İçe dönük

Hayatın, dört bir yandan insanı sarmalamış velvelesine “Biraz dur” deyip oradan oraya zıplamak yerine, kabuklarından sıyrılarak özüne yaptığı yolculuktan beslenir, huzur duyardı Yadigâr. Ne zaman gözden kaybolsa, işte orada bulurdu kendini...

İNSANLAR farklı yollardan ulaşır gerçeklere; kimi sesler ve nefeslerle, kimi kendini dinlemekle

Orada mıydı? Var mıydı? Yok muydu? Belki vardı, belki yoktu... Ne zaman gözler ona çevrilse o arkalara, arka taraflara kaçardı. Ve ne zaman kelâm sırası ona verilse, mütereddit bakışlarıyla dilinin ucuna kadar gelen kelimeyi yutardı. En çok susmayı, suskunluğu yakıştırırdı kendisine Yadigâr.

Soluktu, yalındı görüntüsü. Bir ipucu gerekirdi varlığına dair. Sığ, avare kalabalıklardan mustarip; yorardı onu, yorulurdu. Minnetsiz bakışlarını bazen kibirden sayarlardı. Oysa hiçbiri emsal değildi Yadigâr’a. Uzak dururdu insanlardan, kolay kolay sevemezdi. Bilirdi ki ya Yakupça beklemeliydi sevdiğini insan ya da Yûsuf’u hiç görmemeliydi. 

Birçoğunun yaygara kopardığı o tahammülsüz naralara sükûnet gösterişi, onun canı pek olmayışından değildi. Ve birçoğunun sessiz kaldığı yürek yakan, kan kusturan kıyımlara yüreğinin derinliklerinden gelen haykırışları vardı. Bu yüzden uyuşamazdı çoklarıyla. Bir şeye vermesi gereken değerin ölçüsünü bilirdi. Karşısındakini anlamak için dinler, bütün benliği ile yardımcı olmaya çalışırdı. Görünemeyeni görür, duyulamayanı duyardı.

Durgun ve iddiasız oluşu onu besbelli yetersiz gösteriyordu. İnsanın kendini kanıtlamasının, yapılan işlerin harikulâde bir şekilde pazarlanmasının üstünlük sayıldığı bir zamanda, Yadigâr’ın mütevazı hâlleri önyargılara sebep olurdu. Onun bu sisli puslu hâllerine bakarak onu değerlendirmek mümkün değildir elbet. İçerisinde sakladığı sırçalı dünyasında kendisine yol bulabildiği, kendiyle dirildiği, kendisini dost bildiği bir kâinat vardı. 

Bir dalı yerde salkım saçak, bir dalı gökte bir kâinat ağacı... Dalları semayı kaplar, kökleri uzak yalçın dağlardan, ırmaklardan, yeraltı sularından beslenir. Sonsuzluk pınarları taşıyan okyanuslara düşer gölgesi. Dallarının kavuşmadığı yerler kuraktır. Irak diyarlardan, şehirlerden ve köylerden görülür. Zümrütten yaprakları hayranlık uyandırır. İnsana müheyya bitmeyen şefkat şırıltıları çağlar bağrında. Mümbit bir kucak, ana kucağıdır börtü böceğe. Gövdesindeki odunsu kokusuyla kadim zamanların sırlı katmerlerini taşır sırtında...

Ölümün hayata, hayatın ölüme evirildiği dört ayrı renge bulanır. Bir tarafı yaldızlı yapraklarını rüzgâra emanet ederken, bir tarafında buzdan parmaklarıyla ellerini duaya açmış, yeniden hayat niyazlarında bulunur. Çiçeklere durur, ışkın verir, baharı koklamak ister. Bir yanı türlü türlü yapraklarla bezenir Cennet’i taklit edermiş gibi. Akasyanın, erguvanın, ıhlamurun harikulâde rayihası; katmerli elvanlı çiçeklerle bezenmiş, hoş kokulu meyvelerle yüklü kendini taşıyamayan dalları...

Hayatın kıpırdanışlarıyla kendini ait hissettiği, o ağacın gölgesinde ne zaman otursa Yadigâr, gölgenin ona söylediklerine kulak verir, kendini bulurdu. Dururdu Yadigâr, dururdu zaman, durulurdu mekân... Gümüş yeleli mahmuzlanmış atların, al yanaklı bukle saçlı çocukların, rüzgâra kanat açmış kuşların, ufka gergef olmuş denizlerin, toprağa sabitlenmiş yalçın dağların, göz kırpıştıran yıldızların, güneşin sıcağına teslim olmuş karların, yağan yağmurun, çakan şimşeğin, mehtabın, yeraltının, yerüstünün, nebatın, hayvanların, insanların, güneşin üzerine doğan her şeyin muhteşemliğini seyreder, hayran kalırdı Yadigâr.

Hayatın, dört bir yandan insanı sarmalamış velvelesine “Biraz dur” deyip oradan oraya zıplamak yerine, kabuklarından sıyrılarak özüne yaptığı yolculuktan beslenir, huzur duyardı Yadigâr. Ne zaman gözden kaybolsa, işte orada bulurdu kendini...