İbni Sînâ’da ilim olarak felsefe ve hikmet

Teorik hikmette düşüncenin olgunlaşması istenirken, pratik hikmette sadece düşünce değil, davranışa referans olan düşüncenin ve bu düşüncenin yerine getirilmesiyle oluşan davranışların yani ahlâkın olgunlaşması hedeflenmektedir.

FELSEFEDE, özellikle de İslâm felsefesinde araştırmaya bilgiden mi yoksa varlıktan mı başlanılacağı, önemli tartışma konularından birisidir. İbni Sînâ da dâhil Kant’a kadar neredeyse bütün filozoflar bu konudaki tartışmalara bilgi değil, varlık konusundan başlarlar. Yani önce varlık-ontoloji, sonra bilgi-epistemoloji gelmektedir.

Birçok filozof, varlık, dolayısıyla Allah’ın varlığının ispatlanması veya onun bilgisi yani Allah’ın varlığına giden, onu ispatlayan bilginin kaynağına yönelirken, İbni Sînâ, varlığı Allah’ın varlığının ispatlanması için değil, O’nun varlığının her şeyi kuşatan ve en yüksek cins olan varlık gibi apaçık hakikat olduğunu ortaya koymak için ele alır. Zaten Allah yoksa varlık temelsiz ve dayanaksız kalır. Zira İbni Sînâ bilgiyi öncelemiştir. Yani önce varlığa ilişkin ontolojik soruşturma yaparak “Var mıdır?” sorusunu sorar. Bunun cevabı olumlu ise “Mahiyeti nedir?” şeklindeki, varlığın bilgisine dair ikinci soru sorulur. Yani varlıklar hakkındaki bilginin nasıl elde edileceği, bu bilginin özellikleri, nitelikleri, işlevleri gibi konulara özel önem verdiği, eserlerinden anlaşılmaktadır.

İbni Sînâ dikkatle okunduğunda, onun, bilginin elde edilmesinde varlığın önemine de işaret ettiği görülür. İbni Sînâ düşüncesinde bilgi edinme süreci aynı zamanda varlıklarla ilgili bilgi edinme süreci olarak ortaya çıkar ki bu, felsefede eş zamanlı düşünmedir. Bu bakımdan İbni Sînâ, çağdaşlarından birkaç adım ileri olduğu gibi, sonraki düşünce ekolleri için de önemli bir referanstır.

İbni Sînâ’nın ilimleri sınıflandırdığı “Fi Aksâmi’l-Ulumi’l-Akliyye” adlı eserde, ilimler sistemi ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Bu açıklamalar, birçok felsefeciyle aynı olsa da bazı farklılıklara sahiptir. Ayrıca “Şifa”nın mantık ve metafizik ilmine ayırdığı bölümlerin girişlerinde “Uyûnu’l-Hikme” ve “Dânişnâme-i Alai” ile yeni felsefî anlayışını açıkladığı eser olduğu iddia edilen “Hikmetü’l-Meşrıkiyye” kitabının “Mantıkü’l-Meşkikıyyın” bölümünün girişinde de ilimleri tasnif eder ve diğerlerinden farklı olarak “hikmet” kavramı üzerinde önemle durur. Onun bu konulardaki görüşlerini ve fikrî düzeyini anlamak, eserlerini titizlikle incelemekten geçer.

İbni Sînâ’nın ilimler sınıflandırması, Aristoteles’in ilimler sınıflandırmasını temel almasına rağmen ne onun sıradan bir taklidi, ne de kendinden önceki Müslüman felsefecilerin klasik bir tekrarıdır. O, kendi ilim ve felsefe anlayışına uygun olarak ilimleri tasnif etmiştir. Meselâ İbni Sînâ, Aristoteles’in sınıflandırmasında yer almayan “Poetika” (Şiir ve Retoriği-Hitabeti sanatını) ayrı bir dal olarak kabul etmiş ve ilimler sınıfına koymuştur.

İbni Sînâ ve hikmet

İbni Sînâ’da ilk göze çarpan, kendinden önceki diğer filozofların “farkı ilimler sistemi” adlandırması yerine “hikmet” kavramını kullanmasıdır. Aristoteles, Kindî ve Fârâbî gibi bazı düşünürlerin felsefe tanımlarıyla onun hikmet tanımı benzer gibi görünse de o, bu konuda bir risale kaleme almaktan kaçınmamıştır. Zira bu düşünürler gibi o da hikmeti, “insanın kendinde varlıkla ilgili tüm ilkeler ve eylemlerini yerine getirebilmesi için gereken zorunlu kurallar hakkındaki bilgileri elde etmede faydalandığı bir düşünce (bakış/nazar) sanatı” olarak tanımlamıştır. Bu düşünce sanatı o kadar önemlidir ki, bununla insanın nefsi şereflenir, yetkinleşmeyi arzular ve varlık âlemine benzeyen akledilen (ma’kûl) âlemi bilen (âlim) kimse hâline gelir. Böylelikle insan, ahiretteki en yüksek mutluluğa hazırlanır. Elbette bütün bunlar insanın gücü (bilgisi) nispetinde gerçekleşir. İbni Sînâ her eserinde aynı kavramı sürekli kullanmayıp bazen hikmet yerine “felsefe” kelimesini de kullanır ve felsefenin amacını insanın bilme gücü ölçüsünde “şeylerin” tümümün hakikatlerine vâkıf olmak olduğunu vurgular.

O, bir başka eserinde yine hikmet kavramını kullanır ve beşer gücü ölçüsünde olguları kavramlaştırarak (tasavvur), teorik (nazarî) ve pratik (amelî) gerçekleri de doğrulayarak “insanın nefsini olgunlaştırması” olarak tarif eder. İbni Sînâ’da hikmetle felsefe kavramları arasında görünürde bir farkın olmadığı iddia edilir.

İbni Sînâ’nın eserlerinde tanımlanan bu kavramların iki ayrı tanımı dikkat çeker: Bunların birincisi, felsefe veya hikmetin, kişinin beşerî algılama gücüne bağlı olarak hem olgular dünyasına ait tüm gerçeklikleri, hem de eylemlere ait temel, zorunlu ilkeleri elde etmeyi sağlamasıdır. İkincisi ise, birincinin sonucunda insan nefsinin olgunlaşması, olgular âlemine benzeyen ama ondan ayrı, sadece akılla varlığının imkânı ve nitelikleri kavranabilen “akledilenler” âlemine ait bilgileri bilen insan seviyesine gelebilmesi ve daha da ileri de ahiretteki ebedî mutluluğa ulaşmasıdır. Dolayısıyla hikmet, insanın ruhunu olgunlaştırıp mükemmele ulaştıran bir rehber gibidir. Olgunlaşan insan ruhu bununla daha ebedî mutluluğu elde edebilecektir.

Bütün hikmet tanımlarında insanın beşerî gücüne vurgu yapılır. Kanaatimce bu ifadeyle kişinin insanı insan yapan, insan olmasından kaynaklanan yetileriyle, vahiy ve ilham gibi kendisinden başka herhangi bir dış yardım almaksızın aklî, duygusal, sezgisel ve benzeri melekeleriyle ruhunu olgunlaştırmasının mümkün olduğuna güçlü bir işaret vardır. Bir anlamda İlâhî bilgi, hikmetle elde edilen bilgilerin dışında bırakılmaktadır. Bu da hikmet,/felsefeyi vahiy/İlâhî kaynaklı diğer ilimlerden ayıran en önemli özellik olarak ortaya çıkarmaktadır.

Ona göre teorik kısımda var olanlar insanın fiiline bağlı olmayan varlıkların hâlleri hakkında kesin inanç oluşturma gayesine yöneliktir. Burada amaç, tevhid ve astronomi ilimleri gibi sadece bir düşünce elde etmek gibidir. 

İbni Sînâ’nın ilmi sınıflandırması

İbni Sînâ’nın bu yaklaşımı, ilimleri “felsefî ve dinî” olarak ikiye ayıran ve felsefî ilimleri Aristoteles’ten gelen klasik şemaya göre sıralayan Kindî ve Âmirî’nin görüşlerine benzemektedir. Ancak İbni Sînâ ilimleri dinî ve felsefî olarak bir ayrıma tâbi tutmamakta, dahası ilimler sınıflandırmasına Fârâbî’nin yaptığı gibi herhangi bir dinî ilmi de almamaktadır. Dolayısıyla onun hikmet veya felsefe tanımından yola çıkarak, genel olarak akılla ulaşılabilen ilimler sistemini anladığı söylenebilir. Nitekim İbni Sînâ, bir eserinin başında aklî ilimlerin bölümlerinin kendisinden yazılmasının istendiğini ve bu talebe uygun olarak aklî ilimleri yazdığını ifade etmektedir. Onun bu sözleri, eserindeki ilimler tasnifinin sadece aklî ilimlerle ilgili olduğu, vahye dayalı dinî ilimlerle dil ve tarih gibi konuları içermediği, dolayısıyla eksik bir tasnif olabileceğiyle ilgili haklı bir kaygıyı beraberinde getirmiştir.

Ancak İbni Sînâ’nın diğer eserlerindeki ilimler, sınıflandırmaları geçtiği yerlerdeki konuya uygun olarak bazı ek bilgilere rağmen “Mantıkü’l-Meşrikıyyin” kitabının dışında büyük ölçüde birbirine benzemektedir. Bundan dolayı onun eserlerinde sınıflamayı “genel ilimler”, “felsefe” ve “hikmet” şeklinde yaptığı anlaşılabilir. Bu durumda, “Vahiy gibi insanın beşerî gücünün dışında kalan bilgi kaynaklarının bu ilimler sisteminde yeri var mıdır? Veya bu aklî ilimler sistemi karşısında konumu, meşruiyeti nedir?” soruları gündeme gelebilmektedir.

İbni Sînâ hikmeti genel ilimler sisteminin adı olarak kullanmakta, “Mantıkü’l-Meşrikıyyin” haricindeki tüm eserlerinde hikmetin üzerinde onun tâbi olduğu başka bir üst ilme yer vermemekte ve Aristoteles’ten gelen klasik felsefî ilimler sistemini hatırlatır şekilde hikmeti yani felsefeyi sırf teorik ve pratik olarak ikiye ayırmaktadır.

Hakikî ilimlerin birbirlerinden farklı olmasının sebebi, konularının farklı olmasıdır. Her ilmin kendisine özgü bir konusu vardır. Dolayısıyla ilmin konusu belirlenince, onun diğer ilimlerden farkı da ortaya çıkar. İbni Sînâ bundan dolayı ilimlerin konularını ve amaçlarını ortaya koymaya özen göstermiştir. Ona göre teorik kısımda var olanlar insanın fiiline bağlı olmayan varlıkların hâlleri hakkında kesin inanç oluşturma gayesine yöneliktir. Burada amaç, tevhid ve astronomi ilimleri gibi sadece bir düşünce elde etmek gibidir. Pratik hikmette ise teorik hikmetten farklı olarak insanın yapıp etmeleriyle ilgili durumlarda iyiyi yapabilmesini sağlayacak doğru düşüncenin meydana gelmesi gaye edinilir.

Pratik hikmette amaç, sadece düşüncenin oluşturulması değil, davranış için gereken düşüncenin meydana getirilmesidir. Teorik hikmette gerçek amaçlanırken, pratik hikmette iyilik gaye edinilir. Böylece teorik hikmetle bilimsel düşünce ve görüşlerin oluşmasını sağlarken, pratik hikmetle davranışların altında yatan, eylemin ortaya çıkmasına sebep olan seçimlerin arkasındaki değerleri ve ilkeleri anlamak ve açıklamak hedeflenir. Bu değerleri ilke edinerek yapılan seçimlerle ortaya çıkan eylemler, pratik felsefenin amacına uygun iyi davranışlar olarak bilinir.

İbni Sînâ’nın “Şifâ” adlı eserinin “Metafizik” bölümünde teorik ve pratik hikmetin varlıklarla ilişkisi biraz daha açılmıştır. Buna göre aklın aktif hâle gelmesiyle nefisteki teorik gücün olgunlaşmasının istendiği kısma “teorik hikmet” denilir. Bu, hâllerimiz ve davranışlarımızla ilgili olmayıp, kavramlaştırma ve önerme veya tasdik gerektiren işlerle ilgili ilmin elde edilmesiyle gerçekleşir. Teorik hikmette amaç, düşünce ve inanç oluşturmaktır. Ama bir davranışın niteliği veya bir davranışın niteliğinin ilkesi olmasını sağlayacak başka bir davranışın niteliğinin ilkesi konusunda düşünce ve inanç meydana getirmek değildir. Yani insanın eylemleriyle ilgili olsa bile hiçbir şekilde ilkelerle ilgili değildir.

Pratik hikmette ise öncelikle davranışlarımızla ilgili kavramlaştırma ve tasdiki veya önerme gerektiren işlerle ilgili ilmin oluşması, ikinci olarak ahlâkla ilgili pratik gücün olgunlaşmasıdır.

Felsefenin amacını “Şifâ”da insanın bilme gücü ölçüsünde şeylerin tümümün hakikatlerine vâkıf olmak olduğunu belirten İbni Sînâ, buradaki şeylerin “var olanlar” yani mevcut olanlar olduğunu belirterek, var olanları da daha önceki tanımda olduğu şekliyle “var oluşlarını bizim seçim ve fiillerimize bağlı olanlar ve olmayanlar” olarak ikiye ayırır. Felsefenin teorik ve pratik olarak ayrılmasının gerekçesi de bu varlığa geliş/ulaşma farkıdır.

“Teorik felsefe” olarak adlandırılan ilk kısımda amaç nefsin yalnızca bilmeyle olgunlaşmasıyken, “pratik felsefe” adı verilen ikinci kısımda nefs sadece bilmeyle olgunlaşmakta, nasıl davranılacağını bilmek ve bu bilgiye uygun davranarak olgunlaşmaktadır. Teorik felsefeden amaç davranışa bağlı olmayan düşünceye inanmakken, pratik felsefeden amaç ise davranıştaki düşüncenin bilgisidir. Teorik felsefe bundan dolayı düşünceye nispet edilmeye daha lâyıktır. İbni Sînâ burada teorik felsefede düşünceye inanmaktan söz ederken, pratik felsefede davranıştaki düşünceye inanma yerine “bilme” kelimesini kullanır ki bu, özel bir durumdur. Teorik hikmette gerçeğin bilgisi amaçlanırken, pratik hikmette iyinin bilgisinin gaye edinildiği vurgulanır.

İbni Sînâ’nın daha ileri dönemine ait olan “Danişname-i Alai” adlı eserinde de ilmî tasniflere yer verdiği görülür. Bu eserinde, özel olarak hikmet boyutunda teorik ve pratik ayrımının insanın davranışlarına bağlı olarak geliştiğini ve değiştiğini belirtmiştir. Burada pratik ilimlerden maksat, “dünyaya uygun işlerimizi organize etmek için yapmamız gerekenler hakkında bilgi vermek ve öbür âlemdeki işlerimizin arzularımıza uygun olmasını garanti etmektir”. Teorik ilimlerin amacını ise “varlıkların oluşumu ve onların tabiatı hakkında bilgi vermek” olarak açıklar. Böylece ruh, kendisine uygun suretini bulabilir ve öbür âlemde de mutlu olabilir.

Teorik ve pratik hikmetin konuları ve aralarındaki ilişki, “Uyunu’l-Hikme”de hikmet; bizim yapmamız değil, bilmemiz gereken düşünceye dayalı işlerle alâkalı ise teorik, hem bilmemiz ve hem de yapmamız gereken yapıp etmelerimizle ilgiliyse pratik hikmet şeklinde tanımlanır.

Son söz

“Hikmet” kavramı, İslâm felsefesinde çok geniş bir kavramdır. Örneğin tabiat bilimlerinden olan fizik ilminin adı “hikmet-i tabiye”dir. En geniş anlamıyla hikmet, “eşya ve olayların nedenini bilmektir”. Bu anlamda her felsefî soruşturma, bir neden soruşturması olarak hikmettir. Ancak insan davranışlarına yön veren amelî-pratik aklın yetkinliği de teorik-nazarî aklın olgunlaşmasına bağlı bir süreçtir. Nazarî aklın olgunlaşması, amellerimizi şekillendiren amelî aklın da olgunlaşmasını sağlamaktadır.

İlimleri teorik veya pratik olarak belirleyen, insan ve onun eylemleridir. Çünkü teorik hikmette düşüncenin olgunlaşması istenirken, pratik hikmette sadece düşünce değil, davranışa referans olan düşüncenin ve bu düşüncenin yerine getirilmesiyle oluşan davranışların yani ahlâkın olgunlaşması hedeflenmektedir. Böylelikle ilimler sisteminin her boyutunda felsefenin temel alanları olan varlık, bilgi ve değer alanlarının birbirleriyle ilişkisi bütünüyle sağlanmakta, birisinin varlığı, diğerini gerektirmekte ve tamamlamaktadır; bilgi ve hikmet gibi…