütün bozulduğunun bir göstergesidir. Bu durumda rahatlıkla, “İnsanların zihinlerindeki sevinç ve üzüntü çağrışımı yapan kavramlar hasar görmüştür” diyebiliriz. Artık bu kavramlar işlevselliğini kaybetmiştir. Kavramların işlevini kaybetmesi demek, bir bakıma tuzun kokması demektir.

Kültürel alanda yaşanan soğuk savaşın şiddetinin ve yıkıcılığının hissedildiği en önemli alan, kavramlardır. Milletin hayatında binlerce yıllık bir birikimin mahsulü olan, her bir milletin karakterini ve kimliğini oluşturan şahsiyet çizgilerinin bu savaş ile silikleştiği, aradaki inanç, kültür, medeniyet anlayışı gibi birçok farklılığın ortadan kalkarak toplumların birbirine benzediği bir vakıadır. Bu durum maalesef kendi kendine oluşmuş da değildir. Televizyon, sinema, tiyatro, roman, internet, sosyal medya ve akla gelebilecek her türlü iletişim enstrümanı ile yapılan bu kültürel saldırıların ilk hedefi kavramlardır. İstenilen, genel geçer kabuller ile oluşmuş binlerce yıllık kavramların işlevini yitirmesidir.

Kavramların işlevini kaybetmesi iki şekilde tezahür etmektedir: Ya o kavram artık ölmüştür ya da içi boşaltılmış ve yerine tam tersi anlamlar doldurularak manipüle edilmiştir. İlki gerçekleştiğinde, o kavramın yokluğu hissedildiğinde insanları telâşa düşürerek “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” sorularını sordurur ve toplumu bir arayışa sevk eder. Peki, ortada adı sanı dolaştığı hâlde anlamı değişen, örselenen, dejenere edilen kavramların bu hâli birilerini rahatsız etse de yığınları maalesef aynı derecede rahatsız etmeyecektir. Bu yüzden bu durum, bir toplum için daha tehlikelidir!

Selim R. Toprak, konu hakkındaki bir yazısında bu konuya dikkatimizi çekiyor: “Daha endişe verici olan nokta ise, anlam kaymalarıyla hakikatlerinden uzaklaştırılmış, ‘sîreten neshedilmiş’ kavramlar sûreten hâlen kucağımızda bulunduğu için onların yokluğunu, boşluğunu hissetmiyor ve hakikatlerine ulaşma adına esaslı bir arayışa girmiyoruz, giremiyoruz. İronik olarak kavramlar kendi hakikatlerine, ruhlarına, özlerine, mânâlarına birer perdeye dönüşerek, bizleri insanlık semâsına karşı kör, sağır, ilgisiz ve duygusuz hâle getiriyor.”[iv]

Kavramların hem içerik olarak, hem de varlık anlamında kaybedilmesi ile millî kimliğiniz yok olmaya başlar. Artık bu yeni oluşuma teslim olan kavramlar size fatura olarak, sizden çok farklı düşünen, giyinen, yiyen, içen, farklı tepkileri olan bir nesil sunacaktır. Bunu nereden mi anlayabiliriz? Önce dilinize bakın efendim! Diliniz ne durumda? Bozulmuş, budanmış, yabancı dillerin istilası altına girmiş, uydurukça çoğalmış ise başka bir şeye bakmaya lüzum yoktur. Diliniz bozulmuşsa, kavramlarınız çoktan eski şümullü anlamını taşımaktan çok uzaktadır demektir. Geriye ne kaldı ki? Örfünüz gitmiştir artık, ananeniz, töreniz, geleneğiniz çoktan sandukasına uzanmış ve üzeri toprak ve taşla örtülmüştür.

İşte size Selim R. Toprak’tan alıntı yaptığımız bozulan kavramlar ile ilgili kısa bir liste!

“Sevgi ve aşk: Kişinin hayvanî dürtüleri, cismanî zevkleri... İlim: Gereksiz bilgi hamallığı… Estetik ve güzellik: Dayatılan baskın kültürle acemice senkronize olmaya çalışıp kişinin kendisini ve çevresini gülünç durumlara sokması… Mutluluk: kişinin vicdanının sesini kestiği ve aklını varoluşsal sorular konusunda devre dışı bıraktığı anları… Kardeş: Kişinin kendi yaşamında dekoratif figüranlar olarak konumlandırdığı kişiler… Arkadaş: Kişinin can sıkıntısını giderme araçları olarak gördüğü insanlar… Dost: Kişinin ekonomik olarak darda kalınca başvurulacak ‘esnek hesaplar’ olarak algıladığı bireyler… Hikmet ve bilgelik: Bazı neden-sonuç ilişkilerini fark edip, bunları duygudan yoksun bir şekilde, terbiye görmemiş kendi şımarık nefsi adına menfaat vesilesi olarak kullanmak… Hak arayışı ve adalet: Öfke ve düşmanlık…”[v]

Küresel saldırı altındaki dinî kavramlar

Din, insanın Yaratıcı, diğer insan ve varlıklar ile münasebetlerini düzenleyen ve hayatına yön veren, onlarla ilgili davranışlarına esas olacak kurallar bütününe verilen addır. Kur’ân-ı Kerîm’de “din” kelimesi doksan iki yerde geçmekte, ayrıca üç âyette de değişik türevleri yer almaktadır. Kur’ân’da bu kelimenin başlıca şu anlamlarda kullanıldığı görülür: “Yönetme, yönetilme, itaat, hüküm, tapınma, tevhid, İslâm, şeriat, hudud, âdet, ceza, hesap, millet”.

Kur’ân-ı Kerîm’de din teriminin sûrelerin nâzil oluş sırasına göre kazandığı değişik anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür: İlk dönem Mekkî âyetlerde bu kelime “yevmü’d-dîn” (din günü, hesap, ceza-mükâfat günü) şeklinde geçmektedir ve insanın, iman ve ameline göre hesaba çekileceği âhiret gününü ifade etmektedir. (Fâtiha 1/4; Zâriyât 51/6)[vi]

İnsan dünyaya iş olsun diye gönderilmemiştir. Kur’ân’da Yüce Yaratıcımız, “Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 56) buyurmaktadır. Bu âyetten yola çıkarak “din” kavramının insanın yaratılmasıyla ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Kur’ân’ın tarif ettiği din anlayışının temelinde Tevhid akîdesi bulunmaktadır. Tüm peygamberler bu akîde üzerine gönderilmiştir. İslâm dini de Son Peygamber Hazreti Muhammed aracılığı ile insanlığa bir kurtuluş vesîlesi olmak üzere gönderilmiştir. Allah tüm hükümlerini Kur’ân-ı Kerîm’de insanlığa vaz etmiş, Hazreti Peygamberin yaşantısı ve uygulamaları ile de bu hükümlerin nasıl uygulanacağı bizlere gösterilmiştir.

Bu yönüyle İslâm dini kavramlarını oluşturmuş, helâl, haram, farz, vacip, mustehab, mubah, mekruh gibi temel kavramları ile insan düşünce, hareket, fiili ve söylemlerini bu sınırlar içerisinde vasıflandırmıştır. Dinin insanları birleştirici unsuru inkâr edilemez boyuttadır. Bu yüzdendir ki, milyonlarca insan yüzlerce yıl önce getirilen esaslara kalben bağlıdır. Renk, ırk, cinsiyet, coğrafya gözetmeksizin aynı dinin şemsiyesi altında toplanabilmişlerdir. Fertlerden cemiyet, cemiyetlerden millet, milletlerden ümmet oluşturan bu din ve onun kavramları, Hazreti Peygamber’den bu yana her zaman muarızlarının hedefi hâlindedir.

İslâm tarihini incelediğimizde, ilk içi boşaltılmak istenen kavramın “ıslah, sulh, barış” kavramları olduğunu görürüz. Bakara Sûresi 11 ve 12’nci âyetlerde, “Onlara ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Dikkat edin, hiç kuşkusuz onlar bozguncuların ta kendileridir ama yaptıklarının farkında değillerdir!” buyurulmaktadır.

Günümüzde maalesef dinî kavramlarımızın da içeriği boşaltılmakta, gerçek mecrasının dışına çıkarılmaktadır. Dün bu tavırdaki münafıklar ve onların işbirlikçileri bugün de iş başındadırlar. Sûret-i haktan görünerek, “Topluma barış getiriyoruz” diye, onun kodlarını bozarak, insanları birbirlerine düşürerek, darbelere kalkışarak, sokak eylemleri tezgâhlayarak, canlı bombalar kullanıp masumları öldürerek, terör örgütleri kurarak “sulh” (barış) gibi yüce bir kavramı ifsat etmeye devam etmektedirler.

Özellikle bir kardeşlik, huzur ve barış dini olan İslâm, Batı’da terör ile eşdeğer görülmekte ve Müslümanlar birer terörist olarak yaftalanmakta. Oysa Müslüman toplulukları birbirlerine düşüren Batı, onların ellerine tutuşturduğu silahlarla birbirine kırdırmakta ve bunu da keyifle izlemekte. “Haksız yere bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” hükmü ortada iken hem de (Maide, 32)… Burada da karşımıza çıkan ve dejenere edilen kavram ise maalesef “cihat”!

Meselâ bir İngiliz’in güldüğü olay, bize hiç komik gelmeyebilir. Belki de bizim çok üzüldüğümüz, ağladığımız bir olay, başka bir millet için gülünç olabilir. Bu farklılıklar yadırganmaz. Zira her bir kavram, aynı insan gibi, yaşadığı coğrafyanın ve kültürün ürünüdür ve onun rengini ve kokusunu taşır. Ama ya aynı milletin bir ferdi bir olay karşısında üzülürken diğerleri göbek atıp seviniyorsa, biri ağlarken diğeri gülüyorsa? İşte bu durum, hiç de normal değildir! Bu durum birliğin, tesanütün bozulduğunun bir göstergesidir.

Bugün “Müslümanlık” kavramı da genel anlamda tahrip görmüş olarak karşımızda durmaktadır. Müslümanın tarifini bizzat Hazreti Peygamber şöyle yapmıştır: “Müslüman; elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kimsedir.”

Şimdi bu tarife kendimizin uyup uymadığını bir kontrol edelim. Sonuç ne kadar vahim, değil mi?

Bugün İslâm’ı sadece namaz, hac, zekât, kurban, sakal bırakmak, şalvar ve cübbe giymek, baş örtmek olarak algılayan o kadar büyük bir kesim var ki... Oysa İslâm’ın bir de ahlâkî yönü yok muydu? Biz birbirimizi aldatırsak, komşumuza zarar verirsek, insanlar bize güvenemiyorsa, birilerinin can, mal ve ırz güvenliğini tehdit ediyorsak, nüfus kâğıdımızda yazılı “İslâm” ibaresi ne kadar geçerlidir acaba?

Ankebut Sûresi 45’inci âyetteki “Namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar” şeklindeki tarifle bizim namazlarımız, aynı namazlar mı? Yoksa Maun Sûresi 4 ve 5’İnci âyetlerdeki “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gafildirler!” şeklinde anlatıldığı gibi, kendimizi kötülükten alıkoyamayan ve anlamından gafil olduğumuz namaz, gerçek namaz mıdır? Oysa Mü’minun Sûresi 1 ve 2’nci âyetlerde “Gerçekten mü’minler felâha ermiştir; onlar ki, namazlarında huşû içindedirler” buyurulur. Ya da yine Maun Sûresi 1 ilâ 3’üncü âyetlerdeki “Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir” şeklinde bahsi geçenler kimler acaba?

İşte bu örnekler bile, başta namaz ibadetinin içeriğini, anlamını ne kadar boşalttığımızın bir göstergesi değil mi? Yetim hakkı yiyenlerin, yoksulu gözetmeyenlerin dini ve ahiret gününde hesap vereceğini yalanlayanlar olarak göstermesi, “Müslümanlık” kavramının içini boşalttığımızın bir göstergesi değil mi?

“Ilımlı Müslümanlık, diyalog, hoşgörü” gibi birçok perde ile örtülen kavramlarımız dejenere edilirken, aynı zamanda insanlığımız ve Müslümanlığımız da dejenere oluyor.

“Tesettür” kavramı sadece başı örtmek midir? Oysa örtündüğünü zanneden o kadar çıplak, sokaklarda dolaşmaktadır. O kadar beş vakit namaz kılan Müslüman vardır ki faizden korkmaz, haksız kazanca meşruiyet atfeder, sınav sorularını çalar, torpil yaptırır, rüşvet verir, ihaleye fesat karıştırır, zulme ve haksızlığa göz yumar… O kadar kul hakkına batmıştır ki, hak etmediği bir mâkâmı işgal etmekten sıkılmaz ve bulunduğu konumu tırnaklarıyla söke söke kazandığını iddia eder.

Sadece bunlar mı? Hayır, keşke bu kadarıyla kalabilseydik!

Artık kavramları iğdiş etmek için var gücüyle çalışan bir mekanizma bile kurduk. Eğitim kurumlarımız ve üniversitelerimiz, “modernizm” hastalığına tutularak geleneği talan etmede birbiriyle yarışır duruma geldi. Zaten seküler eğitim sisteminin bencil, faydacı, materyalist eğilimlerle yetiştirdiği genç beyinlerimiz din eğitiminde bile farklı bir kumpasın içinde mahvedilmekte…

İşte bu konuda bir ilâhiyatçı Prof. Dr. Saffet Köse’nin tespiti şu şekilde: “Batıcıların faaliyetlerinin en dikkat çeken yönü, İslâm’ı modernliğin ürettiği kavramlarla yeniden tanımlayıp beşerîleştirmek, dinin alanını tekrar belirlemek, böylece içi boşaltılmış, hayatla bağları koparılmış, Hıristiyanlığa benzer, her şeyiyle tartışılabilir bir din oluşturmaktır. Bazı ilâhiyatçıların, modernitenin meydan okuması karşısında takındıkları kompleksle Batı dünyasının otantik olmayan kendi dinî metinlerini anlamak için ürettikleri bazı yöntemleri (meselâ tarihselcilik) Kur’ân-ı Kerîm’e uygulama çalışmaları, zaman zaman modernist zihniyetle âyetlerin tefsiri, bazı sahih hadislerin inkârı bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramamıştır.”[vii]

Söz konusu makalenin ilerleyen kısımlarında modernitenin istismar ettiği değerler üzerinden, Müslümanların hâkim zihniyetini asla yansıtmayan birtakım itici uç örnekler ya da din hakkında nefret uyandıracak figüranlarla gündem oluşturup İslâm’a karşı linç politikası izlediği, en çarpıcı şekilde anlatılmaktadır. “Bu bağlamda Batı dünyasında İslâm’ın terör ve şiddetle özdeşleştirilmesi, bunun aracı olarak da cihadın gösterilmesi, hadd cezalarının barbarlık olarak nitelendirilmesi, kadın üzerinden yapılan hücumlar, en fazla başvurulan yol olarak öne çıkmaktadır.[viii]

Dine karşı oluşturulan bu önyargının altında elbette dini aslî mecrasından çıkarıp, ruhunu yok edip, ortaya sadece belli başlı kuralları dayatmak yatmıyor değil. (Buradan ibadetlere ve şer’î kurallara karşı olduğumuz anlaşılmasın!) Bu konuda da sözü Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç Hoca’ya bırakalım: “Din, her şeyden evvel kişiye hem ferdî ve hem içtimaî bir huzur ve mutluluk verme iddiasındadır. ‘İslâm’ kelimesinin tazammun ettiği mânâ da budur zaten. Selâm, barış, huzur, emniyet… Ama siz dinin derunî felsefesini iptal edip onu âdeta hukuk yönetmelikleri hâline getirirseniz, sizin âlimlerinizin en büyük konusu da bu minvâl üzere olan konular olacaktır. Bireyler Allah’ın kuluna yakınlığını hissedecekleri Hak sohbetleri dinlemek yerine istinca taşlarının ölçüsü üzerinde sohbetler dinlerlerse, buradan daha fazla bir şey beklemeyiniz. Bu tür hocaların temsil ettiği din de belki nâçâr insanlarda bir karşılık bulabilir ama biraz daha seviyeli insanları da dinden soğutmakta olduğu bir gerçektir. Âlimi, ârifi, bilgesi, filozofu, mütefekkiri kalmayan dinin binlerce hukukçusu olsa ne fayda! Olmadığı da ortada zaten…”[ix]

Burada “tasavvuf” kavramının da nasıl nasiplendiğinden bahsetmezsek olmaz sanırım. Yine konuyu uzmanından aktaralım. Mahmud Erol Kılıç, konu ile ilgili diğer bir yazısında, tasavvuftaki hoca-talebe ilişkisinin alelâde bir nakil işi olmadığının altını çizerek, bu nakil işinde teori ve pratiğin beraber aktarıldığını belirtiyor ve bozulmanın sebebini şöyle izah ediyor:

“Bu gelenek her ne kadar manevî olarak bir inkıtaa uğramadı ise de iç ve dış ortak çabalar ile zâhirde ve müessesede inkıtaa uğratıldı. Bu şekilde zâhirde oluşan keşmekeş, manevî otoritesi olmayan bazı heveskârların hasbelkader şeyhlik mâkâmına oturmalarını sağladı. Manevî denetimi her zaman mahfuzsa da maddî olarak denetimi yapılamayan birçok yapı ortaya çıktı.

Kimisi dernek, kimisi vakıf kurarak, kimisi eski bir dergâhı kiralayarak başına müdür olan kimseler, kendilerini ‘Şeyh oldum’ zannettiler. Lider olma sevdâsındaki, şöhret peşindeki, menfaatperest, megaloman kimseler tahakkuk libası giymemiş muallak rüyalarla mâkâm-ı hilâfet iddia ettiler. Son bâkiyelerden bazı yaşlı şeyhleri kendilerine bunlarla hilâfet vermeye zorladılar. Alamadıkları şeyhleri hemen terk edip başka zâtlara yanaştılar. Hatta tehdit dahi ettiler. Bunların iştahla istediklerini verenler de oldu maalesef. Lâkin şunu bilmiyorlar ki, o aldıkları kâğıt parçası ancak manevî âlemden hâl giydirilerek mühürlenir. Ne ilim sahibi, ne hâl sahibi ve ne de tasarruf sahibi bu kimselerin Hak sohbeti yapma kudretleri yoktur. Keşf ve nazar sahibi değillerdir. Bu yüzden etraflarına topladıkları kimseleri sadece şeklî bazı şeylerle bağlamaya çalışırlar. Abartılı kıyafetler, abartılı merasimlerle örülü bir sosyal grup lideridirler, hepsi bu!

İlâhî okutarak vakti doldururlar. Güfteyi anlamazlar. İşin hakikatinde din sosyolojisi ilmi konusudurlar, tasavvuf ilmi konusu değillerdir. Karizmaya ihtiyaçları olduğundan, kendinden yaşça büyük insanlara dahi utanmadan el öptürerek hava atarlar. Kimisi ‘Uzay mekiği Challenger’ı ben düşürdüm’ der. Kimisi ‘Beklenen Mehdi benim’ der. Maşallah her şeyi yaparlar ama bir seyr-i süluk yaptıramazlar. Sonra bunlara ‘tarikat’ derler. Hadi ordan!

Yemin ederim size, bunların hiçbirisi ne Kur’ân’ı, ne Fususu’l-Hikem’i, ne Mesnevî’yi açıklayabilecek kudrette kimselerdir. Çoğu doğru düzgün dinî ilim de tahsil etmemiştir. Elham’ı dahi doğru okuyamazlar. Oysa tahakkuk ilmi, medresenin devamıdır. Bütün büyük evliyaullah, medreseden mezun olduktan sonra ilerleyenler arasından çıkmıştır.”[x]

Efendim, işin ehli bunları söylüyor ve devamında da şunları: “Aslında ‘Şeyhler’ dememek lâzım, ‘Müteşeyyihler’ demek daha doğru. Yani ‘Şeyh adını kullanan müsveddeler’… Tasavvuf düşmanları bu hokkabazları çok seviyor… Tasavvuf câmiası, kendi kapısının önünü temizlemeli.”[xi]

Yazımızı Hazreti Peygamber’in bir hadîs-i şerîfi ile sonlandıralım. Ebû Hüreyre’den (ra) rivâyet edildiğine göre, Resûlullah (sav) sahabelere sordu: “Gıybet nedir, bilir misiniz?” Sahabeler hep bir ağızdan, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dediler. Hazreti Peygamber, “Gıybet, din kardeşini hoşlanmadığı bir şey ile anmandır” buyurdu. Bir sahabe söze girerek, “Söylenen ayıp eğer o kardeşimde varsa, ne dersiniz?” diye sorunca, Hazreti Peygamber, “Eğer söylediğin şey onda varsa gıybet ettin, yoksa o zaman ona iftira ettin demektir” buyurdu. [xii]

Efendim, işte “gıybet” kavramı ile “iftira” kavramı arasındaki ince çizgi böyle. Tıpkı müsriflik ile cömertliğin, şecaat ile zorbalığın arasındaki fark gibi…

Sözün özü, kavramlarımıza sahip çıkalım! Unutmayalım, içi boşaltılan kavramlar, elimizde her an patlamaya hazır birer bombadır.



 

[i] Bknz: Çetin, Oğuz, Dr, Kavram Ağları ve Kavram Haritaları, https://oguzcetin.gen.tr

[ii] Karahan, Harun Dündar, Zihin Dünyamızın Kodları: Kavramlarımız, http://www.diyanetdergi.com

[iii] Karahan, Harun Dündar, a.g.m

[iv] Toprak, Selim R., Makineleşen İnsanlar ve İçi Boşaltılan Kavramlar, http://her-an.org

[v] Toprak, Selim R., a.g.m.

[vi] Din Nedir? Din Neden Önemlidir?, İslâm İlmihali 1, TDV Yayınları, 2002

[vii] Köse, Saffet, Prof. Dr., Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu, http://www.fikirzemini.com

[viii] Köse, Saffet, a.g.m.

[ix] Kılıç, Mahmud Erol, İslâm’ın içini boşaltan Müslümanlar, https://www.yenisafak.com

[x] Kılıç, Mahmud Erol, Tasavvufun İçini Boşaltan Şeyhler, https://www.yenisafak.com

[xi] Kılıç, Mahmud Erol, a.g.m

[xii] Müslim, Birr 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 35; Tirmizî, Birr 23