
İDDİASINDA bulunulan, güzelliği
yaşanılan, yaşandığı zannedilen her ne var ise, o bir benimsenme sürecinin
ürünüdür. Zira insan neyi benimser ise, hissiyatı da, düşüncesi de, eylemleri
de ona göre şekillenir. Huzuru arayanların ve isteyenlerin, huzursuzluğu isteyenleri
anlamakta zorlandığı yerlerden biri de tam olarak burasıdır.
Huzursuzluk
istemi dünya hırsına dâhildir.
Yalnızca
dünyaya güdümlü bir hayat felsefesine sahip zihniyetler -her ne kadar temelleri
sağlam atılmış olsa da- tek gözünü ve dahası evinin yolunu kaybetmiş, ana
yurduyla iletişimi sağlayan telleri kopartılmış olarak mahrumiyet beldesinde ve
anahtarları yalnız kendisinde olan hırs zindanına kendini kapatmış olarak
yaşamına devam eder.
Dünyaya
ait olanın cezbediciliği, beraberinde tamahkârlığı meydana getirir. Söz konusu
tamahkârlık ise sorunlu bir algı alanının varlığını gün yüzüne çıkarır. Öyle ki,
sağlıksız bir algı alanının girdabına dâhil olan bu anlayış, huzursuzluğun kendince
meşruiyetinde -huzur ve huzursuzluğu idrakten uzak bir şekilde- ve aslında
bilinci kapalı bir huzursuzluğu huzur olarak telakki eden bir yaşam alanına dâhil
olur.
Bu
haliyle bilinci kapanan bir anlayışı huzura çağırmak ise, davet edilen
tarafından, aslında davet edilenin içinde bulunduğu huzursuzluğun girdabına
davet gibi algılanabilir. Bu şekilde algılanan bir davet ise, ateşi söndürmek
yerine onu harlamak vazifesi görmekten öteye -maalesef- gidememiş olur. Ancak yanlış
algılayıcıların yaklaşım tarzı nedeniyle sonuç olumsuz neticelenmiş gibi
görünse de bu durum huzura davette niyetin sahihliğine elbette gölge düşürmez.
Kullanımı
itibarıyla eksik ve sübjektif algılamaları içinde bulundursa da daha çok
yaşadığımız mekân veya belde içinde duyduğumuz hissiyatı ifade ederken ve anlık
olarak kısıtlı anlamıyla kullandığımız bir kelimedir “huzur”. Huzurun özüne
indiğimizde ise anlık bir hoş-halden ziyade iç ve dış dünyaya dair sayısız
faktörü içeren ve daha geniş bir açıyla bakıldığında mesken tuttuğu iç
dünyamızı şekillendiren haller bütününü ifade ettiği görülür. Bununla birlikte
dünyanın türlü hengamesi içinde iken istikrar ile hüküm sürecek bir huzurun
ihdasının kolay olmadığı gerçeği de doğal olarak tezahür etmiş olur.
Huzur
istemi, dünya sınırlarını aşmaya azmetmektir.
Her
boyutuyla etrafımızı kuşatan yaşadığımız dünyanın sınırlarını aşmak, bu noktada
dünyaya ait olanı önemsememek veya değersiz görmek değil, dünyevî olana salt
dünyevî bir nazar ile bakmaktan uzak durmaktır. Bu eksende geliştirilen bir
nazar ile ancak huzur arayışına çıkılabilir.
Huzur,
buluştur; huzur buluştur.
İster
bilinçli olarak, ister farkında olmadan aransın, aranan her güzellikte olduğu
gibi huzurda da asıl gaye “bulmak”tır. Bulmak için ise kaybetmek gerekir.
Kaybetmek mi? Biri susuz, diğeri su dolu iki kuyudan susuz olana düşmek gibidir
o. Bulmak için öncelikle susuz olandan çıkarak kovayı ve ipi tamir etmek ve
sonra su dolu kuyuyu aramak gerekir.
Kaybetmek
için bilmek gerekir. “Bilmek” her boyutuyla gerçekleşmesi güç bir iddia olsa da,
her haliyle yaşadığımız güzellikler, o güzelliğe dair bir bilme düzeyini de
beraberinde getirir.
Bilmek
için görmek gerekir. Görmek gözde gerçekleşen bir olay gibi görünse de aslında
görmenin ilk adımıdır. Dolayısıyla görme, duyuların ötesinde bir algılama,
anlamlandırma ve aydınlanma sürecinin bütününü ifade eder.
Görmek
için engellerden arınmak gerekir. Görmenin çeşidi ne olursa olsun, sağlıklı bir
görmenin gerçekleşebilmesi için öncelikle görülmek isteneni perdeleyici unsurları
ortadan kaldırmak veya azaltmak gerekir.
Arınmak
için gönülde/gönülden buluşmak gerekir. Buluşmak için kalbin hassas kapılarını bittabiî
önlemler ve özlemler ile ardına kadar açmak gerekir.
Ey
Huzur! Bizi bul ve bizi huzur ile Huzur’da buluştur…