Modernite bombası ve gerçek başarı   

“Başarı hangi niyet ve hedefe göre, hangi yöntemle elde edilmiştir? Allah katında makbul müdür?” sorularının cevapları hayat yolculuğumuzda kılavuzumuz olsun. Unutmayın ki, hiç kimse başarı merdivenlerine elleri cebinde tırmanmamıştır.

“MÜSLÜMAN Türk milleti nereye koşuyor?” demeyeceğim. Peki, nereye koşturuluyor? “Modernite” denerek milletin içine atılan bombanın bizi gerçekliğimizden uzaklaştırdığını ne zaman anlayacağız? Sahip olduğunuz millî ve manevî değerleri “Geçti o günler” dedirtip kaybederek mi? Düşündüm, işin içinden çıkamadım. Eskiden ne güzeldi, kadınlar utanır, erkekler kıskanırdı; şimdi Mecnun küpeli, Leyla şüpheli…

Bir ülkenin sağlıklı bir nesille yoluna devam edebilmesi için o ülkenin kadınlarının rolü çok ama çok önemli. Çünkü hayat evde eğitimden başlıyorsa. Ki öyledir, o evin kabul olmuş duası kadın olmalıdır. Kadın kendine özgü bedeniyle birlikte dünya içinde, dünyaya yönelmiş bir özne varlık olarak yaşar. Özne varlık olduğu için, zamanla kadının eylem tarzları çeşitlenir ve dünyaya yönelme ufku genişler. Bu esnada o, hem dönüşen bir dünyanın muharrik gücü olur, hem de bu gücü nedeniyle yön bulma sorunu ile yüzleşir. Zira çeşitlenen eylem tarzları daima bir amacı gerektirdiği için, bu amacın belirlenmesi ve bu amaca giden yolun keşfi/inşâsı, yön sorununu da beraberinde getirir. 

Yön sorunu ise her zaman bir mekân sorunu olarak belirir. Sonuçta kadın, tıpkı erkek gibi, dünya içinde dünyaya yönelmenin anlamını, yön (mekân) sorununu çözebildiği kadarıyla anlar. Ancak ne olursa olsun, dünya tecrübesi kadın için her daim bir yön bulma (mekân) tecrübesi olarak kalır. 

Bilebildiğimiz kadarıyla insanlık tarihinde özne varlık olarak kadının eylem tarzlarının çeşitlenmesi ile yön bulma (mekân) sorununun paralel ilerlediğini fark etmekteyiz. Sözgelimi, üç semavî dinin -detaylarda farklılaşmakla birlikte ortaklaşa ele aldıkları- Âdem ve Havva kıssasında yasak ağaç (meyve) imgesi, Âdem ile Havva’nın Cennet’ten kovulmalarıyla başlayan yeryüzü tecrübeleri, paradoksal biçimde Cennet’te yön (mekân) kaybına ve yeryüzünde yön bulma durumuna işaret etmektedir. 

Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle Âdem ve Havva yaklaşmamaları gereken yasak ağaca yaklaşınca (yanlış yönde ilerleyince) mekân (Cennet) kaybına maruz kalırlar. Buna karşılık sürgün mekânı gibi gösterilen yeryüzünde ise tövbeleri sonrası bağışlanırlar yani doğru yönü (mekânı) keşfederler. Bu kıssada Havva, özne varlık olarak eylem tarzı ve yön bulma sorunu konusunda en az Âdem kadar aktiftir. Bu böyle bilinmeli. 

Bugün gençlerimiz, hayat hakkındaki ölçülerini şer’î hükümlerden almak yerine, üzerlerine tatbik edilen nizamların etkisiyle Batılı değerlerden alıyor maalesef. Sorun işte burada başlıyor!

Günümüz Müslüman kadınlarının “durdukları” yer ile Müslüman erkeklerin “beklediği” yer arasındaki farkı çok güzel ortaya koyuyor. Muhafazakâr kadınlar erkeklerin bu kendi benlikleriyle düştükleri çelişkili duruştan ötürü umutsuzluğa kapılırken, Müslüman erkekler de gerçek mutluluğu ve huzuru bulabilecekleri kadınlar yerine, dünyevî hislerle yanlış kadınların peşinde koşuyorlar. Acı ama gerçek bugün bu.

Biz Müslümanlığımızı nasıl muhafaza edip ileride nasıl Müslüman olarak var olmaya devam edeceğiz? Umarım bu soru üzerine tefekkür edip durdukları yeri değiştirirler. Televizyonun gündüz kuşağı yayınlarının girdiği, çocuk odasında dizi izlenen ya da dijital oyunlar oynanan, yemek esnasında bile karşısındakinin gözünün içine bakarak başkasıyla mesajlaşan aile fertlerinin yaşadığı üç ekrana esir bir ev, hiçbir zaman o özlediğimiz, sosyal hayatın kirlerinden korunmuş, “evinin direği kadınlar” olmanın teminatı olan bir alan değil artık. Bunun aksini kim inkâr edebilir ki... Bu nedenle mimariyi, iletişimi, kenti tartışmadan, hiçbir şey değişmemiş gibi kadınları evde muhafaza ederek aileyi koruyabileceğimizi/kurtarabileceğimizi zannetmek, sadece bir zandan öteye gidemez. 

Kadınların hayatında devrim niteliğinde değişimler yaşandı son birkaç yüzyıldır. Ve bunlar aileyi doğrudan etkileyen değişimler. Bu yüzden ailenin karşılaştığı sorunları kadınlar üzerinden algılamakta haklıyız büyük oranda. Ama toplumda hiçbir şeyin tek başına değişmediğinin farkında olmak için sosyal bilimci olmaya gerek yok. Bu dünya zaten alemü’l-kevn ve’l-fesaddır. Yani her şey oluş ve bozuluş hâlindedir. Değişim, kâinatın özünde mevcut. Ama değişenler içinde değişmeyen değerleri ve ilkeleri korumak istiyorsak eğer, öncelikle olmakta olanı tasvir etmek zorundayız.

Yazar Taha Kılınç’ın bir sözü var: “Muhafazakâr bayanların karşısına gerçekten eş adayı olarak çıkarabileceğimiz Müslüman erkeklerin sayısı çok az. Müslüman erkekler daha çok seküler kızlara düşkünleşti.” Ne yazık ki bugün tablo bu. 

Akıllarındaki şehvet duygularını kadının üzerinde hayata geçirmeleri için öncelikle kadınların savunmasız hâle getirilmesi gerekiyordu. Bunun için kadının sadece çalışan bir canlı hâline getirerek koruma kalkanının üzerinden aldılar. Nerede o eski mahallerimizdeki ahlâkî değerler, sahip çıkışlar, kadınlarımıza karşı azıcık kem göz ile bakan olursa yakasına yapıştığımız günler? 

Bu büyük koruma kalkanı içerisinde insanlığın en değerli varlığı kadınlarımıza kötü niyet ile ulaşmak imkânsızdı. Kadınlarımızı hayatın içerisine katmak gayeleri acaba neydi? Bu gayeye ulaşmak için hangi yalancı sloganları kullanmalıydı? Kadınlarımızı gerçek değerinden uzaklaştırıp bir bataklığın oluşmasına zemin hazırlamak mıydı? Bu büyük koruma duvarını yıkarlarken hangi argümanlarla aileye saldırdılar? 

Evet, acaba bunların cevabını kim verecek? Öyle bir cinnet hâli ki, annelik gibi kutsal bir olguyu değersiz hâle getirenleri yaşıyoruz. Çok kötü bir örnek yaşam tarzı karşımıza çıkıyor. Evin içinde televizyonlar, evin dışında ise Batı’da bile bugün görünmeyecek bir yaşam ve stil… Modernite bu mu? Sizi gerçekliğinizden uzaklaştırmak mı? Sahip olduğunuz millî ve manevî değerleri kaybettirmek mi? Ne yazık ki…

Muhafazakâr için aile, bir sosyal müessese olduğu gibi, aynı zamanda İslâmî bir kurumdur. Hammadde hâlindeki küçük yavruların her yönden büyümesini sağlayan, onların şahsiyet sahibi birer insan, Allah’a kulluk bilincine ulaşan birer Müslüman ve İslâm toplumunun sağlıklı birer üyesi olmaları için yetiştirip geliştiren bir fabrikadır aile. Öyle olmak zorundadır. Peki, bugün yaşadığımız yüzyılda neler oluyor?

Sağınıza solunuza bir bakın, aile, toplum eğitimi yaptırarak, kişiyi toplum hayatına hazırlayan sevgi, saygı, şefkat, fedakârlık ve birlik ocağı değil mi? Peki, nerede? Aile yuvası okuldur, mescittir. Öyle değil mi? Peki, nerede? 

Aile aynı zamanda huzurun evi ve çocukların yuvasıdır, değil mi? Peki, nerede? Allah aşkına, bakın sağınıza solunuza! Ne yazık ki, her geçen gün yozlaşan, millî ve manevî duygularını kaybetmek için çırpınan, içine atılan modernite bombası ile yüzsüzleşen bir nesil gerçeği ile karşı karşıyayız.

“Aile” kavramı yok oluyor. Anne ve babaya saygı tükeniyor. Kimsesizlerin mezarlıklarının sayısı artıyor. Huzurevleri artık insan alamaz noktaya koşuyor. Annesi ve babasını bir çırpıda kapıya koyanlar yaşanıyor. Ahlâkî değerler paspas ediliyor. Bunun adı da modernite mi oluyor? Allah sonumuzu hayretsin!




Değer ve başarı: Başarı mı değerdir, değerlere uymak mı başarıdır?

Boğaziçi’ni birincilikle, Harvard’ı “4.00” ortalamayla bitirmiş, üstüne de Cambridge’de doktora yapmış Özgür Bolat, tüm bu başarıların ardından şaşırtıcı şekilde bunların önemsiz olduğuna kanaat getirmiş ve şunları söylüyor: 

“Ben Türkiye’deki insan yetiştirme modelini hem ailelerde, hem de okullarda değiştirmek isteyen biriyim. Var gücümle bunun için uğraşıyorum. Ailem, akrabalar, komşular, herkes, ‘Özgür yine birinci olmuş’ deyince, babamı mutlu görünce, bilinçaltında insanlar bunun için beni kabullenip seviyorlar diye düşündüm. İşe yarayan nedir, biliyor musunuz? Tek başınıza kaldığınızda huzur ve hissedebilmek… Var olan durumu olduğu gibi kabul etmek… Şimdiki aklım olsa, o okullara gireceğim diye kendimi parçalamazdım. Çok bir şey ifade etmiyor aslında. Dünyanın en depresif öğrencileri Harvard’da. Neden? Çünkü hepsi başarı odaklı. Oraya giriyor ama aynı anda depresyona da giriyor. Sizin için hangisi önemli? Çocuğunuzun okuldaki başarısı mı, yaşamdaki başarısı mı? Robin Williams niye intihar etti? Hollywood’un en ünlü, en başarılı insanlarından biri niye intihar ediyor? Çünkü içindeki boşluğu, dışarıdan gelenler; başarı, para, şöhret dolduramıyor. Yetmiyor. Kimseye yetmez. Benim çocuğum ne olsun, biliyor musunuz? Bir kafede çalışsın, yeter ki iç huzuru olsun…” 

Sevgili dostlar, bunlar son derece anlamlı ve önemli bir yaklaşımı anlatan çok değerli sözler. Tabiî ki anlayabilmek ve özümsemek gerek.

Bir insanın hayatta başarıyı yakalaması için ne istediğini bilmesi ve öncelikli hedefini belirlemesi gerekir. Ne istediğinizi biliyorsanız, bir hafta veya bir ay sonra ne yapacağınız hususunda bir programınız varsa, başarıyı yakalarsınız. Yoksa, rüzgâr sizi nereye götürürse oraya gidersiniz. 

“Başarılı insan” denilince, akla iyi insanlar, bağış yapan, fakirler için çalışanlar gelmiyor; kariyerinin zirvesine ulaşan, çok para kazanan, iyi veyahut kötü meşhurlar geliyor. Başarı ise bir şeyi neticesine yani sonuna erdirmek, tamamlamaktır. Başarmak, “kişinin arzuladığı hedefe ulaşması” demekken, aslında başarmak, sadece Allah’ın izniyle ve lütfuyla oluyor. Tevfik, kişinin niyeti ve gayretinin hakkın takdirine uygun olması, hakkın arzuladığı aşamaya ulaşması demektir. Yani asıl muvaffak, Hakk’ın rızasını kazanandır. 

Batı’da icat edilen yahut sahip olunan değerleri bir başarı hikâyesi olarak görüyoruz ve onlara gocunuyoruz ama bu değerler hak yolda kullanılmıyorsa, gerçek başarı elde edilememiştir. 

Bir de “Başarı hangi niyet ve hedefe göre, hangi yöntemle elde edilmiştir? Allah katında makbul müdür?” sorularının cevapları hayat yolculuğumuzda kılavuzumuz olsun. Unutmayın ki, hiç kimse başarı merdivenlerine elleri cebinde tırmanmamıştır.